Thread Rating:
  • 6 Vote(s) - 2.67 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Elmalılı Hamdi Yazır Kuran-ı Kerim Tefsiri 68-KALEM: suresi Tefsiri
#1
Allah-Y 
Elmalılı Hamdi Yazır Kuran-ı Kerim Tefsiri 68-KALEM: suresi Tefsiri

68-KALEM:



--------------------------------------------------------------------------------

Nûn vakıf halinde sakin okunur. Üzerinde durulmayıp geçilmesi halinde, kırâetlerin çoğunda izhar ile, bazısında da gunneli veya gunnesiz idğam ile okunur. Ta ilk de geçtiği üzere, bizim için lügat yönüyle olmasa bile mânâ itibariyle müteşabih âyetlerdendir. Bunun görünüşü gibi hecâ harflerinden bildiğimiz "nun" harfi olmasıdır ki Rahman, Kur'ân isimlerinin sonunda olduğu gibi gunneli bir sestir. Bir nokta ile bir hokka ve çanak gibi daireyi andırır bir şekilde yazılır. İsmi de, başı ve sonu bir olan lafzıdır. Harf denilen sesler içinde en titreşimli ses olması ve yaratılış kitabının düzeninde derece derece tek ve basit şeylerden bileşimler dizilerek baştan sona hakkın varlığını gösteren âyetler satıra konmuş olduğu gibi, fikir ve konuşmada ve kalemle yazıda da cümlelerin kelimelerden, kelimelerin harflerden dizilmesi nedeniyle ya özel olarak bir şeyi zikredip hepsini kasdetme türünden bütün hecâ harflerine işaret olarak veya beşer iniltisini ve yaratılış tınlamasını en fazla temsil eden bi r ses yahut bize göre bir merkeze bakan yarım küre şeklinde görünen âlemin yer ve göğü ile suret ve mânâsını veya kalemle yazı yazılan bir hokka ile mürekkebini andırır bir şekilde yazılan harfinin özellikle kendisini göstererek fıtratta söz ve yazının k aynak ve gayesine bir işaret ve bunlara yemin ile dilin ve yazının ve yazı yazanların kıymetine dikkat çekerek meydan okuma ve çağrı ifade eder bir harftir. Ki zihinleri bir noktada derinlere götürerek indirilmiş kitaptan yaratılış kitabına ve varlığın başlangıcına kadar bütün harfleri düşündürebilir. Böyle olması aynı zamanda sûrenin ismi olmasına da engel değildir. "Nûn" diye okunurken ismi değil de müsemmâsının kastedildiğine dikkat çekmek için yazılmış ve sonuna hareke verilmeyip durularak okunmuştur. Harfin üzerinde bu şekilde durmakla önceki sûrenin sonundaki i kaybetmiş olanların inlemeleri ancak bir akarsu gibi hayat mayası olmak üzere Rahman tarafından inen Kur'ân ile dinlendirilebileceğine ve kalemlerin onun için çalışması gerektiğine de insana zevk veren bir işaret vardır. Kısacası burada asıl kastedilen mânâ ne olursa olsun, her şeyden önce bunun,

bildiğimiz "nûn" harfi olduğu açıktır. Birçok tefsircinin tercih ettiği görüş de budur. Bu itibarla bu kelimenin lafzında bulunan müteşabihlik bir dereceye kadar giderilmiş demek ise de, kelimenin mânâsında bulunan müteşabihlik devam etmektedir. Bununla beraber Arapça'da "nûn" isminin, bu harften başka olarak Hz. Yunus'a "Zünnûn" denilmesinde olduğu gibi hût, yani "balık" mânâsına; kezâ yazı hokkası "divit" mânâsına ve daha bazı mânâlara geldiği de söylenir. Bu münasebetle burada şu rivâyetler de nakledilir:

1. Bazıları demiştir ki: büyük balıktır ki yerler onun üzerindedir ve buna Yehmut denilir. İbnü Cerir, İbnü Abbas'tan bu hususta şunları rivayet eder:

Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. O yaratılınca bütün olacaklar oldu. Sonra buhar yükseltildi, ondan gökler yaratıldı. Sonra yaratıldı. Yer o Nûn'un sırtına döşendi, sonra arz hareket etti, derken iyice çalkandı, onun üzerine dağlarla sabitleştirildi. Onun için dağlar yere karşı böbürlenirler. İbnü Abbas böyle dedi ve âyetlerini okudu.

Diğer bir rivayet de şöyledir: Rabbimin ilk yarattığı şey kalemdir. Ona "yaz" dedi o da kıyamete kadar olacakları yazdı. Sonra su üzerinde Nûn'u yarattı. Sonra onun üzerine yer kabuğunu örttü. Alûsî, bunu Ziya'nın el-Muhtâre'de ve Hâkim'in sahih diye ve daha bazılarının İbnü Abbas'tan rivayet eyledikleri bir hadis olmak üzere şöyle nakletmiştir: "Yüce Allah Nun'u yarattı. Sonra o n un üzerine arz yayılıp döşendi. Bu nedenle Nûn deprendi. Bu sebeple arz meyledip kımıldadı. Bu suretle dağlar oturtulup yer onlarla sabitleştirildi. İbnü Abbas daha sonra âyetlerini okudu".

Görülüyor ki bu rivayetlerde hep Nûn ismi kullanılmış, Hût denilmemiştir. Fakat Mücahid'den gelen bir rivayette buna "arzın veya arzların üzerinde bulunduğu hut denilmiş olduğundan "balık" diye yayılmıştır. Bunun bizim bildiğimiz balık olmadığı açık olduğu halde bundan birçok yanlış mânâlar çıkarılmıştır. Fakat d ikkatle okununca bunlar bize şunu anlatmış oluyor: Başlangıçta "Kalem-i a'lâ (yüce kalem) denilen ve ezeli takdirde kıyamete kadar olacak şeylerin bir projesini yazan ruhânî bir ilk unsur, bir kuvvet yaratılmıştır ki buna birçokları akl-ı evvel (ilk akıl) veya Muhammedî nûr demişlerdir. Sonra madde yaratılmıştır. Buna cevher dahi denilmiştir. Sonra bir su buharı gibi gaz halindeki

maddeden gök cisimleri yaratılmış, sonra bunlardan sıvı halinde arzın maddesi ayrılmış ki fezâ dediğimiz uzay okyanusunda yüzen bu maddeye, küreye benzer şekilde olduğu anlatılmak üzere Nûn veya Hût ismi verilmiştir. Yer küresinin böyle başlangıçta gök maddesinden ayrılacak yaratılmış olup buharlarla kuşatılan sıvı halindeki havada yüzmekte olan yuvarlak maddesi üzerinde sonra y er kabuğu dediğimiz toprak ve taş gibi cansız varlıklar tabakası yaratılmaya başlamış ve bu taraftan o Nûn maddesinin üzerine bir kabuk halinde yayılıp döşenmiş ve bu suretle arz meydana gelmiştir. Fakat her taraftan böyle sarılmış olan o Nûn evvelkisi gi b i nefes alamı(Zeker) nefesi tıkanmış bir balık gibi hareket edip deprenmeye başladığından, bu sebeple yerin hareketi yani depremler meydana gelmeğe ve bundan da yeryüzü çalkalanıp yarılarak volkanlar çıkmaya başlamış, bu sebeple de etrafına saçılan yer dalg a ları da bastırıla bastırıla dağlar yaratılmış ve surette dağlar oturdukça arz zamanla yoğunluk ve sağlamlık kazanarak sabitleşip üzerinde durulabilecek bir hale gelmiştir.

Kur'ân'da dağlara "evtâd", yani "Arz'ın çivileri" denilmesi de bu mânâ ile açıklanmıştır. Dağların oluşumunun bu suretle yer üzerinde hayat için büyük yararları olmuştur. Bu sebeple dağların yere karşı böbürlenerek yukardan bakmaya hakları vardır. Bununla beraber bundan sonra yerin hareketi ve "hast" denilen volkan olayları hiç olmu y or değil zaman zaman nice yer sarsıntıları olmakta ve nice sivrilen dağlar yıkılıp yerin altından yeni dağlar, tepeler yaratılmaktadır. Fakat bunlar arasıra ve ilk çağlara oranla pek az derecede olduğundan, genel görünüşü ile arzın, üzerinde oturulabilir h ale gelmiş olmasına bir engel teşkil etmemektedir. Bir gün olup da, Hâkka sûresi'nde geleceği gibi, yer altından büyük bir fışkırma ile yerin ve dağların bir anda un gibi dağılıp saçılmış bir toz haline getirilivermesi de her gün olması beklenen bir olaydır. Şimdiki halde meydana gelmekte olan yer sarsıntıları, yer çökmeleri, volkanlar dahi demek ki hep yerin altındaki o Nun'un Allah'ın emrine uyarak deprenmesiyle meydana gelmektedir. Yarılan yerler, fışkıran volkanlar, yeniden meydana gelen çukurlar, tepe l er, ovalar hep o yüce Kalem'in çizdiği çizgiler, yazdığı yazılardır. Şimdi şunu itiraf etmek gerekir ki, zamanımızda yerin şekillenmesi ve dağların oluşumu ve yer sarsıntılarının meydana gelmesi hakkında fen adına arzın tabakaları ile ilgili bilgilerden

ed inilebilen kanaatlerin özü de, bu rivayetlerin ifade ettiği mânâlardan başka bir şey değildir. Böyle iken birçokları, "arzın altında balık mı olurmuş" diye güler; birçokları da, "arzın altındaki gazların sıkışmasından, hareketinden, yerin üzerinde zelzele mi olurmuş" diye güler. İki taraf da birbirinin dediğini düşünüp anlamı(Zeker) karşısındakine cahil veya kâfir demeye kadar işi götürür. Halbuki iki taraf da bunun Allah'ın emriyle olduğunu unutup cahillik etmektedir. İşte arzın içindeki asıl küreyi, merke z i oluşturan o Nûn'a bazı tefsirler "Hût-i A'zam" yani "Büyük Hût" ve "Yehmut" demişlerdir. Bunu "bâ" harfi ile, "mübhem" kökünden okuyanlar olmuş ise de "Kâdı hâşiler"inde iki noktalı "yâ"nın üstünü ve "hâ"nın sükûnu ile "yehmût" şeklinde okunacağı açık ç a ifade edilmiştir. Bununla beraber "hâ"nın üstünüyle "melekût" ve "ceberût" kalıplarında bir mübâlağa kipi olması da açık görünmektedir.

YEHEM, delilik; EYHEMAN, "iki saldırıcı" demektir. Bedeviler, sel ile adama saldıran kızgın esirik deveye; şehirliler de, sel ile yangına "ey heman" derler.

YEHMA, "Sahrâ " kalıbında, ucu bucağı bulunmayan çöle, bir de asla bolluğu ve rahatlığı bulunmayan şiddetli kıtlık senesine denir. Bundan türetilen mübâlağa kipiyle "yehemût"; bir mânâ ile volkana, bir mânâ ile uzaya denilebileceği gibi son mânâ ile de yerin, başlangıçta açık iken sonra kabuğunun yaratılmasıyle altında merkezine kadar hapis kalıp sıkışmış ve bir delik buldukça fışkırmaya hazır olmak üzere deprenmesini saklamakta bulunmuş olan iç kısmına; şi d det ve dehşeti göz önünde bulundurularak "yehemût" ıztırabı ve çalkantısı itibariyle "Hût", iniltisi veya merkezi etrafında dönmesine bakılarak da "Nûn" denilmiş demek olur. İşte bazı tefsirciler bu anlatılan rivayetlere dayanarak buradaki "nûn"un, hût ya n i balık mânâsına olarak, burada anlattığımız "yehemut"a yemin olduğu kanaatine varmışlardır. Bir kısım tefsirciler de, sûrede "Sen Rabb'inin hükmüne sabret, balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o kızgın bir halde Rabb'ine nidâ etmişti." buyrulmuş olması ve bu âyetteki tan maksadın, Enbiya sûresinde geçen "Zünnûn olan Yunus'u da hatırla, O, bir zaman kızarak kavmini bırakıp gitmişti. Bizim kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı da karanlıklar içinde niyaz etmişti." (Enbiyâ, 21/87) âyeti gereği Zü'n - Nûn (yani Nûn'un sahibi) olan Hz. Yunus olduğuna ve Saffât suresinde "Kınanmış bir halde iken balık onu yutmuştu." (Saffât, 37/142) buyrulmasına dayanarak, bu ipuçları sayesinde,

"burada Nûn, karanlıkları içinde Hz. Yunus'un hapsedildiği bâlıktır." görüşüne varmışlardır.

2. Yine İbnü Abbas'tan rivayet edilen ve Dahhak, Hasen ve Katade'nin tercihi olan görüşe dayanarak, bazıları da, "burada nûn, devat yani yazı hokkası demek olan divittir" demişlerdir. Nûn'un bu mânâya geldiğine İbnü Atiyye ve Râzi, bir şairin şu beytini şahit getirmişlerdir:

Buna göre, hokka ile kaleme yemin edilmiş demek olur. Çünkü yazı bunlarla yazılır. Konuşma gibi, kitap ve yazının da önem ve faydası pek büyüktür. Bununla birlikte bu mânâ yalnız Kalem'e yeminden de anlaşılır.

