Thread Rating:
  • 15 Vote(s) - 2.6 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Matematikde Cebir Nedir - Cabir Binabdullah r.a. Kimdir
#1
Oku-1 
   

Matematikde Cebir Nedir - Cabir Binabdullah r.a. Kimdir - Rail Demiryolu Nedir - CebRail جبريل Cibrîl Hakkinda Bilgi - Dıhyetü’l-Kelbî ( r.a.) - Hz. Cebrail’in

Dıhye suretine girmesi olayı hakkında bilgi


Cebir

Cebir, parçalanmış veya birleşmesi gereken parçalar anlamına gelir. Bu kelimelere sayı teorisi, geometri ve analizde dahildir. Matematik ilkokul işlemlerinden çember daire

alanları bulmaya kadar gider. Kolay olan matematik ilkokul ( öncül matematik), bir üstü kuramsal matematik ve modern matematiktir. İlkokul matematiği basit matematik

matematiğin her alanında kullanılmaktadır ve bunlara bilim mühendislik ve eczacılık örnek olarak verilebilir. Kuramsal matematik ileri matematiğin ağır ve sadece profesörler

tarafından çalışılan bir koludur.

Matematikle ilgili ilk çalışmalar yakın doğuda Harezmi tarafından yapılmıştır ve Ömer Hayyam ( 1050-1123) gibi isimler tarafından devam ettirilmiştir.

Temel ilkokul matematiği aritmetikten daha farklıdır çünkü aritmetikte bilinmeyen değerleri temsilen harfler kullanılmaktadır. x + 2 = 5 {\displaystyle x+2=5} {\displaystyle x

+2=5} denkleminde x {\displaystyle x} {\displaystyle x} bir bilinmeyendir ve x {\displaystyle x} {\displaystyle x} in değeri her iki tarafa -2 eklenmesiyle x = 3 {\displaystyle

x=3} {\displaystyle x=3} şeklinde bulunabilir. Kütle hız ilişkisinde E = m c 2 {\displaystyle E=mc^{2}} {\displaystyle E=mc^{2}} : E {\displaystyle E} {\displaystyle E} ve m

{\displaystyle m} {\displaystyle m} harfleri bilinmeyen değişkenleri ifade eder c {\displaystyle c} {\displaystyle c} ise sabit sayıdır. Cebir birçok matematiksel ifadenin

çözümünde yardımcı olur.

Cebir'i farklı anlamlarına ayırma;

Tarihsel açıdan cebirin birçok anlamı vardır, bunun sebebi cebirin anlamsal bolluğu ve çevresindeki anlam değiştiren etkenlerdir. Matematik gibi bir dalda bir kelimenin birden

fazla anlamının olması karışıklıklara yol açabilir. Bu yanlış anlamaları engellemek için kelimenin etrafına bazı sözcükler eklenir.

Tek bir kelime olarak tanımlandığında cebir matematiğin büyük bir kısmını kapsar.
Yalnız başına tanımlandığı zaman lineer cebir veya temel cebir olarak tanımlanabilir.

Matematiğin bir dalı olarak cebir ;

Cebirin oluşma dönemi ilk olarak bazı matematiksel sayıları harflerle simgeleyerek başladı. Örneğin bazı üstel fonksiyonlarda : a x 2 + b x + c = 0 , {\displaystyle ax^{2}+bx

+c=0,} {\displaystyle ax^{2}+bx+c=0,} formülündeki a , b , c {\displaystyle a,b,c} {\displaystyle a,b,c} harflerine verilebilecek değerler ile x {\displaystyle x} {\displaystyle

x}in değerleri bulnabilir ancak a {\displaystyle a} anın 0 {\displaystyle 0} {\displaystyle 0} olmaması gerekir. İlerleyen dönemlerde cebir, matemetiğin birçok farklı

dallarındada kullanılmaya başlamıştır; vektörler, martisler ve polinomlar gibi. Daha sonra bu tanımlar ccebirsel birimler olarak isimlendirilmiştir ve gruplar, yüzükler ve

alanlarda kullanılmıştır. 16. yüzyıl'dan önce matematikçiler; cebirciler ve geometriciler olarak iki gruba ayrılmışlardı. 16. ve 17.yüzyıllar sonuucunda matematiğin şu anki

haline ulaşmasında cebirin büyük katkısı olmuştur. 19. yüzyıl'ın ortalarında matematiğe yeni konular ve yenidallar eklenmesine rağmen cebirden her zaman faydalanılmıştır. Şu

günlerde cebirin konu yelpazesinden bazı parçalar çıkarılmış olsa da ( Mathematics Subject Classification[1] 08-Genel cebir sistemleri, 12-Alan teorisi and polinomlar, 13-

Birleşik cebir, 15-Lineer cebir ve multilineer cebir; matris teorisi, 16-Bağlantılı alan ve halka cebri, 17-Bağlantısız alan ve yüzük cebiri, 18-Kategori teorisi; homolojik

cebir, 19-K-teorisi and 20-Grup teorisi)gibi birçok temel konuyu içerisinde barındırmaktadır.
Etimoloji ;

Cebir kelimesinin kökeni Hârizmî tarafından yazılmış Ilm al-jabr wa'l-muḳābala arapça kitaptan gelmektedir. Kitabın isminin anlamı zorla yani cebirle bir hesabın yapılması

bilimi olarak çevrilebilir. Kelimenin algebra ( al-gebra) şeklinde İngilizceye eklenmesi ise ortaçağdaki İspanyol, İtalyan veya latinler sayesinde olmuştur. 12. yy.dan

başlayarak İtalyanların öncülüğünde Arapça yazılan eserler batı dillerine çevrilmeye başlanmıştır, Harazmi'nin Cebir kitabının da bu dönemde çevrilmiş olması ihtimali yüksektir.

Cebir kelimesi İspanyolca'da halen acil operasyon, ameliyat olarak kullanılmaktadır daha sonra matematiksel anlamları eklenmiştir.
Tarihi
François Viète in 16. yüzyılın başlarından itbaren yapmış olduğu çalışmalar cebiirn temellerini oluşturmuştur. 19.yüzyılın sonlarına kadar cebir genel olarak sadece denklem

teorileri barındırıyordu.

Cebirin öntarihi

Cebir ilk olarak Babilliler tarafından matematiksel prorblemleri çözmek amaçlı kullanılmıştır. Matematikte şu an lineer denklemler veya orta dereceli lineer denklemler

kullanarak çözülen problemlerin temellerini Babiller cebiri geliştirerek bulmuşlardır. Eski dönemlerde yaşamış olan çoğu Mısırlı, Çinli ve Yunan matematikçiler problem

çözümlerinde geomteri kökenli çözüm yollarını tercih ediyorlardı. Yunanlar kendi yarattıkları element matematiğini kullanırlardı ve bu yöntem ile birçok karışık sorunları

çözmeyi başarmışlardır ancak bu yöntemleri orta çağ İslamına kadar farkedilememiştir. Plato'nun döneminde birçok yunan matematikçi ani ve şiddetli bir değişime girmiştir.