3. Nûr'dan bir levhadır denilmiştir ve Muaviye b. Kurre'nin, bunu bir merfu hadis olarak naklettiği söylenmiştir. Bu mânâ; ufukta göğün çizdiği yay içinde bir nokta gibi bulunan güneşin veya yerin bir şekli çizmesinden alınmış olabilir.

4. Yine İbnü Abbas'tan rivayet edildiğine göre, nûn, kelimesini oluşturan harflerin sonuncusudur.

5. Cafer-i Sadık Hazretlerinden: Cennet nehirlerinden bir nehirdir. Bunlardan başka Kamus'ta anlatıldığı gibi nûn, hokka ve balık mânâsına geldiği gibi, "Şefretü's-Seyf", yani kılıcın ağzına da denir ve Arapların balık şeklinde bulunan bir kılıçlarının da adıdır. Doğru söze, keza küçük çocuğun çenesindeki çukura "nûne" denir. Bu "nûne" kelimesinin sonundaki "tâ" teklik için olduğundan, cins kastedi l diğinde "nûn" denilmesi gerekir. Şu halde nûn, cins isim olarak 'in, kılıç ve kaleme yemin olması ihtimali de vardır. Fakat burada bununla ilgili bir rivayet gelmemiştir. Keşşâf yazarı şöyle der: "Maksat, noktalı harflerden olan bu harfidir. Divit deme l erine gelince, kelimenin bu mânâda kullanılması lugat bakımından mı, yoksa şer'î bakımdan mı, bilemem. Burada divitin ismi olduğu takdirde ya cins isim, ya özel isim olur. Eğer cins isim ise, i'rab ve tenvin nerede? Eğer özel isim ise, yine i'rab nerede? H angisi

olsa, söz söylenirken bir yeri olması gerekir. Eğer "burada nûn, üzerine yemin edilen şeydir" dersek, cins isim olduğu takdirde, yeminden dolayı sonunun cer ve tenvinle okunması gerekir. O zaman yemin, bilinmeyen ve tanınmayan bir divite yapılmış ve sanki denilmiş olur. Özel isim olduğu takdirde de, bunu, yerine göre her türlü harekeyi alabilen bir kelime yaparak mecrur okumak veya özel isimlik ve dişilikten dolayı gayr-ı munsarif yaparak sonunu üstün okumak gerekirdi. Aynı şekilde bunu "hût" i l e tefsir etmek de böyledir. O zaman ya balıklardan herhangi bir balık kastedilmiş olacak, yahut da, iddia ve zannettikleri "Yehmût"e özel isim olacak. Nûrdan veya altından bir levha, yahut "cennette bir nehir" diye tefsir de böyledir. Kısacası, bu kelimen i n çeşitli durumlara göre sonu değişik şekillerde okunamadığı için, bundan maksadın isim değil, harfin kendisi olduğu ortaya çıkar.

Ebu Hayyân da şöyle der: hece harflerinden ve gibi bir harftir. Sonunun harekesini etkileyen bir etken olmadan diğerleri ile beraber gelen bazı harfler gibi, sonunun harekesi değişmeyen bir kelimedir. Sonunun değil de cümle içinde bulunduğu yerin irab aldığına hükmedilir. Bunun, "Büyük Hût" un ismi olduğuna dari İbnü Abbas ve Mücahid'den; divit ismi olduğuna dair yine İbnü Abbas, Hasen, Katâde ve Dahhâk'ten; nûrdan bir levha olduğuna dair merfu olarak Muaviye b. Kurre'den, er-Rahman kelimesinin son harfi olduğuna dair yine İbnü Abbas'tan ve cennet nehirlerinden bir nehir olduğuna dair Cafer-i Sadık'tan yapılan rivayetle r den hiçbiri sahih olmasa gerektir. Ebu Nasr Abdurrahim Kuşeyri de tefsirinde: hece harflerinden bir harftir. Tam bir kelime olsaydı, Kalem gibi, sonundaki hareke, duruma göre değişirdi. Demek ki, diğer sûrelerin başındakiler gibi bir hecâ harfidir" demi ş tir.

Bizim bütün bunlardan vardığımız sonuç şudur: Evet, yazılış şeklini ve lâfzını göz önünde bulundurur ve bu noktadan hareket edersek, burada sade bir hecâ harfidir. diye ismiyle okunuşu da "elif," "be" gibi sayma tarzında olduğu şüphesiz. Bunun asıl hükmü de meydan okuma ile ilimde derinleşenleri imtihandır. Lakin böyle olması sûrenin ismi olmasına engel olmayacağı gibi aklın yol göstermesiyle birçok anlamlara gelebilecek müteşabih bir simge olmasına da engel değil; aksine bunu gerektiricidir. B u ndan dolayı "nûn" lafzının zihinleri sürükleyebileceği olası mânâlardan birini "maksat budur" diyerek, yalnız o anlama geldiğini söylemeye kalkışmak doğru olmaz. Bununla beraber

dilde az çok bilinen mânâlardan bazıları hakkında gelen ve rivayetçe pek zayıf olmadığı gibi, akıl açısından da anlayabilenler için mantıksız değil, aksine yararlı nüktelere işaret eden rivayetleri, doğru mânâlar taşıdığı halde yalanlamaya kalkışmak doğruluğa uygun düşmez. Zira İbnü Abbas'tan gelen rivayetlerin birkaç tane olması g ö steriyor ki, İbnü Abbas bunları ayrı birer izah tarzı olmak üzere söylemiş ve her birinde bir fayda açıklamıştır. Hem Kalem'le ilgili "Allah'ın ilk yarattığı kalemdir." fıkrası ve şu durumda "nûn" sesinden hatıra gelebilen ve özel önemi bulunan her anla m burada zihinden geçirilmek ve fakat Allah'ın maksadı bunlardan birisi mi, yoksa daha başka bir şey mi olduğu belirlenmeyerek bunun, insan oğlunun güçsüzlüğünü tanıtmak üzere anlam bakımından, müteşabih âyetlerden olduğuna karar verip "Onun tevilini an c ak Allah bilir." demek en uygun hareket olur. Gerçi lâfzın gösterdiği mânâ noktasından hareketle, ilk evvel yazıldığı gibi hecâ harflerinden olan harfini anlamak, anlatılan okunuşa göre, kesin demektir. Fakat burada bu kadarı müteşabihliği gidermek için y eterli değildir. "Bu vav, yemin içindir", demeye benzemez. Çünkü bu durumda da kelâmın meydana getirilmesi için harfiyle kalemin ve yazının ilgisini takdir edebilmek üzere akla ve zevke hitap eden birtakım ilgilerin düşünülmesi gerekir. İşte o zaman bu h arfin yalnız bir simge olmak üzere söylenmiş bulunduğu ortaya çıkar. Bundan ise yine simge tarzında mümkün olabilen diğer ihtimalleri düşünmeye dalmak zorunlu olur. Bundan dolayıdır ki, bu kelimenin müteşabih olduğu gerçeği ortaya çıkar. Biz de bunun için diğer sûre başlarında bulunan bu tür harflerde olduğu gibi, bunun da müteşabih âyetlerden olduğunu açıklayarak söze başladık ki, bu hem selefin takip ettiği yola uygun, hem de "hecâ harflerinden bir harftir" diye kestirip atanların gözettikleri meydan oku m a maksadına uygundur. Şu halde bir yemin mânâsı içeriyor mu, içermiyor mu, kestirilemez. Yemin takdir edilirse deki vâv, daki gibi atf (bağlaç) değilse yemin için olur. Bu Kalem nedir? Tefsirciler burada iki izah tarzı söylemişlerdir. Birisi "lâm"ın sözü geçen, bilinen bir şeyi ifade etmesi; birisi de cins için olmasına göredir. İbnü Cerir der ki: "Kalem, bilinen kalemdir. Şu kadar ki, Rabbimizin kalemler içinde yemin ettiği kalem, yüce Allah'ın yarattığı ve kendisine emir verdiği kalemdir. O kalem de b u emir üzerine, kıyamete kadar olacak şeyleri yazmıştır. Bana Muhammed b. Salih Enmati, ona Abbad b. Avvâm, ona da Abdulvahid b. Selim rivayet etmiştir. Abdulvahid dedi ki: Ata'yı dinledim, şöyle diyordu: Ubâde b. Samit'in oğlu Velid'e, "Baban vefat eder k en ne vasiyet etti?" diye sordum. Şöyle cevap verdi: Babam beni çağırdı, ey oğulcuğum! dedi. Allah'a karşı takva sahibi

olarak korun. Haberin olsun ki sen, Allah'ın birliğine; iyi ve kötü kadere iman etmedikçe Allah'a karşı takvalı olamaz ve ilme eremezsin. Ben, Allah Resulü (s.a.v)'nü dinledim şöyle diyordu: "Haberiniz olsun ki, Allah ilk yarattığında kalemi yarattı da, ona "yaz" dedi. Kalem: "Ey rabbim! Ne yazayım ki? dedi. Allah: "Kaderi yaz" dedi. Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: İşte o anda kalem olmuş ve sonsuza kadar olacak şeyleri yazdı." Mücahid'den gelen bir rivayet de şöyledir: "kendisiyle zikir yazılandır". Demek ki, üzerine yemin edilen kalem, şer'an bilinen kalemdir ki, o da Levh-i Mahfuz'u yazan kalem, yahut Kur'ân yazılan kalemdir. Bunun l a beraber bunu, de olduğu gibi kalem cinsine yorumlayanlar da vardır. Zemahşeri şöyle der: Yüce Allah, kalemin şanının yüceliğini göstermek için kaleme yemin etti. Çünkü onun yaratılıp düzlenmesinde büyük bir hikmete işaret vardır. Ve çünkü onda anlatılam a yacak kadar çok fayda ve yararlar vardır. İbnü Atiyye de şöyle der: Nun'a "Behmût" diyenler, kalemi, yüce Allah'ın yaratıp olmuş olacak her şeyi yazmasını emrettiği kaleme yorumladılar. deki zamirin de, meleklerin yerini tuttuğunu söylediler. Ona "isimd ir" diyenler de, onu, "insanların ellerinde kullanılan ve bilinen kalem" şeklinde yorumladılar. İbnü Abbas bunu rivayet etmiş ve deki zamiri de, "insanlar"a göndermiştir. Bu durumda yemin, bunların hepsine yani yazı işine yapılmış olur ki "bu yazı işi bü t ün ilimlerin ve dünya ve ahiret işlerinin direğidir. Çünkü kalem, dilin kardeşi ve Allah tarafından verilen genel bir nimettir."

İmam Râzi de şöyle der: "Vel-Kalem" hakkında iki görüş vardır. Birisi budur ki, yemin edilen kalem, gerek gökte bulunanın, gerek yerde bulunanın yazdığı kalemin hepsini içine alan cins ismidir. Yüce Allah mantığı ihsan etmekle "İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti." (Rahmân, 55/3-4) diye minnet buyurduğu gibi "Rabb'in en büyük kerem sahibidir. O, insana kalemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti" (Alâk, 96/3-5) diye kalem ile yazmayı ihsan etmesiyle de minnet buyurmuştur. Bununla faydalanmanın izah ve yorumu şudur : Kalem üçüncü şahsı ikinci şahıs yerine koyar. Bu sebeple insan dil ile yakınına anlatabildiği istek ve ma k sadını kalem ile uzağa da anlatabilir. İkincisi, üzerine yemin edilen kalem

"Allah'ın ilk yarattığı kalemdir." diye hadiste bildirilen daha evvel sözü edilen kalemdir. Yüce Allah bunu evvela yaratmış, sonra da onu kıyamete kadar olacakları yazdırmış, saat gelene kadar olacağı, bütün ecelleri, amelleri yazar, bu kalem, uzunluğu gök ile yer arası kadar nûrdan bir kalemdir. Kâdi, (herhalde bu, Kâdı Ebu Bekr Bâkıllânî olmalı) demiştir ki: Bu haberi mecazi mânâda almak gerekir. Çünkü yazı için özel bir alet o lan kalem, kendisine emir verilecek veya yasak konulacak canlı ve akıllı bir varlık değildir. Onun yükümlü bir canlı olmasıyla, bir yazı âleti olması, birlikte düşünülebilecek bir şey değildir. Belki maksat "ona bütün olacakları yazdırdı" demektir. Bu tıp k ı "Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir" (Bakara, 2/117) sözü gibidir. Çünkü bunda ne bir emir, ne de bir yükümlülük yoktur. Belki takdir edilende, itiraz etmeden ve karşı koymadan sadece kudretin yerine getirilmesi vardır. Yine Râzi der ki: İnsanlardan bazıları da şu zan ve iddiada bulunmuştur: "Burada adı geçen kalem, akıldır. Ve o, bütün yaratılanların aslı gibi bir şeydir." Ve buna şunu delil göstermişlerdir. Zira haberlerde rivayet edilmiştir ki "Allah'ın ilk yarat t ığı kalem" dir. Diğer bir haberde de "Allah'ın ilk yarattığı akıl" dır. Diğer bir haberde ise, "Allah'ın ilk yarattığı şey, bir cevherdir ki yüce Allah ona heybetle baktı, o eridi ve sıcaklık yaydı. Ondan bir duman ve köpük çıktı. Dumandan gökler, köpükten yer yaratıldı" buyrulmuştur. Bu haberlerin hepsi birden gösteriyor ki, kalem, akıl ve yaratılmışların aslı olan o cevher hepsi aynı şeydir. Yoksa haberler arasında zıtlık olurdu."

Kâdı Beydâvî de bunları şöyle özetler: "Vel-Kalem", Levh'i yazan veya kendisiyle yazılandır. Ona yemin edildi. Çünkü faydaları çoktur."

Celâleyn Tefsiri'nde de şöyle denir: "Kalem, bütün olanların Levh-i Mahfuz'da yazıldığı şeydir." Bunu, kalem cinsinin tanıtımı olarak anlamak mümkün ise de, Süyuti'nin maksadı, bunun daha önce sözü edilen, bilinen kalem olmasıdır.

Bütün bunları gözden geçirdikten sonra biz de bu kanâate geliyoruz: Bilindiği gibi, daha önce kendisinden söz edildiği için, sonradan başına belirlilik

takısı olan in getirildiği isimler de, cins isim cümlesindendir. "Kalemle öğretti" kriterine göre, kendisiyle insana ilim öğretilen kalem cinsinin bildiğimiz ve insanların kullandığı kalem olduğu açıktır. İnsan kalemi de Allah'ın yaratmasıyla olmuştur. Bu da ilk yaratıldığından beri olmuş ve olacak ve hat t a sonsuza kadar olacakları ve söyleneni ve düşünüleni mümkün olduğu kadar yazmaktadır. Şüphe yok ki, gerek hakikat gerek mecaz, her ne mânâ ile olursa olsun, kaleme yemin edilince, bundan bir tek bilinen kalem dahi kastedilse, yine kalem cinsinin ve dola y ısıyle insan kaleminin de bir şeref ve değeri anlaşılmış olur. Eğer bu yeminin cevabında, kendisine hitap edilen kişi özellikle Hz. Peygamber'in kendisi olmasaydı da hitap genel olsaydı, burada "O, kalemi öğretti. İnsana bilmediğini öğretti." (Alak,96/4- 5) gibi, insan kaleminin kastedildiği açık olurdu. Çünkü bütün insanlığın bizzat kullanmak suretiyle bilebildiği kalem o olurdu. Daha önce sözü geçen kalem olması kastedildiği takdirde de bunlardan biri veya bir kısmı olurdu. Bununla beraber bundan mecaz o l arak, insan kaleminin bereket kaynağı olan yaratılış kaleminin kastedilmiş olması ihtimali de bulunurdu. Fakat burada hitap özellikle ilâhî nimete kavuşturularak hakkında, "Muhakkak ki sen büyük bir ahlâk üzeresin." buyrulan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in za t ına ait olması ve bu yüce ahlâk kavramının içine "Sen Kur'ân'dan önce ne bir kitap okuyor, ne de elinle yazıyordun." (Ankebut, 29/48) ve ayrıca "Sen önceleri, kitap nedir, iman nedir, bilmezdin." (Şûrâ, 42/52) âyetlerinin ifade ettiği mânâlar da dahil olmakla, nimetin ve Hz. Peygamber'in sahip olduğu ahlâkın yüceliği insan kaleminden değil, doğrudan doğruya "yaratılış kalemi"nden meydana gelmiş, bundan önce de ilâhî mülkün büyüklük ve oluşundan söz edilmiş bulunması sebebiyle burada Peygambere yemin o l unan kalemden maksat, ona bildirilmiş ve önceden bilinmiş olan "yaratılış kalemi" veya "ilk kalem" veya "yüce kalem" denilen ilâhî kalem olması gerekir. Bundan dolayı biz bu hususta en güzel açıklama biçimini İbnü Cerir'in rivayeti ile Celâleyn'in özetlen m esinde buluyoruz. Bunu usûl ilmi diliyle ifade edecek olursak şöyle dememiz gerekir: Bu de kalem, metnin ibaresiyle "ilâhî kalem" mânâsına; işaret yoluyla da "insan kalemi" mânâsına gelmektedir. Buna cins isim diyenlerin maksadı da Râzî'nin uyarısına gö r e, gerek hakikat gerek mecaz "Kendisine kalem denilen şey" mânâsına bu ikisinden daha geneldir. Yalnız, metnin ibaresi veya işareti ile gösterdiği mânâ ile zahirî yani görünen mânânın arasını ayırmamışlardır. Sonra şunu da unutmamak gerekir ki, bu deki e lif-lâm'ın, cinsin bütün fertlerini kapsamayı sağlamak için

söylenmiş olduğu görüşünde olan yoktur. Yani kalem cinsinin her ferdine de yemin edilmiş değildir. Dolayısıyle kaleme yemin edilmekle kalem cinsi, cins olarak yüceltilmiş olmakla beraber, her bir kalem ayrı ayrı yüceltilmiş değildir. Zira hakkı geçersiz kılma veya Allah'ın kullarına zarar verme yolunda şeytanlık ve ahlâksızlık veya beyinsizlikle fitne ve bozgunculuk vadilerinde yazı yazan yalancı ve delice kalemler yüceltilmeye layık değildir. Onl a r da birer kalem olmaları nedeniyle önemli iseler de, hak ve hayır yönüyle değil, kötülük ve zarar yönüyledir. Bundan dolayı burada bu yeminin arkasından Hz. Peygamber'de delilik ve fitnenin bulunmadığı, ilâhî nimetin, anlayış ve ahlâkın, ecrin büyüklüğ ü açıklanarak ve ahlâksız ve yalancılar yerilerek o yöne de dikkat çekilecektir. Bu da gösterir ki, kalemden maksat, ilâhî kalem, hak kalemdir. O halde anlam şu olur: "Nûn" denilen başlangıç üzerinde bir an dur, dinle. Yemin ederim ona ve o bildiğin hak kaleme, ve yazanların satıra dizip yazdıklarına ve yazacaklarına ki ey Muhammed! Burada da dikkat edilecek önemli bir nükte vardır. Erkek kişiler için kullanılan düzenli bir çoğul kelimedir. Bu çoğul, akıl sahibi olanlara özgü bir çoğuldur. Kalem teki l olarak söylendiği halde, yazış ve yazılanlar ona nisbet edilmeyip, daha önce hiç anılmamış akıl sahibi çoğul kişilere nisbet edilmiştir. Bu ise şunu anlatmış olur: Yazı yazan asıl kalem değil, onun arkasında göze görünmeyen bir akıl ve anlayış sahibidir. Onun için gördüğümüz kalemler, yazıları oranında daima arkalarında gizli olup da onları işleten bir akıl âlemindeki anlayışlı sahiplerini yani kendilerini tutanları gösterirler ki, gerçekte o kalemle o yazıları satıra dizip yazan onlardır. Kalemden maksat da kendisi değil, o yazdıklarıdır. , deki atıf (bağlaç) görevini yapan vav gibi bir alettir. Bu suretle burada vâv, daha önce geçen kalemi daha sonra gelen kelimeye bağlayarak, yemin, kalem ve kalemin yazıları ile onun sahibi olan akıl sahibi kişileri g östermek üzere, hepsine birden yapılmıştır. O halde kalem ve yazılardan akıl ve mânâ âlemini, bunlardan da onları insan aklına yazan ilk kalemi, ondan da bu ilk kalemin sahibi, âlemlerin rabbı olan yüce Allah'ı anlamalıdır.

Kalem'e "insan kalemi" anl amı verilmesi halinde, kalem tutan yazıcılar, akıl ve idrak sahibi insanlar, hem de göze görünen bedenler değil, insanlık gerçeğine şekil veren şuurlar, zekâlar olduğu gibi; "yüce kalem" mânâsı verilmesi halinde de, görünüşte eşyanın şekillerini ve zihinl e rde de mânâların şekillerini yazan melekler, onları yazan da yüce Allah'tır. Bunun için burada 'un faili (öznesi) olan zamir, kalemin insan kalemi olmasına göre, akıl sahibi insanlara işaret olduğu gibi "yüce kalem" olmasına göre de melekler olmak

üzere yorumlanmıştır. Bazı tefsirlerde insanlar, bazılarında da melekler denilmesi bundan dolayıdır. Dilimiz de böyle akıl sahibi erkekleri ifade etmek için kullanılan çoğul şekli bulunmadığı için bu nükte ifade edilemez. "Kalem ve yazdıklarına" dediğimizde, b u ndan yazıcılara geçiş, açıkça belirtilmemiş olur. Bir de muzari kipidir. Bir şeyin devamlı yapıldığını, şu anda yapılmakta olduğunu ve gelecekte yapılacağını gösterir. Biz ise şimdiki hâl sigasından zaman kipinden sîğa-i sıla (bağ-fiil) kullanmadığımızda n bunu bir kelime ile ifade edemeyiz. "Yazdıklarına ve yazacaklarına" dediğimiz zaman da "yazıyor idiklerine" dememiş oluruz. Bu bize şunu da anlatmış oluyor ki, bu âyetler inerken yüce kalem yazmaya devam ediyordu ve daha edecektir. O halde, "Kalem, olan i le kurumuştur." hadisi şerifi, "kalemin yazması tamamen durmuştur" demek değil, "olanlar yazılmış bitmiştir, fakat olacaklarla kalem kurumuş değil, onları yazmaya devam etmektedir" demek olur. Kaderde her şeyin yazılıp bitmesi, Kitab'ın anası olan Allah ' ın ilmine göredir. Yoksa Levh-i mahfuz'a ve yaratılış sahasına göre "Allah dilediğini mahveder, dilediğini bırakır." (Ra'd, 13/39)

2. Kısacası onlara yemin olsun ki, ey Muhammed! Sen Rabbinin nimeti sayesinde (veya onun nimeti hakkı için) deli değilsin. Bu ve buna bağlı olarak anlatılanlar yeminin cevabıdır. de bulunan sıla (ulaç) veya yemin için olabilir. Ebu Hayyân, "Olumsuzlukta daha fazla vurgu ifade etmek üzere bunun, bir ara cümlesi halinde yemin için olması açıktır." demiştir. İbnü Atıyy e de: "Sen, Allah'a hamdolsun, fazilet sahibisin." cümlesindeki "Allah'a hamdolsun." sözü gibi, ara cümlesi olduğunu söylemiştir. zemahşeri ise, olumsuz olan haberler ilgisinden dolayı, "sen Rabbinin nimetiyle akıllısın." demek türünden, deli olmadığını sö y lemenin akıllı olduğunu söylemeye eşit olmak üzere ilâhî nimetin ilgisini ifade ettiğini veya zarf-ı müstekar olarak zamirinden hâl olduğunu söylemiştir. Nimetten maksat da, peygamberlik ve onun gereği olan akıl, akılla beraber olan cesaret, güzel ahlâk, erdem, dünya ve ahirette mutluluk sebebi olan ilâhî lütuf ve bağışlardır. Kısacası mânâ: Hz. Peygamber'e ilk vahyin gelmesi ile peygmaberliğin başlaması üzerine Mekke kâfirlerinin haset, düşmanlık ve şaşkınlıkla yakıştırmaya kalkıştıkları delilik ve sapı k lık kusurlarının kendisinden uzak; aksine

onun akıl, cesaret, doğruluk ve erdemle seçkin bir kimse olduğunu ve bütün bunlar, onu terbiye edip yetiştirerek nebilik ve resullük lütfeden yüce Rabbinin nimetleri cümlesinden olup, bu yüzden göreceği eziyetlere ve çekeceği sıkıntılara karşılık ilerde başa kakılmayan ve tükenmeyen mükafat ve nimetlere kavuşmak üzere bulunduğunu açıklayıp söz vererek Hz. Muhammed'in (s.a.v) şerefli nefsini aklamak ve temize çıkarmakla kuvvetlendirmek ve bu şekilde onu ilâhî bildir i leri bütün âlemlere ulaştırmaya sevketmektir.