Yunanlar bu dönemde kendi yarattıkları geometrik çözüm yollarını geliştirerek geometrinin temel kuramlarını kullandılar. O yılların belki de en iyi matematikçilerinden biri olan

Diophantus ve aynı zamanda Arithmetica kitabının yazarı, cebirsel ifadelerin matematiksel yollarla çözümleri için birçok formülü geliştiren kişi olmuştur ve ilerleyen zamanlarda

sayı teorisinin ve kendi yarattığı Diophantus denklemlerinin çıkmasını sağlamıştır. Matematiğin geliştiği ilk dönemlerde Harizmi ( d. 780–ö. 850) nin yazdığı The Compendious

Book on Calculation by Completion and Balancing isimli kitabı matematikte bazı görüşlerin oluşmasına neden oluyordu çünkü cebirin ve matematiğin temel disiplin kurallarının

geometri ve aritmetikten farklı olduğunu söylemiştir. Helenistik matematikçiler Diophantus ve Alexandria ve Hindistanlı matematikçi Brahmagupta, Mısır ve Babillilerin yaratmış

olduğu matematik kurallarını devam ettirdiler ve üzerlerine bir şeyler eklemek için çabaladılar. Yazmış oldukları kitaplardanda faydanalarak ilk kez içerisinde sıfır ve eksi

sayıların olduğu denklemleri çözmeyi başardılar. Denklemler teorisine göre incelenen cebirin en önemli iki ismi Diophantus ve al-Khwarizmi'nin çalışmaları yıllarca

incelenmiştir. Genellikle cebirin babası olarak Diophantus bilinir ancak Harizmi'nin al-jabr disiplin kuralları sonucunda bu ünvana onun sahip olması istenmektedir. Diophantus'u

destekleyen kişiler Al-Jabr deki cebirin biraz daha elementsel olduğunu ifade etmişlerdir kendi savundukları Arithmetica ve Arithmetica kitaplarının Al-Jabr 'dan daha teorisel

olduğunu söylemişlerdir. Al-Khwarizmi yi destekleyenler ise "çıkarma" ve "dengeleme" ( toplamanın tersi ve elemanların birbirlerini sıfırlaması) al-jabr kitabının cebiri her

şeyden ayrı tutup yeni teoriler üzerine kurulmuş olmasından dolayı sevmişlerdir,[2]. İranlı matematikçi Ömer Hayyam cebirsel geometrik çözümler ve küplü denklemler üzerinde

çalışmış biridir. Bir diğer İranlı matematikçi ise Şerafeddin el-Tusî'dir. O da fonksiyonların gelişiminde etkili biri olmuştur. Hint matematikçiler Mahavira ve II. Bhaskara,

İranlı matematikçi Al-Karaji,[3] ve Çinli matematikçi Zhu Shijie birçok küplü denklemin çözümünde etkili olmuşlardır.
Cebirin tarihi

1545'te Italyan matematikçi Girolamo Cardano Ars magna -Muhteşem sanat isimli kitabını yayınladı, 40 bölümlük harika bir sanat eseri ve ilk defa küplü ve üstlü denklemleri

anlatılmıştır. François Viète'nin 16.yüzyılın sonlarına doğru yapmış olduğu çalışmalar cebirin klasik disiplin temellernin atılmasını sağlamıştır. 1637 yılında René Descartes,

La Géométrie isimli kitabını yayınlamıştır ve analitik geometrinin ilk temelleri atılmıştır. Bir diğer önemli gelişmelerden biri ise 16.yüzyılın ortalarına doğru köklü ve küplü

denklemlerin çözülmesidir. Determinant formülü Japon matematikçi Kowa Seki tarafından 17.yüzyılda bulunmuştur ve buna takiben Gottfried Leibniz 10 sene sonra lineer denklemlerin

çözümünü kolaylaştırma adına matris'i yaratmıştır. Soyut cebir 19.yüzyılda geliştirilmiştir, şu anda Galois theory olarak bilinen denklemleri çözebilmek için

geliştirilmişlerdir. "Modern algebra" 19.yüzyıla kökleri dayanan önemli bir konudur örneğin, Richard Dedekind ve Leopold Kronecker,cebirsel sayı teorisi ve cebirsel geometri'yi

yarattığı kabul edilen ve kullanan kişilerdir.
'Cebir' kelimesini barındıran konular

Matematiğin alanları,

Temel cebir, okullarda gösterilen cebirsel denklemler
Soyut cebir, gruplar,halkalar ve cisim gibi cebirsel yapıların incelendiği alan
Lineer cebir, lineer denklemlerin, vektör uzaylarının ve matrislerin kullanıldığı cebir
Komütatif cebir, değişmeli halkaların incelendiği alan
Bilgisayar cebiri, bilgisayar program yazılımlarında kullanılan cebir
Homolojik cebir, topolojik katman çözümlerinde kullanılan cebir
Evrensel cebir, her cebirsel özelliğin incelendiği cebir
Cebirsel sayı teorisi, sayı ve rakamların cebirsel bir yönle araştırılması
Cebirsel geometri, eğik şekillerin hacim ve alan hesaplamalarında
Cebirsel kombinatorik, cebirsel metodların kombinatorik sorularına uygulandığı alan

Birçok matematiksel terim cebir olarak tanımlanır;

Bir cisim üzerindeki cebir .
Halka ve cisim üzerine tanımlanan birçok cebirin özel ismi vardır :
Bağlı cebir
Bağımsız cebir
Lie cebiri
Hopf cebiri
C*-cebiri
Simetrik cebir
Dış cebir
Tensör cebiri
Hesaplama teorisinde,
Sigma-cebiri
Bir grup üzerindeki cebir
Kategori teorisi
F-cebiri ve F-co cebiri
T-algebra
In logic,
Relational algebra, in which a set of finitary relations that is closed under certain operators.
Boolean algebra, a structure abstracting the computation with the truth values false and true. See also Boolean algebra ( structure).
Heyting algebra

İlkokul cebiri

İlkokul cebiri genellikle sadece aritmetik bilgisi olan öğrencilere cebirin temel kurallarını öğretmek amaçlı gösterilen bir cebir türüdür.En temel ve basit cebir türüdür.

Aritmatikte sadece sayılar ve aritmatiksel işlemler( +, −, ×, ÷) kullanılır. Cebirde ise sayılar genellikle değişken kabul edilir ve harflerle ifade edilir ( a, n, x, y ya da

z) gibi.
Cebirsel denklem birimleri :
1 – Üst
2 – katsayı
3 – terim
4 – işlem
5 – sabit teri
x y – değişkenler c – sabit sayı

Temel cebir kurallarının kullanılması ile basit bir bilinmeyenli denklemlerin çözüm şekilleri anlatılır, sayı çeşitleri doğal sayılar,ardışık sayılar gibi sayı türleri

anlatılır ve basit fonksiyonların özellikleri tanımlanır.

Polinomlar

x2 + 2x − 3 tarzındaki fonksiyonların x değerlerinin sıfır olduğu noktalarda çözüm kümesi bulunması denklemleridir. Her denklemin derecesine bağlı olarak kök türleri ve kök

sayıları değişme gösterir. Fonksiyon ve polinomlar birbirlerine bağlı birimlerdir ve matematik ile cebirin önemli ve ileriye bağlı konularının temelleriin oluşturan ciddi

konulardır.
3.dereceden bir polinomun grafiği

Ana madde : Polynomial

Cebirin öğretilmesi

Temel, basit cebirin genellikle onbir yaşına gelmiş olan çocuklara anlatılması tercih edilir. Amerika'da genellikle sekizinci sınıfta temel cebir öğretimi başlar. 1997'den beri

Virginya Üniversitesi gibi birçok üniversite bilgisayar yardımlı ve küçük gruplar halinde gençlere temel cebir eğitimi vermektedir.
Soyut cebir

Soyut cebir genellikle aritmatik ve sayı teorilerinin birleşimini ifade eden bir cebir türüdür; Setler : Sayı türlerini incelemekten ziyade soyut cebir matematiğin tüm

birimlerini bir çatı altında inceler ve tüm bu setler matrisler ve üstlü denklemler içerebilir bunlara ikinci veya üçüncü dereceden polinomların incelenmeside dahildir.

Denklemler arası işlemler : + ve - işlemlerinin yanı sıra * ve / işlemleri cebirin temel işlemlerindendir ve her denklem veya fonksiyon,polinom için çözülebilmeleri için

gerekli tanım araşlıkları ve çözüm kümelerinin bulunduğu alanlar sorularda önceden ayarlanmış ve bildirilmiş olmalıdır.

Etkisiz eleman : Bir denklemde sonucu yapılan işleme göre değiştirmeyen veya aynı tutan elemanlara etkisiz eleman denir. Yapılacak matematiksel işlemin türüne göre etkisiz

elemanlar değişkenlik gösterir örneğin bir çarpma işleminde etkisiz eleman bir iken, bir toplama işleminde bu eleman sıfırdır.

Ters elemanlar : Ters elemanlar bir sayının bölüm halinde yazılması ile oluşurlar a ∗ a−1 = 1 ve a−1 ∗ a = 1 gibi.

Dağılma özelliği : Matematiksel bir işlemde toplam veya çarpım halindeki elemanların grup halinde yerlerinin değiştirilmesi sonuçta bir değişikliğe neden olmaz. ( 2 + 3) + 4 =

2 + ( 3 + 4) genel olarak ( a ∗ b) ∗ c = a ∗ ( b ∗ c) ifade edilebilir.