3. Kesilmez, tükenmez, devamlı hiç kesilmeyen bir nimet, yahut hiç kimsenin minnetini çekmeden sırf Allah'ın lütfu ve yardımı olan bir mükafat

4. ve her halde sen kuşkusuz pek büyük bir ahlâk üzerindesin yani gayret edip çalışmakla en yüksek hayır gayesine ulaştıracak pek büyük huylar, gerçekten saygıya değer karakter, meleke (yeti) ve maneviyat üzere yaratılmış bulunuyorsun. Onunla yürüyecek o gayeye ereceksin. İşte o ahlâk, doğru yolu, hak din olan İsl â m dinini teşkil eden Kur'ân edebi ve ilâhî ahlâktır ki, onu yüce Allah lütfetmiş ve "Andolsun, Resulullah'ta sizin için güzel bir örnek vardır." (Ahzab sûresi, 33/21) buyurmuştur. Onun büyüklüğünü insanlar anlayamaz da sabır ve tahammül edilmesi gerek e n deliliklerde bulunurlar. Rağıb'ın "Müfredât"ında açıklandığına göre "halk" ve "hulk" aslında birdir. Şerb ve şûrb (içmek), sarm ve surm (kesmek) gibidir. Fakat halk, gözleri görülebilen sûret, şekil ve durumlara; hulk ise, gönülle anlaşılabilen kuvvetle r e ait olmuştur. Çoğulu "huluk" ve "ahlâk" gelir. Fakat dilimizde ahlâk kelimesinin de "evlad" kelimesi gibi tekil anlamda kullanılması yaygın hale gelmiştir. Ahlâk, aslında güzel olan huylardır. Çirkin huylulara ahlâksız denir. Bununla beraber yatkınlık v e maharet esas olduğundan iyilik veya kötülüğü alışkanlık haline getirmiş olmasına göre iyi ahlâk ve kötü ahlâk, güzel ahlâklı ve çirkin ahlâklı diye bir ayırım yapılır. 'in tefsiri ile ilgili olarak gelen rivayetler: İbnü Abbas'tan: 1) Büyük bir din, 2) büyük bir din ki, o İslâm'dır. Mücahid'den: Din, İbnü Zeyd'den: Kur'ân edebi. İmam Ahmed, Dârimi, İbnü Mâce, Nesâî İbnü Cerir ve daha diğerlerinin Said b. Hişam'dan yaptıkları nakil şöyledir: Said der ki: Allah Resulü'nün ahlâkını Hz. Aişe'ye sordum. " K ur'ân okumuyor musun?" dedi. "Okuyorum" dedim. "İşte, dedi. Hz. Peygamber'in ahlâkı Kur'ân idi". Bunda iki mânâ vardır: Kur'ân'da anlatılan bütün ahlâkî değerlerin hepsi onda vardı. O, Kur'ân'ın sakındırdığı eksikliklerin hepsinden korunurdu. "Emrolunduğ u n şekilde dosdoğru hareket et." (Hud Suresi, 11/112) emrinin

tamamiyle doğruluk ölçütü idi. Onu anlamak, Kur'ân'ı tamamen anlamaya bağlıdır, demek olur. Birisi de, onun ahlâkı Kur'ân'da buyrulduğu üzere öyle büyük bir ahlâk idi ki, onu başka bir tarif ile anlatmak mümkün değildir, demek olur. Dahhâk'tan şöyle rivayet edilmiştir: " yani o, Allah'ın kendisine emrettiği ve ona vekalet verdiği dini ve emri üzerinedir." Burada kelimesinin sonundaki tenvin yüceltme ifade eder. Başkalarının tam anlamıyle a n layamayacakları güzelliklerle seçkin kılınmış bir ahlâk demektir. Görülüyor ki, önce gerçeklik ve vurgu için olan , ikinci olarak vurgu ifade eden başlangıç "lâm"ı ile, üçüncü olarak, yüceltme ifade eden tenvin, döndüncü olarak da "büyük" sıfatı ile Hz. M uhammed'in sahip olduğu ahlâkın ululuk ve yüceliği kat kat güvence içinde açıklanıp duyurulmuş ve bu cümlede, yukardaki yeminin cevabına bağlamak suretiyle desteklenip vurgulanarak bu apaçık Kitap'ta "yüce kalem"in yazdığı satırların, büyük ve seçkin bir âyeti olmak üzere konulmuştur.

5. "Sen göreceksin, onlar da görecekler." Ahlâk kavramında pratik olarak bir gayeye yürümek, istenen ve beklenen bir şey olduğu için bu âyet de, onun ilerde niyet ve fikirden iş sahasına çıkarak deney sahasındaki belirtileriyle düşmanlar tarafından da görülebileceğine dair bir söz verme ve bu suretle Peygamber'e ve müminlere bir kat daha destek olma ve Peygamber'e deli ve çıldırmış diyen kafirlere bir uyarı ve korkutmadır.

6. "O fitne hanginizde imiş?" Mef tûn, ism-i mef'ul olarak, "fitne ve belâya tutulmuş deli" demek olduğu gibi, mastar olarak "fitne ve delilik" mânâsına da gelir. Burada "hanginiz" denilmeyip ile "hanginizde" denilmiş olması açısından tefsirciler ikinci mânâyı daha uygun görmüşlerdir. Öncekine göre mânâ; "içinizde iki taraftan hanginizde imiş veya hanginizle imiş o fitneye tutulmuş deli? Sen mi, yoksa sana o kâfirler içinden mecnun, deli diyen mi?" demek olur. İkinciye göre de mânâ: "İki taraftan hanginizde imiş o fitne ve delilik? S e nde mi, onlarda mı?" demek olur ki iki mânâ da doğrudur. Ancak öncekinde "meftûn" lâfzının görünüşüne bakarak açık olmakla beraber, anlam itibarıyla herkesin kavrayamayacağı ince bir dolaşım vardır. İkincisinde ise "meftûn" lâfzının dış görünüşünün aksi n e olmakla birlikte mânâ açıktır.

7. "Şüphesiz Rabb'in daha iyi bilendir." Bu açıklama da Peygamber'e yukarki hitabı yapan ve güvenceyi veren yüce Allah'ın ortaktan uzak olan kendi ilâhlık şanını; sıfatlarının, ilim ve gücünün yüksekliğini ve dolayısıyle ona inanılıp güvenilerek itaat edilmesi ve aksine hareket etmekten

sakınılması gerektiğini anlatmak suretiyle, bir taraftan yapılacak bildiri ve duyuruları başından ve sonundan vesikalandırarak ve özellikle kendisine yönelterek verilecek duyurulara bir hazırlamadır. Yani sana o ihsanı yapan, o garanti ve güvenceyi veren ve önünü sonunu görüp gözetecek ve eğriye doğruya hak ettiğini verecek olan ancak Rabbındır. Çünkü odur ancak seni yetiştiren, herkesten de senden de daha iyi bilen yolundan sapanı. Aklı varken dünya ve ahirette mutluluğa götürecek hak yolundan sapmış, çığırından çıkmış, sonsuz mutsuzluğa götürecek yanlış yolda kendini kaybetmiş olanları ki gerçekte deliler, sapıklar onlardır. Yine odur ancak en iyi bilen eğrilikten sakınıp doğru yolu tutmuş, neticede arzuladıklarına kavuşacak olanları, ki gerçekte aklı olanlar da işte onlardır.

8. O halde ancak Rabbine itaat et, Rabbinin gösterdiği yolda git de artık itaat etme o yalanlayıcılara. Bu gerçekleri yalanlayan, yalan çıkarmaya çalışarak yalancılık eden ve sonunda kendi kendilerini yalanlayacak olan inkârcıları dinleme, tanıma, sözlerini tutma, seni sokmak istedikleri yanlış yola gitme, haksızlıklarına, isyanlarına rağmen görevine, o yüce ahlâkın uygulanmasına devam et. "Fâ-i cezâiyy e" nin işaretiyle yukarıki güvencenin ilk neticesi olan bu yasaklama, Allah yolunda yapılacak görevin başlangıcını açıklayan bir öğüttür. Öncelikle ve özel olarak Peygambere hitap olmakla birlikte, sûrenin sonundan anlaşılacağı gibi, dolaylı olarak, akı l taşıyan herkese bir öğüttür. Yani, hakyolunda ilk işin bu olsun. Hakk'ı tanımayan, cezasına inanmayan inkârcıları tanıma, sözlerini tutma, yalanlarına aldanmaktan, düşecekleri kötü sonuca düşmekten sakın, her şeyden önce uyanık ve samimi ol. Temizlik, dü r üstlük her olgunluğun başıdır. Gerçi ahlâkın büyüklerinden birisi de hoş görülü olmak, bağışlamaktır. Fakat bağış, hoşgörülü ve yumuşak huylu olmak, haksızlığı teşvikte, ciddiyetsizlikte ve yağcılıkta değil; temiz, samimi ve cesur olmakta ve bunların neti c elerine sabır ve tahammül ile ilim, irfan ve terbiye yaymaktadır. Şunu da bil ki, sana deli diyen, aldanmış diyen, sapık diyen, öyle yalanlar yayan o yalancılar onu samimiyetle değil, düşmanlık güderek söylediler.

9. Zira arzu ettiler ki sen yağcılık yapsan. Onları yağlasan, taptıklarına, alçak maksatlarına, haksızlıklarına ilişmesen, olur desen, yalanlarına yağ sürsen diye istediler de onun için yalanlamaya kalkıştılar. Yoksa sen yağcılık edecek, maksatlarını yerine getirme arzularını devam ettirecek olsaydın, böylece sen de onların sapıklıklarına katılmış bulunsaydın o vakit yaltaklanacaklardı. Onlar da sana yağ çekecek, yalanı doğrulayacak, ne büyük, ne akıllı adam diyeceklerdi. Fakat sen onlara yağcılık yapmayıp doğruyu söylediğin, Allah'ın emrin i, peygamberliğini

bildirdiğin için öyle iftiraya kalkıştılar, bile bile yalan söylediler. Onun için sen onlara itaat etme, arzularına yağ sürme. İşte yüce ahlâkın ilk prensibi budur. Demek ki dil, kalem kendilerine yemin edilmeye layık varlıklar olmakla beraber doğruyu söylemek için çalışmayan yağcı diller, yağcı kalemler ve onları dinleyenler büyüklükten, yüce ahlâktan, akıldan uzak ve itaat edilmeye layık olmayan zavallılardır.

10. Şunların hiçbirine ve genel kurullarına itaat etme. Çok yemin edici çok yemin etmeye alışmış, eğriye doğruya yemin eder durur. Yemin bir zorunluluk ve kesin bir gereklilik halinde hakkı vurgulamak ve ortaya çıkarmak için yapılır, pek büyük bir vurgu gücüdür. Çok çok yemin edip durmak ise, onu hafife almak, kendi k e ndinin delilini çürütmektir. Gerçi Allah'ın ismini saygı ile çok zikretmek çok sevaptır. En büyük ibadettir. Fakat onu her şeyde bir destekleme aracı olarak kullanmak, sık sık şahit olarak çağırıp durmak ise Allah'ı anmak ve ona saygı göstermek değil, onun ululuk ve kutsallığına saldırmaktır. Onun için yemin eden kimse son bir zorunluluk halinde, onun şahitlik ve kefilliğine baş vururken bütün hakkından emin olacak şekilde düşüne düşüne titriye titriye başvurmalıdır. Yoksa o yemin o kimsenin saygısızlığını ve yüce Allah'ın ululuğunu tanımadığını, yeminin son derece kutsal tutulması gereken ve hakkın ortaya çıkarılması, güvenliğin yerleştirilip sabitleştirilmesi için her yolun kesildiği en son noktada baş vurulacak en son ve biricik destekleyici güç olduğun u ve onu hafife alanın bütün yasal güvenliği çiğnemiş ve dolayısıyle kendi vicdanında kendine dahi hayat hakkı bırakmamış olacağını duymadığını, düşünmediğini gösterir. Bu ise yeminin hükmünü tanımamak demek olan yeminsizlikten "Onların yeminleri yoktur." (Tevbe sûresi, 9/12) kriteri ile ifade edilen mânâdan daha bayağı bir çelişkidir. Destek almak için başvurduğu en büyük gücün zayıflığını ilan ederek kendini yıkmaktır. Onun için bu, gerek inanç, gerekse amel bakımından her kötülüğün kaynağıdır. Bunu a nlamak için burada her fenalığın başında sayılmasını düşünmek yeter. Bundan dolayı insan kesin olarak bildiği hakta dahi çok çok yemin etmekten sakınmalıdır. Zira düşüncesizce yemin eden, yalan yere yemin etmeye de alışır. Doğruya eğriye yemin etmeye alış m ış olanlarda ise şu niteliklerin hepsi bulunabilir. alçak, görüşü ve düşüncesi önemsiz, bayağı düşünür, kendi kendini küçük düşürür, yalancı, değersiz, her kalıba dökülür, her fenalığa sürüklenir.

11. Koğucu: Şunu bunu ayıplar, yerer, arkasından çekiştirir, kötüleyip ayıplayarak bizler, iğneler, dürtüştürür, bizleyici, mahmuzlayıcı. Koğuculukla

gezer, hafiyelik, boşboğazlıkla yaşar.

12. Hayır engeli, hiç hayra yaramaz. Son derece cimri olduğu gibi başkalarının yapacağı hayra da engel olur. Hayır düşmanı. Sınır tanımaz, haddini aşkın, hakkına razı olmaz, hak yiyen, Günahtan vebalden çekinmez, günah yüklü,

13. zobu kaba, saygısız, zorba, obur, bulduğunu çarpar yer, ölçüsüz ve yakışıksız sözler söyler, acımasız, despot. Ondan sonra da yani bütün bu fena huyların arkasından da, onlarla beraber bir delme takma, soyu takma, uydurma, yahut fenalıkla tanınan, edepsiz damgalı, yahut dalkavuk.

ZENÎM, "zeneme" den türetilmiştir. Zeneme, keçinin, koyunun boynunda, kulağı dibinde derisinden küpeye benzer yumrucuklara yahut kulağı delinip de ucundan asılı bırakılan sarkıntıya denir ki, her tarafa sallanır durur. Dilimizde o koyun veya keçiye küpeli denildiği gibi Arapça'da da zenim denilir. Burada bundan istiâre edilmiştir ki, bu Türkçe'de en ç ok dalkavuk veya kulağı yirik yahut kulağı kesik yahut kulağı küpeli sözlerindeki mecaz mânâyı andırır. İbnü Cerir'in tefsirinde açıklandığı gibi tefsirciler İbnü Abbas ve diğerlerinden bu kelimenin tanıtımı hususunda şunları nakletmişlerdir: "Nesebi şüph e li, nesebi başkasının nesebine katılmış, piç, kötülükle tanınmış, kötü damgalı, damgalı kâfir, çok zalim, aşağılık, fena huylu...."

Buharî'de bu sûrenin tefsirinde Mücahid ve İbnü Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: "Zenim, Kureyş'ten kulağında, bazı koyunların kulağındaki küpeyi andırır sarkıntı gibi sarkıntı bulunan bir adamdır." İbnü Cerir ve İbnü Merduye de bu mânâda rivayet etmişlerdir. Fakat "bunun çalışarak elde edilen bir şey olmayıp yaratılıştan var olan bir şey olduğuna göre yerilen huylar arasında sayılmaması gerektiği halde, nasıl olur da huyların en yerileni, en aşağısı sayılır?" diye bir soru sorulduğunda bunun mânâsında bir müşkillik bulunduğunu söylemiş ve çözümünde duraksamıştır. Fakat yine Âlûsi'nin açıklamasına göre, bu özellik söy l ediğimiz gibi hem doğal hem sonradan kazanılmış olabileceği için, bunu sonradan elde edilmiş bir özellik olarak anlamak veya mecazî mânâya almak daha uygun olur. Onun için diğer mânâlarla izah edilmiştir. Sonra aynı soru, kişinin kendi yapması olmadan ona katılan ve ondan ayrılmayan diğer özellikler hakkında da sorulabilir. O halde gerek âyeti ve gerek rivayeti bu özelliğin sonradan kazanılmış olması noktasından ele alarak anlamak gerekir. Bundan dolayı in dalkavuk yahut

küpeli alçak mânâsında olması uygun düşer. Bunlar herhalde bir n yani kaba, saygısız, acımasızın arkasındadır. Yahut utüll, kendisi de öyledir demek olur.

Konu fena huylardan, alçaklıklardan sakınmak ve onların sembolü olup da o yola sevkedebilecek olanların ardına düşmemekle ilgili ahlâkî ve sosyal bir konu olunca, tefsirciler gayet renkli ve zengin olan bu Kur'ân kelimelerini anlayıp anlatarak irşada çalışmışlardır. Zira Kur'ân o fenalık sembollerine itaat etmemeyi emrederken, Kur'ân tertibinin güzellik ve inceliğine bir leke kondurm a mak üzere onları her birinin sırasıyle çok beğenip takındığı şatafatlı bir tavır ve edâ içinde deste deste mimliyerek süzgeçten geçirmiş ve bunlara uyanların, hepsinden aşağılık olduğunu göstermek üzere de "soysuz"u hepsinin sonuna takarak, hepsini bir k üll halinde fırlatıp atıvermiştir.

Tefsirciler bunlarla belirli bir şahıs kastedilip edilmediğini araştırmakla uğraşmışlar ise de doğrusu Ebu Hayyân'ın dediği gibi âyette açık olan budur ki: Bu nitelikler belirli bir şahıs için değildir. Başta "her çok yemin edici" buyrulmasından da açıkça anlaşıldığı gibi belli ve özel bir şahıs kastedilmeyerek hem her birinden hem de bu tür insanların hepsinden birden sakındırılmaktadır. Geçmişi olduğu gibi geleceği de kapsar. Burada "itaat etme" yasağı tekil olarak öncelikle fertlere yöneltilmiş olmakla beraber, uyulmaması istenilen bu niteliklerin bütünüyle bireye ait olması şart değil, bireylerden meydana gelen bütünü, o özellikte bulunan herhangi bir toplumu kapsayacak şekilde ifade edilmiştir. Ancak toplum vicdanı kendini bireylerde göstereceği ve birey olmadan toplum mânâsı mücerred (soyut) bir fikirden ibaret kalacağı için, fikir ve düşünceler bireylerden başlayarak yürütülür.

14. Şimdi, "böyle bir ferde veya topluma, akıllı bir kimsenin itaat etmesi nasıl düşünülebilir?" denilecek olursa, böyle denilmesine sebep olan gerekçe şöyle açıklanıyor: Mal sahibi olmuş ve oğulları var diye yani servet kazanmış ve kuvveti var, belki bir faydası dokunur veya kötülüğünden sakınılır diye itaat etme, başka bir sebep l e itaat edilmeyeceği öncelikle bellidir. Aklı olan ve onların ahlâkında bulunmayan bir kimsenin onlara başka bir nedenle itaat etmesine ve bir çıkar elde etme gayesiyle doğruyu bırakıp onlar seviyesine inmesine ihtimal yoktur. Şu kadar var ki onun servet i nden veya gücünden kişisel olan veya olmayan bir fayda veya zararından korunmak maksadıyle yağcılık yapmayı uygun görenler bulunabilir. Fakat kişisel istifade maksadı güdenler, onlar da bu "alçak" ve "soysuz" kavramlarının ifade ettiği mânâ kapsamına girm i ş olacaklarından burada bu ihtimal

de ortadan kalkmaktadır. Olsa olsa bir hayra yaramak ve kötülüklerinden korunmak ümidi kalır. Oysa bunlar hayır sahibi değil, hayır engelidirler. Kendi çıkarlarını gözetmeden, istedikleri gibi sürüklemeyi kurmadan bir lokma vermezler. Kötülüklerinden korunmak için öylelerine yağcılık edenler kendilerini daha büyük bir kötülüğün kucağına atmış olurlar. Büyük ahlâk sahibi ise birçok eziyete, sıkıntıya ve yoksulluğa katlanır, sabır ve tahammül eder de onlara itaat ve yağcılık edecek kadar küçülmez. Hak yolunda hayır kapılarının açılabilmesi için öncelikle o engellere göğüs germeye çalışır. "Her kim bir zengine sırf malından dolayı saygı gösterirse, dininin üçte ikisi gider." anlamındaki bir hadis-i şerif de, bu âyetin ifade ettiği mânâ kapsamına girer. , demektir. Bunun, kendinden önceki veya sonraki cümlelere bağlanması hususunda birkaç izah şekli vardır. Birisi önceki kısma bağlı olup açıkladığımız gibi yukarıdaki "itaat etme" emri ile ilgilidir. Birisi de "zenim"e ve y a "hallâf"tan "zenim"e kadar birbirine bitişik olarak hepsiyle ilgili olmak üzere illet-i gaiyelerini de göstermiş olmasıdır ki, onlar neticede mal ve oğul sahibi olmak için bu kötülükleri işlerler demek olur. Birisi de kendinden sonraki kısma ait olmak ü z ere takdir edilen "kibirlendi" fiiliyle veya gelecek olan (dedi) fiiliyle ilgi olmasıdır.

15. Bu durumda mânâ şu olur: Onlardan birisi mal ve oğul sahibi olduğu için gururlandı, burnunu şişirdi de âyetlerimiz, karşısında okunduğu zaman "evvelkileri n mitolojisidir dedi. (En'am, 6/25. âyetin tefsirine bkz.)

16. Yakında biz onu, o hortumun üzerinde damgalayacağız. Burada "burun" yerine "hortum" denilmesi, yukarda takdir edilmiş olduğunu söylediğimiz kibir ve gurur fiiline işarettir. "Burnu büyümek," "burun şişirmek" gibi kibir ve gururdan kinayedir. Sonra hortum fil ve domuz burunlarında kullanıldığı ve yüze, burna damga ve dağ en çirkin şeyler olduğu için, bu sözde onu büyük bir şekilde aşağılama mânâsı vardır. Onun için Hz. Peygamber hayvanların bile yüzlerinden damgalanmasını yasaklamış ve bunu yapana lânet etmiştir. Yüzde burun ise en önde olduğu için en göze batan, ilk sakınılması gereken ve şeref ve onur işareti sayılan ve ondan dolayı en muhterem secde yeri olan bir uzuvdur. Hatta bazıları, "yüz güzelliği burundadır" demişerdir ki şairin şu beyti bundandır:

Kısacası hortumunu dağlamak, damgalamak; bizim kullandığımız "burnunu kırmak" deyiminde olduğu gibi son derece aşağılamaktan kinayedir ki nasıl olursa olsun, gerek maddî olsu n, gerek manevî; gerek dünya ile ilgili olsun, gerek ahiretle ilgili olsun.

17. Bununla beraber burada işin önce dünya ile ilgili yönü anlatılmak üzere buyruluyor ki: Kuşkusuz biz onlara bir bela verdik. Yani mal ve oğullarına güvenip de öyle diyenleri, o yalanlayıcıları belaya düşürmüş, bir sınava sokmuşuzdur. O mal ve çocuklar onlara bir fitne, bir felaket kesilir. Nitekim peygamberliğin ilk yıllarında Mekkeliler öyle ahlâksızların sözlerine uyarak Allah'ın âyetlerini yalanladıkları ve peygambere eziyet ve sıkıntı vermede ısrar ettikleri için Allah Resulü: "Allah'ım, Mudar'a vereceğin belayı şiddetlendir. Onlara Yusuf'un seneleri gibi kıtlık ver." diye dua etmiş; Allah da onları yedi sene kıtlık kuraklık içinde ezmiş, belâlarını vermişti. O mal ve ç ocukların yaratılmasındaki hikmeti bilmeyen ve onu hayrı için sarfederek şükredecek yerde hayra engel olmak ve hakka karşı burun şişirmek için toplayanlara onların bir iyilik ve lütuf değil, birer bela olduklarını tanıtmıştı ki, burada o haber verilerek b i r uyarıda bulunulmaktadır. Ve bunun, sade onlara ait bir tesadüften ibaret olmayıp önce ve sonra uygulanması gereken bir kanun olduğunu misal ve hikmeti ile son derece sade ve fakat pek derin mânâlara değinerek açıklamak üzere şöyle buyruluyor: Nasıl ki o cennet sahiplerini bir bela ile sınamıştık. Burada cennetten maksat, dünya cenneti, güzel bağ ve bostan demektir. Daha derin bakışla da vatan demektir. Elif-lâm ile yalnız burada böyle dünya cenneti mânâsında kullanılmıştır. Zira verilen misalin göste r diği gibi bu hikâye Araplar tarafından bilinirmiş. "Cennet sahipleri"nden maksat, o bağı kullanma hakkı ve yetkisi bulunanlar, ellerinde tutup idare edenlerdir. Bunun Kehf Sûresi'nde "Ve bağına girdi." (Kehf, 18/35) âyetinde olduğu gibi bir tek kişi mi s ali ile getirilmeyip "bağ sahipleri" diye çoğul kipiyle ortak bir mülk misali olarak getirilmesi, bireysel mülkün idaresinden ziyade toplum ve vatan kavramları açısından yapılmış bir temsil olduğunu gösterir. Hikâyenin, en meşhur rivayetlerde özeti şöy l edir: Yemen'de San'a'ya yakın Savran denilen yerde dinin emirlerine uygun hareket eden bir adamın güzel bir bağı vardı. Ona iyi bakar, ondan Allah hakkını yerine getirirdi. Derken vefat etti, bağ çocuklarına kaldı. Onlar ise insanları onun hayrından ist i fade ettirmediler ve Allah hakkını

kıskanıp cimrilik yaptılar. Sonuç yüce Allah'ın anlattığı gibi oldu: O zaman bela vermiştik ki yemin etmişlerdi. Hikâyeye bu şekilde önce yeminlerinden başlanmasında önemli nükteler vardır. Birincisi her sosyal bir işin bir akit ve sözleşme ile başladığını ve bundan dolayı neticede kâr ve zararın da ona bağlı bulunduğunu anlatır. İkincisi, yukarıda "her çok yemin edici" sözü en başta söylenmiş olduğu gibi burada da ondan başlanmış ve ettiği yeminin ne demek olduğunu v e giriştiği sözleşmenin ne dereceye kadar kendi ilmi ve gücü kapsamına girdiğini iyi düşünmeden kesin yemin ile bir işi üstüne almaya kalkışanların yalan yere yemin etmiş ve ondan dolayı başlarını nasıl belaya sokmuş oldukları gösterilmiştir. Çünkü bun l ar şuna yemin etmişlerdi: Her ne olursa olsun, kesinlikle sabahleyin o cenneti kesecekler.

SARM, bağ kesmek, üzüm ve meyve devşirmek anlamına geldiği gibi, bir şeyi kökünden kesip tamamen ayırmak anlamına da gelir. Bunlar gönüllerince bağın kendisini değil, meyvesini devşirmeyi kastetmiş olsalar da yeminlerinde şöyle demişlerdir: "Vallahi o bağı sabahleyin mutlaka ve kesinlikle keseceğiz". Oysa bu tamamen kendi ellerinde değildi. Gerek o bağın gerek kendilerinin sabaha çıkıp çıkmayacaklarını öyle ke s in bir şekilde bilemezlerdi.

18. Bir istisna da yapmıyorlardı. "İnşaallah", "Allah izin verirse" yahut "sağ salim sabaha çıkarsak", "bir kaza ve belaya uğramazsak" gibi bir şart, ilerisi için hesaba katılan bir kayıt koymuyorlardı. Çok kuvvetli ve kararlı olmak için yeminlerini yerine getirememek ve bu yüzden felakete uğramak ihtimallerini düşünmüyorlar, bir dönüm noktası bulunmasını istemiyorlardı. Yahut kendilerinden başka kimseye bir şey vermek istemiyorlar, onu kendilerinden başka birisinin kesebil e ceğini hesaba katmıyorlardı. Öyle kesin bir şekilde konuşup karar vererek uykuya yatmışlardı.