Değişken özelliği : Toplamda veya çarpma işlemlerinde elemanların yerlerinin değiştirilmesi sonucu etkilemez ve buna cebirin değişme özelliği denir. 2 + 3 = 3 + 2 ve a ∗ b = b

∗ a
Gruplar

Gruplar genel olarak bir tanım aralığındaki setler ve bir çarpım işlemi olarak tanımlanır ve sonuç olarak :

e ∗ a işlemleri S setindeki bir çözüm elemanına eşit çıkar
S tanım aralığındaki her elemanın bir tersi vardır a ∗ a−1 ve a−1 ∗ a
Eğer a, b ve c , S 'in elemanları ise ( a ∗ b) ∗ c işlemi a ∗ ( b ∗ c) işlemine eşittir. Bir grup içerisindeki işlemler birbirlerini sıfırladıkları zaman eşitlik söz konuus

olur ve türlü şekillerde ifade edilebilirler ( a + b) + c = a + ( b + c). Rasyonel sayılarda bir( 1) eleamanı çarpım işlemlerinde etkisiz eleman görevi görür 1 × a = a × 1 =

a ve a is 1/a çünkü a × 1/a = 1.

Cebirsel Alanlar

Cebirsel işlemlerde gruplar arasında genellikle tek işlem bulunur en azından basit cebir kurallarına göre böyle kabul edilir. Detayı incelendiği zaman cebirsel alan ve yüzük

önemli bir hale gelir.

Bir yüzük matematiğinin iki temel işlemi vardır ( +) ve ( ×), × , + işlem sıraına göre daha öndedir. İlk işlem ( +) sonucunda bir abelian grubu oluşur. İkinci işlem sonucunda

( ×) dağılma özelliği ile işleme etki eder, ancak bu işlemler oluşurken herhangi bir şekilde bir kesir işlemini tanımsız duruma getirme veya fonksiyon tersi alınmasına ihtiyaç

duyulmadğı için cebirsel sistemde bir sorun oluşmamaktadır. Toplam işlemlerinin ( +) etkisiz elemanı 0 olarak kabul edilir ve toplam işlemlerini tersi a, −a olarak yazılabilir.

Dağılma özelliğinde ( a + b) × c = a × c + b × c ve c × ( a + b) = c × a + c × b, eşit olduğu için cebirsel sistemde çarpımın dağılma özelliği kullanılmış olmuştur.

[img]http : //image.1trk.net/uploads/147845078725941.jpg[/img]

Matematik ( Cebir) Biliminin Kurucusu Harizmi Kimdir?

Hârezmî ya da tam adıyla Ebû Ca'fer Muhammed bin Mûsâ el-Hârizmî, matematik, gökbilim ve coğrafya alanlarında çalışmış Fars bilim adamı.

Bazı Eski Kaynaklara Göre Hayatı ve Çalışmaları
Harezmî, IX. yüzyılda yaşayan ve cebir alanında ilk kez eser yazan Müslüman Türk matematik, coğrafya ve astronomi alimidir. Harezmî 780 yılında Harezm’de doğmuştur.İlim öğrenmek

amacıyla, kendi döneminin ilim merkezi olan Bağdat’a gitti.
Bağdat’taki bilimler akademisi Darülhikme’de görev alan Harezmî, matematik, astronomi ve coğrafya alanında değerli çalışmalar yaptı.
Harezmî, ilk defa, birinci ve ikinci dereceden denklemleri analitik metotla; bir bilinmeyenli denklemleri de cebirsel ve geometrik metotlarla çözmenin kural ve yöntemlerini

tespit etti. Matematikte ilk kez sıfır rakamını kullanan Harezmî, cebir bilimini metodik ve sistematik olarak ortaya koydu. Kendisinden önceki cebire ait konuları, yine ilk kez

‘cebir’ adı altında sistemleştirdi.

Harezmî, matematik, astronomi ve coğrafya alanında çok sayıda eser yazdı. Yeryüzünün çapına ait hesaplarını Kitâbu Sûreti’l-Arz adlı kitabında topladı. Bu eserde, Nil Nehri’nin

kaynağını açıklayan Harezmî, Batlamyus’un astronomik cetvellerini de düzeltti. Güneş ve ay tutulmasına dair incelemelerini topladığı Zîcü’l-Harezmî adlı eserinde ise, astronomi

için gerekli trigonometri bilgi ve cetvellerini de verdi. Harezmî, 850 yılında Bağdat’ta vefat etti. Üç oğlu olup, hepsi de matematik ilmi üzerinde ciddi çalışmalarıyla tanınır.

780 yılında Özbekistan'ın Karizmi kentinde doğan Harizmî'nin bulduğu ve tüm dünyanın kullandığı semboller..Her sembol, temsil ettiği sayı kadar açıya sahip..

Yedikıta tarih ve kültür dergisinin yer verdiği konu da Harezmi avrupanın referans aldığı rakamları bulduğunu yazmıştır.. Dediğimiz gibi açılara göre sayıların şekilleri

belirlenmiştir.


ESERLERİ ŞÖYLEDİR;


Matematik ile ilgili eserleri
El- Kitab'ul Muhtasar fi'l Hesab'il Cebri ve'l Mukabele
Kitab al-Muhtasar fil Hisab el-Hind
El-Mesahat

Matematik alanındaki çalışmaları cebirin temelini oluşturmuştur. Bir dönem bulunduğu Hindistan’da sayıları ifade etmek için harfler ya da heceler yerine basamaklı sayı

sisteminin ( onluk sistem) kullanıldığını saptamıştır. Harezmî'nin bu konuda yazdığı kitabın Algoritmi de numero Indorum adıyla Latinceye tercüme edilmesi sonucu, sembollerden

oluşan bu sistem ve sıfır 12. yüzyılda batı dünyasına sunulmuştur.

Astronomi ile ilgili eserleri
Zîc-ul Harezmî
Kitab al-Amal bi'l Usturlab
Kitab'ul Ruhname
Coğrafya ile ilgili eserleri
Kitab surat al-arz
Tarih ile ilgili eserleri
Kitab'ul Tarih



CÂBİR BİN ABDULLAH ( radıyallahü anh )

Ensâr-ı kiramın büyüklerinden. Babası da müslüman olup künyesi Ebû Abdullah veya Ebû Abdurrahmân’dır. Annesinin ismi Nesibe’dir. ( m. 601) yılında Medine’de doğmuş olup, 77 (

m. 694) yılında 95 yaşında Medine’de vefât etmiştir. Cenâze namazını Medine Vâlisi bulunan Hazreti Osman’ın oğlu Ebân kıldırmıştır.

Bizzat Resûlullah’dan ( aleyhisselâm ) ilim öğrenmiş sonra Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Ebû Ubeyde, Talha, Muaz bin Cebel, Ammar’dan ( r.anhüm) öğrenmeye devam etmiştir.

Sonra ilim neşretmeye başlamıştır. Mekke, Yemen, Kûfe, Basra, Mısır’dan onun derslerini dinlemeğe gelenlerde bulunurdu. Bunlar hadîs, tefsîr, fıkıh ilimlerini tahsil ederlerdi.

Bütün ömrünü Resûlullahın ( aleyhisselâm ) hadîs-i şeriflerini neşr etmeğe vakfetmiş, çok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden, Atâ bin Ebî Rebah, Mücâhid bin Cebr, Ebû

Süfyân, Talha bin Nafi, Sa’îd bin Müseyyeb, Vehb bin Keysan, Şa’bî, Ka’b bin Mâlik gibi tabiînin büyükleri rivâyette bulunmuşlardır. Toplam 1540 hadîs-i şerîf bildirmişdir.

Bunlardan 210 hadîs-i şerîf, Sahih-i Buhârî ve Sahih-i Müslim’de mevcûttur. Bunların 68’i her ikisinde 26’sı yalnız Buhârî’de, 126’sı da yalnız Müslim’de yer almaktadır.

Rivâyetleri son derece sağlam ve ihtiyâtlıdır. Tabiînin her tabakası onun ilminden istifâde etmiştir.