19 Fakat onlar uykuda iken Rabbin tarafından bir dolaşıcı, dolaşan ilâhî bir emir, bir âfet o bağın üzerinden her tarafını dolaşıverdi. Bir rivayete göre bağın bulunduğu vadiden bir ateş çıkıp o bağı kökünden yakarak kavurup bitirivermişti.

.

20. Derhal o cennet gibi bağ, sabaha kadar sırıma dönüvermişti.

SARÎM, tamamen kesilmiş veya kesik demektir. Meyvesi kesilmiş bağa, ürünü biçilmiş tarlaya, gecenin bir parçasına, hiçbir şey bitirmeyen kumluk bir yere de denilir. Burada birinci mânâda olabilirse de sonraki mânâlardan biriyle o bağın meyvesinin değil, kendisinin kökünden kesilip yanmış, kül gibi karara, kalmış olduğu rivayet edilmiştir. Demek ki yem i n ettikleri iş olmuştu, fakat gönüllerindeki gibi ve kendileri tarafından, lehlerine değil; hatırlarına getirmedikleri

bir şekilde aleyhlerine olmuştu, henüz haberleri yoktu.

21. Derken sabahleyin birbirlerine seslendiler.

22. Haydin, kesecekseniz ürününüz üzerine erkence koşun, dediler. Bunda iki hata ediyorlardı. Birisi o bağı yalnız kendileri yetiştirmiş, sade onların ekimi, kültürü imiş gibi, "ürününüz" diyorlar, sonra da "ürününüze" demiyorlar da "ürününüz üzerine" diyorlar. Onu ekin biçer gibi kesip bitirmek niyetiyle, düşmanın üzerine saldırır gibi kıymak kesin kararıyla aleyhine yürüyorlar, çünkü ondan kimseye bir şey bırakmak istemiyorlar, son derece hırslı hareket ediyorlar.

23. Onun için hemen fırladılar. Giderken gizlli gizli birbirilerine mızıldaşıyorlardı.

24. Sakın, bugün üzerinize bir yoksul sokulmasın diyorlardı. Hiç düşünmüyorlardı ki dün birbirleriyle sözleşirken birbirlerinin gönüllerini ancak yemin ederek rahatlatabiliyorlar, biricik güvenceyi onda buluyorlar, ondan kuvvet alıyorlar, ortaklık ve toplumlarını onunla kurabiliyorlardı. O bağ ve ekine ve onun ürünlerini toplamaya nail olabilirlerse yine bu sayede nail olabileceklerdi. Düşünmeleri gerekirdi ki o bağ ve ürün, kendilerinden önce onu onlara veren ve onla r uyurken onu gözetecek olan Allah'ındır. Onda bir Allah hakkı, Allah'ın yoksul kullarının nice hakları vardır. O yoksulları gözetmek, bu iyiliği bilme alâmeti olmak üzere Allah için onlara efendilik etmek, hem o bağı bozmaya giderlerken öyle despotça hare k et etmeyip mümkün olabildiği kadar onlardan bir kısmına da yararlanma imkanı vermek, hırs ve zorbalıkla bağlarına düşman çoğaltacaklarına ona gözleri takılabilecek olan fakirleri, babaları zamanında olduğu gibi az çok gözeterek hayırlarını isteyen duacı l ar, bekçiler yetiştirmek ve bunun kendileri için bir görev olduğunu unutmamak gerekirdi. Oysa onlar uykuda iken bağın ne olduğunu, ne duruma geldiğini hiç hesaba katmı(Zeker) fırlamışlar, "Sakın yanınıza bir fakir sokulmasın." diyerek, bunu da kimse işitme s in diye seslerini dahi kıskanır bir şekilde fısıl fısıl, mızıl mızıl birbirlerine uyarıda bulunarak hızla gidiyorlardı.

25. Ve sade bir engellemeye güçleri yeterek, yani hızlı bir engelleme ve zorbalığa, sırf bir hırs ve öfkeye güçleri yeterek erkenden gittiler. Demek ki topluluğun hızı ve despotluğu bireyden daha kuvvetli ve daha dehşet vericidir. Evet öyle gittiler, varacakları yere vardılar ama sonu ne oldu?

26. İşte şu şaşkınlık, şu yoksunluk, şu pişmanlık oldu: "Fakat bahçeyi gördüklerinde, biz her halde yanlış gelmişiz, yok, biz mahrum edilmişiz dediler".

Böyle şaşırdılar önce yalnız yollarını şaşırdıklarına hükmettiler, sonra da cezaya uğradıklarına, engel olmak istedikleri yoksullardan ziyade yoksun

bırakıldıklarına hükmettiler. Hayal kırıklığı ile o andan ve gelecekten bütün ümidi kesip ümitsizliğe düştüler. Eğer içlerinde aklı erer ölçülü davranan bir kişi bulunmasa idi o ümitsizlik içinde kalacaklar, o yoksunlukla inleyip gideceklerdi. Lakin içlerinde, önceden görüşünü açıklaması isten m emiş bir ortancaları, yani aralarında aklı erer, hakkı bilir, zorbalığı sevmez, bela karşısında şaşırıvermez, ölçülü davranan birisi vardı.

27. İşte şu şaşkınlık, şu yoksunluk, şu pişmanlık oldu: "Fakat bahçeyi gördüklerinde, biz her halde yanlış gelmi şiz, yok, biz mahrum edilmişiz dediler".

Böyle şaşırdılar önce yalnız yollarını şaşırdıklarına hükmettiler, sonra da cezaya uğradıklarına, engel olmak istedikleri yoksullardan ziyade yoksun

bırakıldıklarına hükmettiler. Hayal kırıklığı ile o andan ve gelecekten bütün ümidi kesip ümitsizliğe düştüler. Eğer içlerinde aklı erer ölçülü davranan bir kişi bulunmasa idi o ümitsizlik içinde kalacaklar, o yoksunlukla inleyip gideceklerdi. Lakin içlerinde, önceden görüşünü açıklaması istenmemiş bir ortancaları, yani aralarında aklı erer, hakkı bilir, zorbalığı sevmez, bela karşısında şaşırıvermez, ölçülü davranan birisi vardı.

28. O vakit o evsatları dedi. Burada evsat "ortanca" demek değildir. Üç veya beş kişiden ibaret imişler de bir en ortancaları varmış şeklinde anlamamalıdır. İbnü Cerir'in İbnü Abbas, Mücahid, Katade ve Dahhak'ten rivayet ederek açıkça belirttiği şekilde Bakara Suresi'nde "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık." (Bakara, 2/143) âyetinde vasat, adaletli mânâsına olduğu gibi burada da o n un üstünlük ismi olarak en doğru, en haktanır, en hayırlı, başka bir tabirle "en ölçülü" davranan demektir. Bundan dolayı bir toplum içinde baştan kıymeti bilinmemiş, söylediği dinlenmemiş bir şahsın kıymetini gösterir. Demek ki mesele, toplumu yok saya n aşırı bireycilerin, zorbaların, bencillerin zannettiği gibi ne sadece yalnız kalmada; ne de bireye hiç değer vermek istemeyen aşırı toplumcuların zannettikleri gibi yalnız toplumdadır. İkisi arası bir ılımlılık noktasındadır. Ruh ile beden gibi bireyin o r taya çıkışı toplumda, toplumun ayakta durması bireyde, başta ve sonda ikisinin en uygun durumu, kıvamı haktadır. Onun için bireyler hakkın birliğine dayanarak bir sözleşme yapmadan toplum meydana getiremediler, aynı zamanda sözleşme ve hareketlerinde doğ r uluk ve adaletin hakkını gözetmedikleri için de başarılı olamadılar. İşte içlerinde bunu bilen bir fert dedi ki: Demedim mi size? Tesbih etseydiniz ya! Yüce Allah'ın kusursuzluğunu tanısanız, onun eksiklikten uzak bir Allah olduğunu egemenliğini kimseye vermeyeceğini; alçaklığı, haksızlığı, zorbalığı sevmediğini bilseniz, hakkı gözetseniz, istisna yapsanız da zorbalığa sapmasanız. Bu, "vaktiyle beni niye dinlemediniz?" diye benlik sevdasıyla yapılan sadece bir sitem değil, bu kez düştükleri ümitsizlikte n kurtarmak ve ümitsizlikle Allah'a zulüm yakıştırmak gibi, ona karşı daha büyük bir küfür ve günaha düşmekten sakındırmak için sitem tarzında, edilen hatayı hatırlatarak tevbe etmeye ve uyanmaya bir çağrıdır. Bu sebeple uyandılar.

O vakit o evsatları d edi. Burada evsat "ortanca" demek değildir. Üç veya beş kişiden ibaret imişler de bir en ortancaları varmış şeklinde anlamamalıdır. İbnü Cerir'in İbnü Abbas, Mücahid, Katade ve Dahhak'ten rivayet ederek açıkça belirttiği şekilde Bakara Suresi'nde "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık." (Bakara, 2/143) âyetinde vasat, adaletli mânâsına olduğu gibi burada da onun üstünlük ismi olarak en doğru, en haktanır, en hayırlı, başka bir tabirle "en ölçülü" davranan demektir. Bundan dolayı bir toplum içinde başt a n kıymeti bilinmemiş, söylediği dinlenmemiş bir şahsın kıymetini gösterir. Demek ki mesele, toplumu yok sayan aşırı bireycilerin, zorbaların, bencillerin zannettiği gibi ne sadece yalnız kalmada; ne de bireye hiç değer vermek istemeyen aşırı toplumcuların zannettikleri gibi yalnız toplumdadır. İkisi arası bir ılımlılık noktasındadır. Ruh ile beden gibi bireyin ortaya çıkışı toplumda, toplumun ayakta durması bireyde, başta ve sonda ikisinin en uygun durumu, kıvamı haktadır. Onun için bireyler hakkın birliği n e dayanarak bir sözleşme yapmadan toplum meydana getiremediler, aynı zamanda sözleşme ve hareketlerinde doğruluk ve adaletin hakkını gözetmedikleri için de başarılı olamadılar. İşte içlerinde bunu bilen bir fert dedi ki: Demedim mi size? Tesbih etseydiniz ya! Yüce Allah'ın kusursuzluğunu tanısanız, onun eksiklikten uzak bir Allah olduğunu egemenliğini kimseye vermeyeceğini; alçaklığı, haksızlığı, zorbalığı sevmediğini bilseniz, hakkı gözetseniz, istisna yapsanız da zorbalığa sapmasanız. Bu, "vaktiyle b e ni niye dinlemediniz?" diye benlik sevdasıyla yapılan sadece bir sitem değil, bu kez düştükleri ümitsizlikten kurtarmak ve ümitsizlikle Allah'a zulüm yakıştırmak gibi, ona karşı daha büyük bir küfür ve günaha düşmekten sakındırmak için sitem tarzında, ed i len hatayı hatırlatarak tevbe etmeye ve uyanmaya bir çağrıdır. Bu sebeple uyandılar.

O vakit o evsatları dedi. Burada evsat "ortanca" demek değildir. Üç veya beş kişiden ibaret imişler de bir en ortancaları varmış şeklinde anlamamalıdır. İbnü Cerir'in İbnü Abbas, Mücahid, Katade ve Dahhak'ten rivayet ederek açıkça belirttiği şekilde Bakara Suresi'nde "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık." (Bakara, 2/143) âyetinde vasat, adaletli mânâsına olduğu gibi burada da onun üstünlük ismi olarak en doğru, en haktanır, en hayırlı, başka bir tabirle "en ölçülü" davranan demektir. Bundan dolayı bir toplum içinde baştan kıymeti bilinmemiş, söylediği dinlenmemiş bir şahsın kıymetini gösterir. Demek ki mesele, toplumu yok sayan aşırı bireycilerin, zorbaların, benc i llerin zannettiği gibi ne sadece yalnız kalmada; ne de bireye hiç değer vermek istemeyen aşırı toplumcuların zannettikleri gibi yalnız toplumdadır. İkisi arası bir ılımlılık noktasındadır. Ruh ile beden gibi bireyin ortaya çıkışı toplumda, toplumun ayakta durması bireyde, başta ve sonda ikisinin en uygun durumu, kıvamı haktadır. Onun için bireyler hakkın birliğine dayanarak bir sözleşme yapmadan toplum meydana getiremediler, aynı zamanda sözleşme ve hareketlerinde doğruluk ve adaletin hakkını gözetmedikle r i için de başarılı olamadılar. İşte içlerinde bunu bilen bir fert dedi ki: Demedim mi size? Tesbih etseydiniz ya! Yüce Allah'ın kusursuzluğunu tanısanız, onun eksiklikten uzak bir Allah olduğunu egemenliğini kimseye vermeyeceğini; alçaklığı, haksızlığı, zorbalığı sevmediğini bilseniz, hakkı gözetseniz, istisna yapsanız da zorbalığa sapmasanız. Bu, "vaktiyle beni niye dinlemediniz?" diye benlik sevdasıyla yapılan sadece bir sitem değil, bu kez düştükleri ümitsizlikten kurtarmak ve ümitsizlikle Allah'a z u lüm yakıştırmak gibi, ona karşı daha büyük bir küfür ve günaha düşmekten sakındırmak için sitem tarzında, edilen hatayı hatırlatarak tevbe etmeye ve uyanmaya bir çağrıdır. Bu sebeple uyandılar.