Câbir bin Abdullah hazretleri sahabenin en büyük fıkıh âlimlerinden idi. Daha Resûlullah’ın sağlığında sorulan suallere cevap verir, müftîlik yapardı. Bu onun fıkıh ilmindeki

yüksekliğine en büyük delîldir.

Câbir hazretleri tefsîr ilminde de Eshâb-ı kiramın ileri gelenlerinden idi. Âyetlerin nüzûl ( iniş) sebeblerini bilmek ve belagatı husûsunda Eshâb-ı kiramın ileri gelenlerinden

idi.

Tefsîrine örnek :

“Tezekkî eden muhakkak kurtulmuştur” âyet-i kerîmesindeki Tezekkî’yi şöyle tefsîr etmiştir : “Allahü teâlâ’dan başka ilah olmadığına, benzeri, eşi, ortağı olmadığına, Hazret-i

Muhammed’in hak peygamber olduğuna, şehâdet etmektir.”

Câbir bin Abdullah’ın, babası Abdullah bin Amr, ikinci Akabe bîatında İslâmiyeti kabûl etmiş ve Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) tarafından Benî Hasan’a nakîb olarak ta’yin

edilmişti. Bu sıralarda Câbir ( radıyallahü anh ) genç bir delikanlı idi. Yedi kızkardeşi olup, erkek kardeşi yoktu. Ümmü Ma’bed, kızkardeşlerinin en üstünü idi.

Câbir bin Abdullah’ın ( radıyallahü anh ) babası, Uhud gazâsında şehîd olunca, Amr bin Hasanoğullarının reîsi olmuştu. Kendilerine mahsûs Aynü’l Erzak taraflarında bir

çeşmeleri vardı. O devirlerde çeşme veya kuyusu olanlar, diğer halkı bundan para ile istifâde ettirirlerdi. Bu çeşme Hazreti Muâviye zamanında Medine Vâlisi Mervan bin Hakem

tarafından istimlâk edilerek halkın istifâdesine sunuldu.

Câbir bin Abdullah ( radıyallahü anh ) Bedir ve Uhud gazâlarına iştirâk ettiği rivâyeti varsa da doğru olanı iştirâk etmediğidir. Çünkü, yedi kız kardeşine bakacak kimseleri

de yoktu. Babası, kızlarının, kimsesiz kalmaması için oğlunu harbe iştirâkten men ederek; “Oğlum, şu kızların kimsesiz kalmalarını düşünmesem, senin gözümün önünde şehîd olmanı

isterdim” demiştir. Babasının şehîd olmasını şöyle anlatır :

“Babam, Uhud’da şehîd olmuştu. Kızkardeşim bana bir deve vererek; “Git, babamızı bu devenin üzerinde taşı. O’nu Selemeoğullarının kabristanına göm” dedi. Ben de deveyi alarak

harb meydanına gittim. Yanımda birkaç kişi daha vardı. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), babamı, harb yerinden alarak aile kabristanına götürmek istediğimi anladılar. O

sıralarda Resûl-i ekrem Uhud’da bulunuyorlardı. Beni huzûrlarına çağırdılar ve; “Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki; Abdullah da arkadaşları, ile

gömülecektir.” Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) bu sözü üzerine ben de babamı taşımaktan vazgeçtim. Onu Uhud şehîdleri ile birlikte gömdüm.”

Câbir bin Abdullah’ın ( radıyallahü anh ) babası şehîd olduğu zaman bir hayli borcu vardı. Bu borçların mühim kısmı, etrâfta oturan Yahudilere idi. Babasının şehâdetinden

sonra, alacaklılar, Câbir bin Abdullah’ı sıkıştırarak alacaklarını istemişlerdi. Fakat Câbir bin Abdullah’ın elindeki malları borcunu ödeyecek miktarda değildi. Küçük bir hurma

bahçesinden başka bir şeyinin olmadığını, borcunun bir kısmını gelecek seneye tehirini istedi. Çok zor durumda kalan Câbir bin Abdullah, halini insanların en merhametlisi olan

Peygamberimize ( aleyhisselâm ) arz etti. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) hurmaları toplamasını ve kendilerine haber vermelerini buyurdular.

Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) Câbir bin Abdullah’ın evine gittiklerinde, “Alacaklıları çağırın” diye buyurdular. Alacaklılar geldi : Hepsine haklarını verdikten sonra bir

miktar hurma yine Câbir bin Abdullah’a ( radıyallahü anh ) kaldı. Peygamberimiz mucizeyi Eshâb-ı kirama anlatmasını Câbir bin Abdullah’a ( radıyallahü anh ) emir buyurdu.

Hendek gazâsında, Resûl-i ekrem efendimizin maiyetinde bulunan Câbir bin Abdullah ( radıyallahü anh ) o günleri şöyle anlatır : “Hendek muharebesinde Resûl-i ekrem (

aleyhisselâm ) ile Eshâbı üç gün ağızlarına bir lokma koymamışlardı. Bu sırada Resûl-i Ekrem’e dikkat etti. Mübârek karınlarına taş bağlamışlardı. Hendek kazmakla meşgûl olan

Eshâb, bir taş parçasını kıramadıklarını Peygamber efendimize haber verdiler.

Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) onlara : “Siz bu kaya parçasının üstüne biraz su serpiniz” buyurmuştu. Sonra külünkü almış ve kayaya üç defa vurmuşlar her vuruşlarında

kuvvetli bir ateş çıkmış, Yemen, İstanbul, Faris illeri görünmüştü. Bunun hikmeti sorulduğu zaman Peygamberimiz “Buraların müslümanlar tarafından feth edileceğini”buyurmuşdu.

İşte bu sıkıntılı ve ızdıraplı günlerden birinde, Hazreti Câbir’in evinde bir miktar arpa ile bir oğlak vardı. Hanımıyla konuşarak; onları Resûl aleyhisselâm ve beraberindeki

birkaç Eshâba ikram etmeye karar verdiler. Zaten fazla kimseye yetecek kadar değildi. Câbir ( radıyallahü anh ), Resûl aleyhisselâma gelerek, “Biraz, yemeğim var, siz ve bir

kaç kişi buyurun” dedi. Resûl aleyhisselâm, “Peki, hanımına söyle, ben gelinceye kadar yemeği ocaktan indirmesin, arpa ekmeğini de tandırdan çıkarmasın” buyurdu. Hazreti Câbir

hendek mahallinden ayrılıp evine döndü. Biraz sonra Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), bütün hendek ahalisini Câbir’in ( radıyallahü anh ) dâvetine çağırmışlardı. Yüzlerce

sahâbî bu davete icabet ederek O’nun evine geldiler. Câbir ( radıyallahü anh ) gelenleri görüp, bir yemeğe, bir gelenlere bakarak, mahcubiyetinden ne yapacağını şaşırmıştı.

Sonra Resûlullah geldi ve yemeği ortaya koymalarını emretti. Yemeği dağıtmaya başladılar. Gelenlerin hepsi yediği halde yemek yine bitmemişti.

Câbir’in ( radıyallahü anh ) babası Uhud da şehîd oldu. Kardeşleri kimsesiz kaldı. Bunun üzerine dul bir kadın olan Süheyl binti Mes’ûd ile evlendi. Yedi kız kardeşine

bakabilmek için böyle dul birini tercih etmişti. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bunu duyunca “İsâbet ettin” buyurmuştur.

Hazreti Câbir yakışıklı, sevimli, güzel ahlâklı, sünnet-i seniyyeye uymakta çok gayretli; merhametli, nazik, gönül alıcı muhterem birisiydi. Hazreti Câbir’in evi Mescid-i

Nebî’den bir mil ( 2 kilometre) uzak olmasına rağmen her namazı Peygamber efendimizle, Mescid-i Nebî’ye gelerek kılar idi. Hakkı söylemede, adâletten ayrılmaz, emr-i ma’rûf ve

nehy-i münkeri bildirmede çok gayret gösterirdi. Resûl-i ekrem’in ( aleyhisselâm ) nasıl namaz kıldığını görmek isteyen ona gelir, Câbir ( radıyallahü anh ) da onlara tarif

ederdi.