29. Önce dinlemedikleri öğüdü bu kez gördükleri felaket içinde dinlediler de, ey Rabbımız! Seni noksan sıfatlardan uzak tutarız. Bizler doğrusu zalimlermişiz dediler. Böyle Allah'ın noksanlıklardan uzak olduğunu söylediler ve kendi zalimliklerini, düşüncesiz yeminleriyle, yemin ederken istisna etmemek ve fakirl ere bakmamaya kesin

karar vermekle kendilerine yazık etmiş olduklarını itiraf ettiler.

30. Bununla da kalmadılar, dağılıp gidivermediler. Daha çok tevbe edip pişmanlık duyarak salih kişi olmaya yüz tuttular ve bir kısmı bir kısmına dönüp birbirlerini kınadılar. Gösterdikleri aşırılık ve ihmalden dolayı karşılıklı görüşme ve müzakereler yaparak her biri teker teker "ben şu kusuru ettim", "sen şöyle yaptın" diye kendi kendilerini kınayıp pişmanlıklarını anlattılar. Zemahşeri şöyle der: "Çünkü kimi ettik l eri zulmü güzel göstermiş ve ona teşvik etmiş, kimi onu kabul etmiş, kimi sakınılmasını emretmiş, ayıplamış, kimisi bunu emredene karşı çıkmış, kimisi razı olmadığı halde susmuş."

31. Nihayet şöyle karar verdiler de dediler yazıklar olsun bizlere, bizler gerçekten azgınlarmışız, cezayı hak etmişiz, bütün kusur bizim, Rabbimiz her yönden noksan sıfatlardan uzak, o halde öyle bir Rabbin kulu olan bizler niye ümidimizi keselim, niçin tevbe ile ona yüz tutmayalım, onu, o gelip geçici cenneti kusurumuzdan dolayı aldı ise biz samimiyetle ona yüz tuttuğumuz takdirde o bize onun yerine daha iyisini veremez mi?

32. Ola ki Rabb'imiz bize onun yerine ondan daha iyisini vere ki o asıl ahiret mükâfatı, öyle gam keder ve beladan uzak olan Naim cennetidir. Dünyada hayra yarayarak ona vesile olacak olan da onun başlangıcı demektir. Bununla beraber onlar bu isteği bile samimiyetlerini göstermek için yeterli bulmadılar da en sonunda şöyle dediler: Her halde biz ancak Rabbimizi arzulayıcıyız, bütün istek ve arzumu z u sadece ona çevirdik . Ona, onun rızasına ermek, bundan böyle hep onun için çalışmak isteriz. Verir, vermez; ona karışmayız. O artık onun bileceği bir şeydir.

33. İşte böyledir azab. Bilenleri, bilmeye ve anlamaya yatkın olanları böyle dünyada uyandırır, yola getirir, hakka teslim ettirir, daha büyük tehlikeden korunmasına ve daha büyük hayra ermesine vesile olur. Yüce Allah'ın bela vermesinin acı azap ile cezalandırmasının hikmeti de budur. Ve elbette ahiret azabı daha büyüktür. Mala değil, canadır. Geçici değil, sonsuzdur. O bir kez başa geldikten sonra uyanmanın faydası olmaz. Onun farkına varıldıkça şiddeti artar. O, o kadar büyük ve şiddetlidir ki içine düşen kurtulmaz. Onun insanı uyandırmasının faydası dünya azabı gibi bizzat içine düşülmesi n de değil, içine düşülmezden önce bilinmesinde, uzaktan bilinip dünyada iken korunulmasındadır. Evet ikisi de kesin bir uyanış faydası taşımakta, meydana gelmeden önce ilim ve iman ile önüne geçilerek korunabilmek hususunda ortaktır. Dünya azabı da fiilen m eydana geldikten

sonra olmasın olmaz. Bundan da korunmak ancak önceden bilinip mümkün olduğu kadar çaresine bakılarak sakınılmakla olur. Bununla beraber bu her nasıl olursa olsun geçer. Bu şekilde ilerisi için deneye dayanan bir ilim ile uyanık olma faydası bırakır. Fakat ahiret azabı sondur. O, deneye gelmez. Artık bütün deneyler onda tükenmiş neticesini vermiş bulunur. Bundan korunmak, meydana geldikten sonra deneme ile değil, Mülk Sûresi'nde geçtiği gibi işitme ve akıl ile haber verene iman ve işitilen, görülen dünya azaplarının acılığından, karşılaştırma yapmak suretiyle parçadan bütüne giden bir temsil ile bilinir. Onun için hem haber verilmiş, hem misal verilerek temsil yapılmıştır. Fakat bilselerdi. Bunlara "eskilerin masalları" diyen ve kendileri n e mal ve çocukları ile bela verilmiş olan o yalanlayıcılar o dünya azabını gördükten sonra olsun bunu bilselerdi, o cennet sahiplerinin cennetlerinden mahrum olduktan sonra en hayırlılarının kadrini bildikleri, uyarısını dinledikleri gibi bunlar da Peygam b erin duyurduğu âyetleri dinlerler, o kötü huylardan vazgeçerler, imana gelir, bütün istek ve arzularını Allah'a çevirerek o büyük ahiret azabından korunmaya çalışırlardı.

Bu cennet sahiplerinin daha sonlarının ne olduğuna gelince, bu Katade'ye sorulduğunda, sorana, "bana zor bir görev yükledin, demiş, yani "İşin bu yanı âyette açık açık belirtilmemiş, gaybla ilgilidir, bilmiyorum." demek istemiştir. Mücahid'in ise, "Tevbe ettiler, Allah da kendilerine daha hayırlısını verdi." dediği nakledilmiştir. İb n ü Mes'ud (r.a)'dan da şöyle rivayet edilmiştir: "Bana öyle ulaştı ki onlar çok ihlaslı davrandılar. Yüce Allah da oların bu doğruluğuna mükafat buyurdu da onun yerine öyle bir cennet verdi ki, ona "el-Hayevân" denilir. Onda öyle bir üzüm olur ki, bir sal k ımını bir katır götürür." "Âhiret yurdu ise, işte gerçek hayat odur." (Ankebut Suresi, 29/64) âyeti düşünülürse hayatın kendisi demek olan "el-Hayevân"ın ahiret yurdunun ismi olduğu anlaşılır. Şu halde İbnü Mes'ud'dan gelen bu rivayetin mânâsı, onlara sonraki samimiyetlerine karşılık Allah sonsuz hayat olan Ahiret cennetini verdi, demek olur. Bunlar "cennet" kelimesinin başına belirlilik takısı olan getirilmek suretiyle "O cennetin sahipleri" denilmesinin sebebi de onların bu güzel akıbetlerinin ol m ası gerektir.

Değil mi ki onların sonu ancak Allah'a dönmek ve onu arzulamakla neticelendirilmiştir. O halde şu gelen âyet, onların da akıbetlerine işareti kapsar:

Meâl-i Şerifi

34- Kuşkusuz korunanlar için de, Rableri katında nimetleri bol bahçeler vardır.

35- Öyle ya, teslimiyet gösterenleri suçlular gibi tutar mıyız hiç?

36- Neyiniz var, nasıl hüküm veriyorsunuz?

37- Yoksa size ait bir kitap var da onda mı okuyorsunuz?

38- O kitapta, "beğendiğiniz her şey sizindir" diye mi yazılı?

39- Yoksa, "ne hükmederseniz mutlaka sizindir" diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş, kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?

40- Sor bakalım onlara, içlerinden ona kefil hangisi?

41- Yoksa ortakları mı var onların? Doğru iseler ortaklarını getirsinler.

42- O gün işler zorlaşır ve secdeye davet edilirler. Fakat güç yetiremezler.

43- Gözleri düşük bir halde kendilerini bir zillet kaplar. Oysa onlar sapasağlam iken de secdeye davet ediliyorlardı.

44- Bu sözü yalanlayanı bana bırak. Onları bilmedikleri yönden derece derece azaba yaklaştıracağız.

45- Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim tuzağım sağlamdır.

46- Yoksa onlardan bir ücret istiyorsun da bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?

47- Yoksa gayb onların yanlarında da onlar mı yazıyorlar?

48- Rabbinin hükmüne sabret, balık sahibi gibi olma. Hani o öfkeye boğulmuş da nida etmişti.

49- Rabbinden bir nimet yetişmiş olmasaydı, elbette kınanacak bir halde ıssız bir diyara atılacaktı.

50- Fakat Rabbi onu seçti de iyilerden kıldı.

51- O kafirler Kur'ân'ı işittikleri zaman neredeyse seni gözleri ile devireceklerdi. Bir de durmuşlar "o bir deli" diyorlar.

52- Halbuki o âlemler için bir öğüttür.

34. "Şüphesiz takva sahipleri için" Ahiret azabının büyüklüğüne karşılık sevap ve mükafatının da büyüklüğünü açıklayan bu âyet, yukarıdaki "onlara bela verdik" âyetine karşılık olarak daha yukardaki "itaat etme" yasağının illeti yerine geçen ilâhî bir vaaddir. Yani o yalanlayan inkârcılara, o kötü ahlâkların sembolü olan bireylere, toplumlara uymada Allah'tan kortun. Çünkü bir taraftan biz onlara dünyada bela vermişizdir, o malları, oğulları, o cennet gibi yurtlar onlara kalmayacaktır. Uyanık olmadıkları takdirde ahiret azabı daha büyüktür. Diğer taraftan da, takva sahiplerine, yani inkârdan, günahtan ve kötü ahlâklardan ve bu gibilere uymaktan sakınıp Allah'ın azabından korunan takvalı kimselere özeldir. Rablerinin katında, O'nun birlik huzurund a Naim cennetleri gam ve kederden, bela ve sıkıntıdan uzak katıksız nimet ve mutluluk bağları, bostanları ki, o takva sahibi kişiler dünyada ona iman ederek ve vicdan rahatlığının zevkini tadarak ve o gayeye ermek için vazife şevki, temizlik neşesi, ibad e t huzuru ve hakikat aşkıyle; ahirette ise yüce Allah'ın cemalini, ona kavuşmanın safasını ve onun razı olduğunu görmenin lezzetini hakka'l-yakin tadarak sonsuz nimetler içinde mutlu olurlar.

35. Ya biz artık müslümanları yüzlerini ancak Allah'a tutmuş, esenliği düşünür, suç işlemekten korunur, güzellikle çalışır, temiz kalpli müslümanları hiç suç işleyenler gibi kılar mıyız? Gerçekte ikisinin akıbetlerini eşit yapar mıyız? Elbette suç işleyen akıbetini azap, müslümanın akıbetini Naim yapacağız. Burada müslüman mücrimin yani suç işleyenin karşılığı olarak zikredilmiştir.

MÜCRİM, suç işleyen demektir. Bunun başı da, suç işlemeyi vicdanen helal ve mübah saymaktır ki küfürdür. Böyleleri suç işlemekten ancak fiilî bir engel karşısında çekinirler.

MÜSLİM, bunun tam anlamıyla zıddıdır. Bunun imanı vardır. Suç işlemeyi vicdanında çirkin bilir, cezasına inanır; işlerse insanlık icabı bir hata ile veya zorunlu bir sebeple işler. Doğrusu inanmayanlar da suç işlemenin çirkin olduğunu

bilir. Onun için kend isine karşı işlenen bir suça öfke püskürür fakat kendi yaptığını suç saymaz, hoş görür. Çünkü suçu hak gözüyle değil, kendi keyfine göre ölçer, kendi üstünde bir hak tanımaz. Aslında o suçun çirkinliği kendisine sonsuza kadar bir ceza olacağını hesap etm e z. Âhirete inanmaz. Bunun bütün nedeni de verdiği hükümde yanılması, her hak ve yetkiyi kendisinde görmesidir. Tefsirlerin açıklamasına göre, Mekke'de kâfirler şöyle demişlerdi: "Öldükten sonra her şey biter. Müslüman ile suçlu eşit olur. Biz dünyada fırsatı kaçırmayız, canımızın istediğini yapar, dilediğimiz gibi hüküm verir, zevkimize bakarız. Bu nedenle öldükten sonra müslümanlardan daha iyi ölmüş oluruz. Şayet Muhammed'in dediği o öldükten sonra dirilme varsa, biz zevkimizi peşin almış oluruz".

36. İşte burada yüce Allah bunları şiddetle reddetmek ve kınamak için buyuruyor ki: Neniz var? Yani aklınıza ve fikrinize ne oldu? Yahut neyinize, hangi delilinize, kuvvetinize güveniyorsunuz? Nasıl hükmediyorsunuz?. Suçluları müslümanlardan daha iyi veya i kisini eşit nasıl tutuyorsunuz? Cezayı inkâr eden, iyiliği ve kötülüğü bir sayan, suçluyu müslümandan ayıramayan veya daha iyi tutan nasıl hakim olur?

37. Yoksa size ait bir kitap, sade sizin için indirilmiş ilâhî bir kitap var da, onda şu dersi mi okuyorsunuz?

38. Siz bu âlemde neyi beğenirseniz kesinlikle o sizindir diye, yahut her neyi seçerseniz kesinlikle lehinizedir diye, yahut her neyi hayır sayarsanız hakkınızdır diye yani sizin üstünüzde hükmedici bir hak, kendinizi uydurmaya mecbur olacağınız bir hakikat kanunu yok; "kün" yani "ol" emri sizin elinizdedir, her istediğinizi yaratır, her yaptığınız yanınıza kâr kalır, hayır ve şer sadece sizin irade ve isteğinize göre olur diye yalnız size ait bir düstur mu var? Çünkü yüce Allah kendine ö z el olan bu hakkı kimseye vermemiş, indirdiği kitaplarda, hatta ne rivayet edilen hadis ve haberlerde, ne akılda tutunabilecek böyle bir delil, bir kural, bir ilim indirmemiştir. İndirse idi, o sevda ile geçen, bu âlemi kimseye vermek istemeyen, bir an b i le başlarının ağrımasını arzu etmeyen nice zorbalar, nice devletler, nice milletler, nice bireyler, nice "bana göreci"ler, nice uzun emel ve arzular peşinde koşanlar inleye inleye burayı bırakıp gitmemiş, arkalarından kötülükleri ile anılmamış bulunurlardı. Hem herkes de sizin gibi aynı düsturla mücadele eder, yine sizin dediğiniz olmazdı. Yoksa başkalarına bir kitap verilmemiş olduğu halde, size ait olmak üzere öyle bir ders veren bir kitap mı var? Var da ondaki nakle dayanarak mı böyle hükmediyorsunuz? Y oksa sadece size özel olarak üzerimizde kıyamete kadar sürecek birçok yeminler, verilmiş sözler mi var?

39. Siz bu âlemde neyi beğenirseniz kesinlikle o sizindir diye, yahut her neyi seçerseniz kesinlikle lehinizedir diye, yahut her neyi hayır sayarsanız hakkınızdır diye yani sizin üstünüzde hükmedici bir hak, kendinizi uydurmaya mecbur olacağınız bir hakikat kanunu yok; "kün" yani "ol" emri sizin elinizdedir, her istediğinizi yaratır, her yaptığınız yanınıza kâr kalır, hayır ve şer sadece sizin irade ve isteğinize göre olur diye yalnız size ait bir düstur mu var? Çünkü yüce Allah kendine özel olan bu hakkı kimseye vermemiş, indirdiği kitaplarda, hatta ne rivayet edilen hadis ve haberlerde, ne akılda tutunabilecek böyle bir delil, bir kural, bir ilim i ndirmemiştir. İndirse idi, o sevda ile geçen, bu âlemi kimseye vermek istemeyen, bir an bile başlarının ağrımasını arzu etmeyen nice zorbalar, nice devletler, nice milletler, nice bireyler, nice "bana göreci"ler, nice uzun emel ve arzular peşinde koşanla r inleye inleye burayı bırakıp gitmemiş, arkalarından kötülükleri ile anılmamış bulunurlardı. Hem herkes de sizin gibi aynı düsturla mücadele eder, yine sizin dediğiniz olmazdı. Yoksa başkalarına bir kitap verilmemiş olduğu halde, size ait olmak üzere öyl e bir ders veren bir kitap mı var? Var da ondaki nakle dayanarak mı böyle hükmediyorsunuz? Yoksa sadece size özel olarak üzerimizde kıyamete kadar sürecek birçok yeminler, verilmiş sözler mi var?

40. Ey Muhammed! Sor bakalım onlara, içlerinden hangisi imiş ona kefil. Ne akla ne nakle dayanan hiçbir delilin, hiçbir akıl ve düşüncenin kabul edemiyeceği öyle bir hükmün doğruluğuna içlerinden kefil olacak kimmiş? Yahut Allah'tan öyle bir söz alan ve bunu yapmayı üzerine alanlar kimmiş?

41. Yoksa kendile rinin birçok ortakları mı var? Onlara o hükümde katılan, gönüllerinin isteğine taklit yoluyla uyan birçok ortakları veya kendilerinin uydukları ilahları var da onlardan aldıkları kuvvet ile hak ve hakikati değiştirebileceklerini ve istedikleri gibi müslüm a nları suçlulara benzetmeye Allah'ı mecbur tutacaklarını mı iddia ediyorlar? Öyle ise ortakları ile gelsinler. Eğer iddialarında doğru iseler! Çünkü dünya bir tarafa gelse Allah'ın bir hükmünü bozamaz, bir geçreği değiştiremez, hepsi hakkın karşısınd a aşağılanmaya ve kahrolmaya mahkûmdur.

42. O gün hakkın emri şiddetlenip iş büyümeye başlar. Âyette geçen "sâk" kelimesi, lügatte, topuktan baldıra doğru bacağın incik yerine denir. Bundan ağacın gövdesi gibi herhangi bir şeyin aslına da denir. Burada "Sâk" mutlak olarak zikredilmiş olup herhangi bir şeye nisbet edilmemiştir. Fakat Buhârî, Müslim, Nesaî, İbnü Münzir ve İbnü Merduye, Ebu Saîd (r.a)'den şöyle bir hadis rivayet

etmişlerdir: Peygamber (s.a.v) Hazretleri'ni dinledim, şöyle diyordu: "Rabbim iz sâk'ını açar, derhal ona her mümin erkek ve kadın secde eder. Dünyada görsünler ve duysunlar diye secde eden kalır. O da secde etmeye gider, fakat beli tutulur kalır". Bu hadiste ise Sâk kelimesi, "onun sâkı" şeklinde zamirle bir tamamlama halinde z i kredilmiştir. Bundan başka İshak b. Raheveyh Sened'inde, Taberâni, Darkutni Kitabu'r-rü'yet'inde ve Hakim sahih diye ve İbnü Merduye ve diğerleri de İbnü Mes'ud'dan Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Allah kıyamet günü ins a nları toplar ve buluttan gölgeler içerisinde iner de bir seslenici şöyle seslenir: "Ey insanlar! Sizi yaratan, size şekil veren, sizi rızıklandıran Rabbiniz, sizlerden herbir insana dünyada taptığı, kendine veli tanıdığına gitsin." der. Ve dünyada ilâh ta n ıdıkları şeyler onlara görünür, şekilleriyle karşılarına dikilirler. Hz. İsa'ya tapanlara İsa (a.s.)'ın Şeytanı görünür. Uzeyr'e tapanlara da keza, hatta ağaç, odun ve taşa varıncaya kadar herbirinin taptığı kendilerine gösterilir. Müslümanlar da diz çökm ü ş, göğsüne doğru yaslanmış bir durumda kalır. Onlara da yüce Allah görünür ve kendilerine: "Siz niye herkesin gittiği gibi gitmiyorsunuz? denilir. Onlar, "Bizim, derler, bir Rabbimiz vardır ki henüz görmedik". O vakit buyurur ki: "Siz Rabbinizi görseniz n e ile tanırsınız?" "Onunla bizim aramızda bir alâmet vardır, görsek onu tanırız." derler. "O nedir?" buyurur. Derler ki: "Sak'tan açar". O vakit Rahman, Sâk'ını açar, müminler hemen secdeye kapanırlar. Münafıklar ise sırtları tabak tabak içlerine şişler saplanmış gibi olur. Bu gibi hadislerde nasıl olduğu kavranamıyacak müteşabih bir anlam vardır ki yüce Allah onu zamanı gelince fiilen bildirecektir. Bizim anlayacağımız: "Sâk'ın açılması" gerçeğin ortaya çıkması, insanlardan dalgınlık perdelerini sıyırarak b ir şiddet ve dehşetle, hakkın vereceği hükmün doğru yolda olanlara rahmet ve bâtıl yolda olanlara öfke saçarak görünmeyen âlemden görünen âleme çıkmasını ifade eden ilâhî bir işarettir ki nasıl olacağını şimdi anlatma imkanımız yoktur. Bu bakımdan burada d a gibi bir simge vardır. Fakat müteşabih âyetlere mânâ verme sevdasına düşen birtakım kimseler bunlardan

Allah'ı cisim şeklinde gösterme ve onu başka bir varlığa benzetme, yani "Hiçbir şey ona benzemez." (Şura, 42/11) âyetinin zıddına olarak Allah'ı cisimlere benzetme sevdasına kapılmışlar, gizemci sofilerden birtakımları da, bunun tam aksine bu âyeti dış mânâsına yorumlayarak hakiki olmayan bir görünme anında aynen öyle olacağına inanmışlardır.

Zemahşeri der ki: "Sâk'ı açmak, baldırı açmak tabirleri, durumun şiddeti ve belânın çetinliğini anlatmak için misal olarak verilen sözlerdir. Bunun aslı korku, dehşet ve hezimet anında ve örtülü kadınların kaçarken paçalarını sıvamaları ve o sırada baldırlarını açmaları meselesindendir."

Fahreddin er-R âzi de şöyle der: Sâk'ın tefsirinde dört ayrı izah şekli vardır:

Birincisi: Şiddettir. İbnü Abbas'a bu âyetin tefsiri sorulduğunda şöyle demiştir: Size Kur'ân'dan bir şey gizli geldiği zaman onu şiirde araştırın. Çünkü şiir Arab'ın Divan'ıdır. Şairin şu sözünü işitmediniz mi?

"Senin kavminin boyunları vurmayı bize gelenek haline getirdi. Savaş, bize, birden bire alevlendi".

O gam, keder ve sıkıntı günüdür. Mücahid de ibn Abbas'tan bu günün, kıyametin en şiddetli ânı olduğunu rivayet etmiştir. Dilciler bu anlamda birçok beyit rivayet etmişlerdir. Bunlar dilcilerin, "sâk" kelimesinin şiddet mânâsında mecaz olarak kullanılmış olduğunu itiraf etmeleri demektir. Yüce Allah'a hakiki mânâda "sâk" yani bacak isnat etmenin kesin delillerle i mkansız olduğu bilindiğinden bunun mecaz olduğu ortaya çıkar.

İkinci görüş: Bu, Ebu Saidi Dariri'nin görüşüdür. Bir şeyin sâk'ı demek, onu ayakta tutan aslı demektir. Yani "durum aslında ortaya çıktığı, açıldığı gün" demektir. Kıyamet günü her şeyin hakikatleri ve asılları ortaya çıkacaktır.

Üçüncü görüş: Cehennem'in sâkı veya Arş'ın sâkı veya korkunç bir meleğin sâkı demektir. Fakat âyet sadece bir sâk'a işaret ediyor. Bunun hangi şeyin sâkı olduğuna lâfızda bir işaret yoktur.

Dördüncüsü: Müşebbihe'nin yani Allah'ı cisme benzetenlerin tercih ettiği görüştür ki, bunlar, "bu âyetten maksat Allah'ın sâkıdır" demişlerdir. Oysa yüce Allah cisme benzemekten yücedir. İbnü Mesud hadisi gibi gelen bazı rivayetleri

bir cismin baldırı şeklinde anlamak batıldır ve âyette "sâk" kelimesi belirli değil, belirsizdir.

Hâtim demiştir ki:

"Harbin kardeşi harbe alışıp onunla tanışmış. Savaşçı yiğit kişi, eğer harp onu ısırırsa o da harbi ısırır ve eğer harp paçalarını sıvarsa o da sıvar."

İbnü Rukayyat da şöyle demiştir:

"O dehşet, ihtiyara oğullarını unutturur ve gözden sakınılan namuslu hanım kızların baldırlarını açtırır."

Şu halde âyetinin mânâsı, "hakkın emri şiddetlenip iş büyümeye başladığı gün" demektir. Yoksa ne baldır vardır, ne de açma. Nitekim, kolları kesik fakat aynı zamanda cimri olan adam hakkında "eli bağlı" denilir. Oysa ortada ne el vardır, ne de bağ. Bu ancak cimrilik için söylenmiş bir meseledir. Burada Allah'ın insan gibi baldırı olduğu zannına kapı l ana gelince, bu onun kavrama yetisinin darlığından ve beyan ilmini iyi bilmediğindendir. Onun aldandığı şey İbnü Mesud hadisindeki, "Rahman, sâk'ını açar." kısmıdır. Oysa bunun mânâsı, "Rahmanın emri şiddetlenip iş büyüdüğü zaman" demektir ki o da kıyam e t günü "en büyük feryat" tır.

Bugün hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Çoğunluğun görüşü. Bugün kıyamet günüdür.

İkincisi: Ebu Müslim'in görüşüdür ki bugün kıyamet günü değil, dünyadadır. Ebu Müslim şöyle der: Bunun kıyamet gününe yorumlanması mümkün değildir. Zira bugünün özellikleri anlatılırken "secdeye çağrılırlar" buyurulmuştur. Oysa kıyamet günü ne tapınma, ne yükümlülük vardır. Bundan maksat, ya kişinin dünyadaki son günüdür. "Melekleri görecekleri gün, o gün müjde yoktur." (Furkan, 25/22) buyrulduğu üzere melekleri müjdesiz olarak görürler. Sonra insanları görür, vakti gelince namaza çağırırlar kendisi namaza güç yetiremez. Çünkü o vakit "Daha önce iman etmemiş kimseye o gün imanı fayda vermez."(En'âm, 6/158) buyurulduğu ü zere daha önceden îmana gelmemiş bir nefsin

o anda îman etmesi fayda sağlamaz. Yahut da hastalık, kocalık ve acizlik halidir. Oysa "Sağ salim kişiler oldukları ha

Önceki Sonraki





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)