Buyurdular ki : Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) Mekke’de on sene kalarak herkesin toplandığı Ukdağ ve Mecenne gibi panayırlarda ve Mina dağına çıkarak halka hitaben :

“Rabbimin, risâletini tebliğ için bana kim yardım ederse, cenneti kazanır.” derdi. Fakat, Ebû Cehil, Ebû Leheb gibi kâfirler “Bizi bunun için mi çağırdın; sakın inanmayın der”

insanları aldatırlardı. Nihâyet biz Yesrib’den gelerek Resûl-i Ekrem’i ( aleyhisselâm ) bulup, O’na inanmış olarak yardım ederdik. Gelen müslümanlara Resûl-i ekrem, Kur’ân-ı

kerîm okurdu. Onlar da döndüklerinde ailelerine İslâmiyeti tebliğ eder, onların imân ile şereflenmelerini sağlarlardı.

Gönülleri îmân ile dolu olan, Peygamberimizi her şeyden çok seven müslümanlar toplanarak : “Resûl-i Ekrem’e ( aleyhisselâm ) müşrikler tarafından hakaret, eziyet edilmesine

ne zamana kadar müsaade edeceğiz?” dediler. Bunun üzerine içimizden 70 kişi hac mevsiminde Medine’den hareket ederek Resûl-i ekrem’i bulduk. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) ile

Akabede mülakat etmek üzere anlaştık. Birer, ikişer o mevkide toplandık. Resûl-i Ekrem’e ( aleyhisselâm ) “Size bîat edeceğiz” dedik. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) “Bana

iyi ve fenâ zamanlarda itaat etmek, darlık ve bolluk zamanında infak etmek, emr-i bil Ma’rûf ve nehy-i anil münkere riâyet etmek, her sözü Allahü teâlâ için söyleyerek, bu yolda

birşeyden korkmamak bana yardım etmek, canlarınızı, mallarınızı, çocuklarınızı her neden koruyorsanız beni de öyle korumak üzere bîat ediniz, mükâfatınız Cennettir”buyurdu.

Resûlullah ( aleyhisselâm ) sözlerini bitirdikten sonra kalkıp ona bîat ettik.

Bizzat Peygamber efendimizden işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır :

“Resûlullah ( aleyhisselâm ) birinin evi önünde nehir olsa, her gün beş kere bu nehirde yıkansa üzerinde kir kalır mı?” diye sordu. Eshâb-ı kiram “Hayır Yâ Resûlallah” dedi.

Resûlullah “İşte, beş vakit namazı kılanların da böyle küçük günahları affolur.”

“Tabakları parmakla, parmağı ağızla siliniz.”

“Allahü teâlâ benim ümmetime, Ramazan-ı şerîfde beş şey ihsân eder ki, bunları hiçbir Peygambere vermemiştir :

1. Ramazanın birinci gecesi, Allahü teâlâ mü’minlere rahmet eder. Rahmetle bakdığı kuluna hiç azâb etmez.

2 İftar zamanında, oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan daha güzel gelir.

3 Melekler, Ramazanın her gece ve gündüzünde, oruç tutanların afv olması için duâ eder.

4 Allahü teâlâ, oruç tutanlara, âhırette vermek için, Ramazan-ı şerîfde Cennetde yer tayin eder.

5 Ramazan-ı şerîfin son günü, oruç tutan mü’minlerin hepsini afv eder” buyurdu.

Medine’de mescidde dikili bir odun vardı. Peygamber efendimiz hutbe okurken, bu direğe dayanırdı. Minber yapılınca, direğin yanına gitmedi. Odundan ağlama seslerini, bütün

cemaat işittiler. Peygamberimiz minberden inip direğe sarıldı. Ağlama sesi kesildi. “Eğer sarılmasaydım benim ayrılığımdan kıyâmete kadar ağlayacaktı.” buyurdu.

“Paranız ile, önce kendi ihtiyâçlarınızı alın, artarsa çoluk çocuğunuzun ihtiyâçlarına sarf edin. Bundan da artarsa, akrabanıza yardım edin.”

Rail - Demir yolu ulaşımı

Bir yerden bir yere madeni bir yol üzerinde, mekanik bir güçle hareket ettirilen araçlar içinde, insan ve eşya taşımasını temin eden tesislerin hepsine birden demir yolu denir.

Buradan demir yolunun bir bütün olduğu, sadece, ray, travers ve balasttan ibaret bulunmadığı, istasyon binalarının, köprü ve tünellerin, lokomotif depolarının, telgraf, telefon

direkleri ve benzerlerinin de demir yolunun bir parçası olduğu ve tarifte sözü geçen taşıma işine yardımcı her tesisin aynı şekilde demir yolunun bir kolunu teşkil ettiği

anlaşılır. Bu tariften iyi bir demir yolunda sadece yolun iyi nitelikte olmasının yeterli olmayacağı, bütün tesislerin aynı şekilde iyi olmasının gerektiği, dolayısıyla bunu

temin etmenin de çok büyük masraflara yol açacağı kendiliğinden anlaşılır.[kaynak belirtilmeli]

Traversler üzerine özel tertibatla bağlanan rayların ucuca eklenmesi ile, elde olunan paralel iki demir şerit, en basit şekliyle bir demir yolu olur. Burada ray dizileri

arasındaki iç yüzlerden ölçülen uzaklığa hattın açıklığı denir.

George Stephenson'un yaptığı ilk yolda bu açıklık 4 ayak 8½ parmak = 1435 mm idi. Bundan sonra başkaları tarafından yapılan hatlarda farklı açıklıklar kullanıldı. Ve kısa

zamanda Birleşik Krallık'ta yedi muhtelif açıklıkta yol meydana geldi, bir hattan diğerine geçişte meydana gelen zorluklar sebebiyle bu keyfiliğe son verme lüzumunu duyan

hükümet 1846'da çıkarılan bir kanunla bunu yaptı ve açıklık olarak 1435 mm kabul edildi.

Bugün bütün Dünya'da Japonya, Rusya ve bazı diğer ülkeler hariç 1435 mm normal açıklık olarak kabul edilmiştir. Yolda kabul edilen bu tek açıklık sayesindedir ki, bugün

Londra’dan çıkan bir vagonun hiç kesilmeden Kars’a kadar devamı sağlanır.

Tarihi

Arkeologlar Mısır'daki bir piramitin yakınında M.Ö. 2600 yıllarında yapıldığı sanılan bronz ray kalıntılarını gün ışığına çıkarmışlardır. Piramidin yapımında kullanılan taşların

ocaklardan taşınmasında bu raylardan yararlanıldığı sanılmaktadır. Mısır'da kullanılan ray örneğinden, lokomotif yapımının gerçekleşmesine dek binlerce yılın geçmesi

gerekmiştir. Bu süre içinde raylar, özellikle maden ocaklarında, hayvanların ya da insanların ağır maddelerle yüklü araçları daha kolay çekmelerini sağlamak amacıyla

kullanılmıştır. Bu raylar genellikle tahtadan kimi zaman da rayın dayanıklılığını arttırmak amacıyla metallerle kaplanarak yapılmaktaydı. İlk demir ray 1738 yılında

İngiltere'de, Cumberland'daki bir maden ocağında kullanılmıştır. Demiryollarındaki asıl gelişim ise buhar makinelerinin gelişmesi ile olmuştur. 1804 yılında Richard Trevithick

ilk lokomotifi inşa ederek 24 Şubat günü Galler'deki bir kalay madeninde kullanmıştır. 27 Eylül 1825'te ise kamu hizmetine giren demir yolları ve lokomotifler yolcu ve yük

taşımaya başlamasıyla sanayi devrimini de başlatmış sayılır.

İlk elektrikli yol ise 1879 yılında Berlin'de deneysel olarak inşa edilmiş ve bu tarihten sonra özellikle şehir içi tramvay taşımacılığında elektrikli hatlar kullanılmaya

başlanmıştır.

Osmanlı Devleti'nde demir yolları

Osmanlı Devleti'nde ilk demir yolu ulaşımı 1854'te Kahire-İskenderiye hattında yapıldı.Anadolu da ilk demir yolu İzmir-Aydın arasında yapıldı. Osmanlı'da demir yolu ağırlıklı

olarak II. Abdülhamit döneminde yapılmıştır.
Abdülhamit zamanında yapılan demir yolları ve diğer eserler Osmanlı tarihinin en yoğun dönemi olmasının sebebi, gelişen teknoloji ve 33 yılı aşkın iktidarı boyunca Avrupa ile

geliştirilen ilişkiler olarak görülmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti'nde demir yolları

Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırlarındaki ilk demir yolu 1860 yılında bir İngiliz şirketi tarafından kurulan İzmir-Aydın hattının bir bölümüdür. Sonra sırasıyla 1865'te İzmir-

Kasaba, 1869-1877 yılları arasında Şark Demiryolları ( Rumeli hattı) döşendi. Daha sonra 1872'de Anadolu-Bağdat ve Cenup demir yolları, 1892'de Mudanya-Bursa, 1899'da Horasan-

Sarıkamış ve Sarıkamış-sınır hatları döşendi ve büyük demir yolları olarak Amasya, Samsun demir yolları ağı döşendi. En fazla demir yolu Cumhuriyet döneminde yapılmıştır.


Cebrâîl Cibrîl Kimdir?

Cebrâil ( Arapça : جبرائيل Cibrâ'îl veya جبريل Cibrîl, İbranice : 'גַּבְרִיאֵל') ( Tanrı'nın cebr-i gücü), İbrahimî dinlerde Tanrı'nın vahiylerini peygamberlere ulaştıran melektir.

İslam'da Cebrail

İslam’a göre peygamberlere vahiy getirmek, Allah'ın emir ve yasaklarını bildirmekle vazîfeli melektir.

Cebrâil'in ismi Kur’ân'da ayrıca Cibrîl, Rûh-ul-Emîn ve Ruhu'l-Kudüs diye de zikredilmektedir. Cebrâil kelimesi lügatta "Allah'ın kulu" mânâsındadır. Cebrâil’e ayrıca Nâmûs-ı

Ekber de denilmiştir.

Cebrâil, Muhammed'e Mekke yakınındaki Hira Dağında ibâdet ve tefekkürle meşgul iken gelerek ilk vahyi getirmiştir : "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı "alak"dan yarattı.

Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir." ( Alâk 96/1-5 )

Cebrâil her şekle girebilirdi. Muhammed'e aslî şekliyle, biri Hira Dağında ve diğeri Miraç esnâsında Sidret-ül-müntehâda olmak üzere iki defâ görünmüştür. Cebrâil’in çoğunlukla

ashâbdan Dıhye-i Kelbî sûretinde geldiği anlatılır. Cebrâil yirmi üç yıla yakın bir sürede Kur’ân âyetlerini peyderpey ve çeşitli şekil ve sûretlere girerek Muhammed'e

ulaştırmıştır.

"De ki : Cebrail’e kim düşman olabilir? Kendinden öncekileri onaylayan, doğru yolu gösteren ve inananlar için müjdeci olan bu Kur’an’ı senin kalbine o, Allah’ın izni ile

indirmiştir.” ( Bakara 2/97).

“Onu güvenilir Ruh ( Cebrail) indirmiştir. O Kur’ân, elbette âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.” ( Şuara 26/193-194)

“Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip izniyle ona tercih ettiğini vahyeder. O yücedir ve hakimdir.” ( Şûrâ 42/51).
Görevi ve özellikleri
İsminin etimolojisinden de anlaşıldığı gibi İslam dininde Cebrail'in çok kuvvetli bir melek olduğuna inanılır. Cebrail'in görevi vahiy getirmektir, yani Allah'tan peygamberlere

haber ve bilgi taşır. İslam’a göre bütün peygamberlere vahiy getiren Cebrail’dir. Kur'an'da Cebrail'in Allah yanında önemli bir yeri olduğu belirtilir.

Melek

Melek ( Arapça : ملاك, İbranice : מלאך, Latince : Angelus, Yunanca : Άγγελος), dini bir terim. Melek, birçok dinde inanılan semavi yaratıklara verilen isimdir. Meleklerin

görevleri Tanrı'ya hizmet etmektir. Meleklere inancın var olduğu her din ve inançta melek kavramına bakış farklıdır.

Etimoloji

Batı dillerinde kullanılan Angel Yunanca elçi anlamına gelen Angelos’tan alınmadır. Semitik dillerde ve Türkçede kullanılan melek ise İbranice "m l k" kökünden gelir.[1]

Melek, malik, mülk, malik’ül mülk, memlük gibi kelimelerin köken aldığı "m l k"’in İsraillilerin komşuları olan Amon’luların tanrısı Molek ( molech, moloch)’in isminden

türetildiği düşünülür. Bu ilişki cehennem bekçisi malik açısından düşünüldüğünde daha açıktır.

“Bana ait olan bu tapınağa iğrenç putlarını yerleştirerek onu kirlettiler. Ben-Hihnom Vadisi’nde Molek’e sunu olarak oğullarını, kızlarını ateşte kurban etmek için Baal’ın

tapınma yerlerini kurdular. Böyle iğrenç şeyler yaparak Yahuda’yı günaha sürüklemelerini ne buyurdum, ne de aklımdan geçirdim.” ( Yeremya : 32 : 34-35)
Musevilikte melek

Musevilik'de İbranice'si Mal'akh olan melek, Tanrı tarafından belirli bir görevi yerine getirmek amacıyla yaratılan, günahsız yaratıklardır.

Museviliğe göre meleklerin cinsiyeti olmaz ve yemek içmek gibi ihtiyaçları da yoktur ancak, görevleri icabı insan kılığına büründüklerinde bir cinsiyete sahip gibi

görünebilirler ve bu durumdayken yiyip içebilirler.

Melekler doğrudan Tanrı'nın direktiflerine göre hareket ederler ve inisiyatif kullanamazlar. Musevilikte başlıca büyük melekler şunlardır.

Michael, Gabriel, Rafael, Uriel, yani Ölüm meleği ( Azrail) olan Malah Hamavet.

İslâm'da melek

Meleklere inanmak İslam dini akidesinin bir parçasıdır, yani iman esaslarındandır. Buna göre İslam dininde meleklerin varlığına ve İslam dininin melek görüşüne inanmayan kişi

iman etmiş olmaz. Konuya Kur'an'da 2/285 ve 2/177'de değinilmiştir.

İslam dininde melekler, yemeyen, içmeyen, erkeklik ve dişiliği olmayan, uyumayan, günah işlemeyen, gözle görülmeyen, nurdan varlıklar olarak nitelenmiştir. Görevleri, mahlukatı

Allah'ın ismiyle seyredip, Allah'ın kudret ve sanat eserlerini o türlerde görerek, Allah'ı bütün eksikliklerden tenzih ve tespih etmek, ve Allah'a ibadet etmektir. Ayrıca

insanlar dışındaki mahlûkatın Allah'a karşı yaptıkları ibadeti Allah'a sunmakla yükümlüdürler. Bunun yanında hayvanların ve bitkilerin görevlerini onlara ilham etmek ve irade

ile olan hareketlerine müdahale etmek, vaziyetlerini bir şekilde düzenlemek ile de vazifelidirler. İslam inancına göre meleklerin bu görevleri onların ibadetleridir. Mahlûkat

üzerinde gerçek bir tasarrufları yoktur. Yaptıkları ancak Rablerine karşı dua etme konumunda kalarak, neticeyi Allah'ın yaratmasını istemeleridir. Bu İslâm'daki tevhîd inancının

bir gereğidir. Tevhîd inancına göre evrende olan bütün her şey Allah tarafından yaratılır. İnsan, melek ve benzeri bütün mahlûkatın iradeleriyle istemeleri ise, vücuda

getirilmek istenen şeyin yaratılmasını Allah'tan talep etmekten ibarettir.[2]

İslam dinine göre meleklerin iradeleri vardır. Fakat insandan çok farklı olarak Allahın emrine karşı çıkmaya iradeleri yoktur; sadece emredileni cüzzi iradesiyle yerine getirir.

Dolayısıyla günahsız varlıklardır. Aynı sebepten ötürü makamları sabittir.[3]

İslam dininde, Kur'an'da veya hadislerde meleklerin sayıları ve çeşitleri tam olarak belirtilmemiştir. Yine de bazı melek çeşitleri ve görevleri gerek Kur'an'da, gerekse

hadislerde belirtilmiştir. İslam dininde özellikle dört büyük melek olarak anılan dört baş melek vardır. Bunlar : Cebrâil, Mîkâîl, İsrâfil ve Ölüm meleği ( Azrâîl)'dir.

Cibril Hadisi

Cibril Hadisi, Abdullah bin Ömer'in babası Ömer bin Hattab yoluyla naklettiği Sünni İslamda "İmanın 6 şartı" ve "İslamın 5 şartı" gibi inanışlara temel oluşturan ve farklı

rivayet zincirlerine göre farklı versiyonları olan tanınmış bir hadistir. [1]

Prof. Dr. Süleyman Ateş bu hadis için "uydurmanın ince ayarlısı" tabirini kullanmıştır.[2]

Ömer, bir gün İslam dininin son peygamberi Muhammed bin Abdullah ile otururken yanlarına farklı görünüşlü bir yabancı gelmiş, çeşitli sorular sormuş ve verilen cevapları da

duyduktan sonra gitmiştir. O kişi ayrıldıktan sonra aratılmış ama bulunamamıştır. Gelen kişinin insan görünümüne girmiş Cebrail ( Cibril) meleği olduğunu anlamıştır. Nitekim

hadisin ismi de meleğin isminden gelmektedir.

İslam'ın beş şartı bu hadise dayanılarak oluşturulmuştur. Hadiste, vahiy Cebrail sahabelerden Dıhye kılığına bürünerek peygamber ve arkadaşlarını ziyaret eder, peygambere

çeşitli sorular sorar :

"Ya Muhammed! Bana İslam'ın ne olduğunu söyle!' Muhammed : 'İslam; Allah'tan başka tanrı olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın elçisi olduğuna tanıklık etmen, namazı

dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir' buyurdu. O zat : 'Doğru söyledin' dedi.


Beyaz Elbiseli Melek ve Hikmet : Cibril Hadisi

عَنْ عُمَرَ بْنِ الخطابِ ، رَضِيَ اللَّهُ عنه ، قال : «بَيْنَمَا نَحْنُ جُلُوسٌ عِنْدَ رَسُولِ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، ذَات يَوْمٍ إِذْ طَلَعَ عَلَيْنَا رَجُلٌ شَدِيدُ بَيَاضِ الثِّيَابِ ، شَدِيدُ سَوَادِ الشَّعْرِ ، لا يُرَى عليْهِ أَثَر السَّفَرِ ، ولا يَعْرِفُهُ مِنَّا أَحَدٌ ، حَتَّى جَلَسَ إِلَى النَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، فَأَسْنَدَ رُكْبَتَيْهِ إِلَى رُكْبَتيْهِ ، وَوَضَعَ كَفَّيْهِ عَلَى فخِذَيْهِ وَقَالَ : يا محمَّدُ أَخْبِرْنِي عَنِ الْإسلام فقالَ رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : اَلْإِسْلاَمُ أَنْ تَشْهَدَ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ ، وأَنَّ مُحَمَّداً رسولُ اللَّهِ وَتُقِيمَ الصَّلاَةَ ، وَتُؤتِيَ الزَّكاةَ ، وتَصُومَ رَمضَانَ ، وتَحُجَّ الْبيْتَ

إِنِ استَطَعتَ إِلَيْهِ سَبيلاً.

قال : صدَقتَ . فَعجِبْنا لَهُ يسْأَلُهُ ويصدِّقُهُ ، قَالَ : فَأَخْبِرْنِي عن الإِيمانِ . قَالَ : أَنْ تُؤْمِن بِاللَّهِ وملائِكَتِهِ ، وكُتُبِهِ ورُسُلِهِ ، والْيَوْمِ الآخِرِ ، وتُؤْمِنَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وشَرِّهِ .قال : صَدَقْتَ قال : فأَخْبِرْنِي عن الإِحْسَانِ . قال : أَنْ تَعْبُدَ اللَّه كَأَنَّكَ تَراهُ . فإِنْ لَمْ تَكُنْ تَراهُ فإِنَّهُ يَراكَ قَالَ : فَأَخْبِرْنِي عَنِ السَّاعةِ . قَالَ : مَا الْمَسْؤُولُ عَنْهَا بِأَعْلَمَ مِنَ السَّائِلِ . قَالَ : فَأَخْبرْنِي عَنْ أَمَاراتِهَا . قَالَ : أَنْ تَلِدَ الْأَمَةُ رَبَّتَهَا ، وَأَنْ تَرى الحُفَاةَ الْعُراةَ الْعالَةَ رِعاءَ الشَّاءِ يتَطاولُون في الْبُنيانِ ثُمَّ انْطلَقَ ، فلبثْتُ ملِيًّا ، ثُمَّ قَالَ : يا عُمرُ ،

أَتَدرِي منِ السَّائِلُ قلتُ : اللَّهُ ورسُولُهُ أَعْلمُ قَالَ : فَإِنَّهُ جِبْرِيلُ أَتَاكُمْ يُعلِّمُكم دِينَكُمْ »

Ömer İbnü’l-Hattâb radıyallahu anh şöyle dedi :

Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda bulunduğumuz sırada, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, üzerinde yolculuk eseri bulunmayan ve

hiçbirimizin tanımadığı bir adam çıkageldi. Peygamber’in yanına sokuldu, önüne oturdu, dizlerini Peygamber’in dizlerine dayadı, ellerini ( kendi) dizlerinin üstüne koydu ve :

- Ey Muhammed, bana İslâm’ı anlat! dedi.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem :

- “İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı ( tastamam) vermen, ramazan orucunu (

eksiksiz) tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâbe’yi ziyâret ( hac) etmendir” buyurdu. Adam :

- Doğru söyledin dedi. Onun hem sorup hem de tasdik etmesi tuhafımıza gitti. Adam :

- Şimdi de imanı anlat bana, dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem :

- “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir.” buyurdu.

Adam tekrar :

- Doğru söyledin, diye tasdik etti ve :

- Peki “ihsan” nedir, onu da anlat, dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem :

- “İhsan, Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdu.

Adam yine :

- Doğru söyledin dedi, sonra da :

- Kıyâmet ne zaman kopacak? diye sordu.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem :

- “Kendisine soru yöneltilen, bu konuda sorandan daha bilgili değildir.” cevabını verdi.

Adam :

- O halde alâmetlerini söyle, dedi.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem :

-”Cariyelerin sahiplerini doğurması, yalın ayak, başı kabak, çıplak koyun çobanlarının, yüksek ve mükemmel binalar kurmada birbirleriyle yarışmalarıdır. “ buyurdu.

Adam, ( sessizce) çekip gitti. Ben bir süre öylece kalakaldım. Daha sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem :

- “Ey Ömer, soru soran kişi kimdi, biliyor musun?” buyurdu. Ben :

- Allah ve Rasûlü bilir, dedim.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem :

- “O Cebrâil’di, size dininizi öğretmeye geldi.” buyurdu.

Müslim, Îmân 1, 5. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6.



HAZİNE SANDIĞI

“Cibril Hadisi” diye meşhur olan bu hadis, içinde birçok hikmet incisi taşıyan bir hazine sandığı gibidir. Şimdi hazine sandığını açıp hikmet incilerini temâşa edelim :

a) Sünnetin Vahye Dayanması

Hadisimizde en başta gelen hikmet, vahiy meleği Cebrâil’in rehberliğinin Kur’ân’la sınırlı olmayıp hadisleri de içine aldığı gerçeğidir. Bu hadiste, Cebrail aleyhisselamın

Sevgili Peygamberimize sorular sorup tasdik etmesi, ayrıca Peygamber aleyhisselamın, “O Cebrâil’di, size dininizi öğretmeye geldi.” buyurması, Cibril hadisinde geçen bilgilerin

vahiy kaynaklı ve vahyin kontrolünden geçen bilgiler olduğunu gösterir. Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Rabbimiz. “O ( Peygamber) kendi hevâ ve hevesinden konuşmaz. Onun konuştukları

ancak bildirilen vahiydir.”[1] buyurmakla bu gerçeğe işaret etmekte, Sevgili Peygamberimiz ( s.a.s) de hadislerinde, “Dikkatinizi çekerim! Bana Kur’ân’la birlikte onun benzeri

( yani sünnet) de verildi…”[2] buyurarak Sünnetin kaynağını haber vermektedir.

Hikmet deryasındaki yolculuğumuza sırasıyla devam edelim :

b) Beyaz Elbise ve Eğitimde Kıyafetin Önemi

Cibril Hadisinde Cebrâil aleyhisselâmın beyaz elbiseli bir insan suretinde gelip sorular sorması, üzerinde durulması gereken bir husustur. Sevgili Peygamberimiz ( sas), “Beyaz

elbise giyiniz, zira beyaz elbise giymek daha temiz, daha hoştur. Ölülerinizi de beyaz bezlerin içinde kefenleyiniz” buyurmuştur.[3] Yine bu konuda Efendimiz aleyhisselâmın,

“Kabirlerinizde ve mescitlerinizde Allah’ı ziyaret etmenizde en güzel elbise hiç şüphesiz beyaz olanıdır.” hadisi de vardır.[4] Ayrıca beyaz elbisenin elbiselerin en hayırlısı

olduğu da bildirilmiştir.[5] Beyaz elbise kiri hemen gösterdiğinden diğer elbiselere nazaran daha temiz tutulur. Ayrıca beyaz renk, yavaş hareket etmenin, rahatlığın ve huzurun

rengidir.[6] Bu yüzden de en hoş, en hayırlı elbisedir.

İbadet mekânlarıyla eğitim öğretim ortamları teenni, huzur ve rahatlığa en çok muhtaç olunan yerlerdir. İbadette hedeflenen huşû ve ruhsal doyum ile eğitimde arzulanan yüksek

verim ancak böyle sağlanır. Bu yüzden mescitlere ve eğitim öğretim ortamlarına beyaz elbiselerle gitmek gayelere ulaşmada iyi bir yardımcıdır.

c) Diz Üstü Oturuş ve Eğitimdeki Yeri

Hz. Peygamberin alışkın olduğu oturuş tarzı daha çok dizlerinin üzerine oturma şeklidir.[7] Cibril hadisinde de hem Rasûlullah aleyhisselamın, hem de Cibril’in diz üstü

oturdukları sabittir. Cebrail aleyhisselam dizlerini Rasulullah aleyhisselamın dizlerine dayamış, ellerini de kendi dizleri üzerine koymuştur. Namaz oturuşlarında şart kılınan

diz üstü oturuş şekli, Cuma hutbelerini dinlerken de özellikle teşvik edilmiştir. Bütün bunlardan eğitim ve öğretimde vücudun gergin olmasıyla zihnin uyanık kalmasını temin

etmesi bakımından diz üstü oturmanın daha etkili olacağını öğrenmiş oluyoruz. Ayrıca hocaya yakın olmak ve elleri sabit tutmak da gerekir.

d) Eğitimde Soru Cevap Metodu

Eğitimde soru cevap metodu, son derece etkili bir yöntemdir. Çünkü soru soran öğrenmeye hazır durumdadır.[8] Cibril hadisinde, insan suretinde gelen Cebrail’in, ilgi uyandıran

kişiliğiyle sorular sorup cevapları tasdik etmesi, oradaki müminlerde büyük bir merak ve konuşulanları dikkatle takip edip öğrenme isteği uyandırmıştır. Rasulullah Efendimiz (

sas), sahâbîlerini eğitirken soru cevap metodunu sıklıkla kullanmıştır. Kimi zaman Kendisi onlara sorular sormuş, çoğunlukla da onların sorularına muhatap olmuştur.

e) İslam Sarayının Temeli ve Ana Direkler

Sevgili Peygamberimiz ( s.a.s) bir grup sahâbenin önünde kendisine, “Ey Muhammed, bana İslâm’ı anlat!” diyen Cebrâil aleyhisselâma net bir cevap vermiş ve ilmihâl

kitaplarımızda formülleştirilen İslâm’ın beş esasını saymıştır. Efendimiz aleyhisselam başka bir hadisinde, “İslâm beş esas üzerine kurulmuştur…”diye ifade buyurarak İslâm’ı bir

binaya benzetmiştir.

Efendimiz aleyhisselam, iyice tanıyıp benimsememiz için bize İslam sarayını genel olarak tanıtmaktadır. Öncelikle bu sarayı ayakta tutan en önemli unsur, binanın temelidir. Bu

temel, hadisimizde “Allah’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in ( s.a.s) Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmek” diye bildirilmiştir. Şehâdeteyn denilen bu iki tanıklık,

aynı zamanda binanın bütün unsurlarında da kendisini gösterir. Bunlar âdeta binanın olmazsa olmazı olan çimento ve demir gibidir. İslâm’da yegâne ilah olarak Allah’ı tanımak;

yani en çok O’nu sevip O’ndan korkmak, kayıtsız şartsız O’na boyun eğip mutlak kanun koyucu olarak sadece Allah’ı kabul etmek İslam’ın ruhu, hayatın can suyudur. Hz. Muhammed

aleyhisselamı Allah’ın Elçisi olarak kabul etmek, yani hayat yolunda biricik önder ve rehber olarak benimsemek ise İslâm’ın resmi, hayatın solmayan rengidir.

Cibril hadisinde geçen, namaz, zekât, oruç ve hac İslâm sarayının ana sütunlarıdır. Ayrıca başka bir hadiste Rasûlullah aleyhisselâmın, Kendisine biat etmeye gelen Hz. Beşir b.

Hasâsiye’ye bu dört esasın yanı sıra şart koştuğu cihad da[9] İslâm binasının olmazsa olmazlarındandır. Bu beş esastan namaz, dinin direği[10] ve mü’minin miracı; zekât,

İslâm’ın köprüsüdür.[11] Oruç ( cehennemden koruyan) bir kalkan[12], hac ise günahları temizleyicidir.[13] İnsanla İslâm arasındaki engelleri kaldırmak ve Hakkı hâkim kılmak

adına var güçle çalışmak anlamına gelen cihâd ise İslâm’ın zirvesidir.[14]

f) Altı Koldan Gönle Dolan İman

Cebrâil aleyhisselâmın, “Bana imanı anlat.” demesi üzerine Peygamber Efendimizin imanı tarif etmek yerine, bu suali imanın kapsamını anlatarak cevaplaması manidardır. Bir

kavramı öğretirken o kavramın genel manası biliniyorsa, kapsamının anlatılması bilgiye derinlik kazandırır. İman nurunun Mü’min kalbini, altı gözeden girip aydınlattığını

bilmek, her bir gözeye özel özen göstermeye götürür. Hiç şüphesiz iman ışığı öncelikle Allah’a iman gözesinden geçerek diğerlerine ulaşır. Gözelerden birinin bile tıkanması

kalbi karanlıklara boğar, daralması ise onun ışığını azaltır.

Bizler gönlümüzün iman nuruyla ışıl ışıl aydınlanmasını istiyorsak Allah’a iman ederken, Onun üzerimizdeki eşsiz murakabesini, meleklere iman ederken her yaptığımızın kayda

geçtiği gerçeğini, kitaplara ve Peygamberlere iman ederken bütün ilahî kitapların ve gönderilmiş Peygamberlerin özde tevhide davet ettiğini ve Son Nebi ( s.a.s) ile O’na inen

Kur’ân’ın önceki bütün Risâletleri kapsadığını daima göz önünde tutmalıyız. Ahirete imanımız, yaptığımız zerre kadar hayrın ve zerre miktarı şerrin karşılığını mutlaka

göreceğimiz sonsuzluk yurdunu unutmadan yaşamamızla anlam kazanır. İmanın tadını almamız, üzüntü ve tasadan kurtulmamız hayrı ve şerriyle kadere tam iman etmemize bağlıdır.

g) Kullukta En Üstün Kıvam : İhsân

Sevgili Peygamberimiz ( sas), Cebrail aleyhisselamın, “Bana ihsandan bahset.” ifadesine karşılık olarak, “İhsan, Allah’a, O’nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen O’nu

görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor.” buyurmuştur. Kullukta en üstün kıvam olan ihsana ulaşmak, gönüldeki iman aydınlığının en üst seviyeye ulaşmasına bağlıdır. Bu seviyeye

ulaşmak için de Allah’ın her an bizi gördüğü şuurunun daima canlı tutulması gerekir. Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz ( c.c.), “Her nerede olursanız olun, O ( Allah) sizinle

beraberdir.”[15] buyurarak vicdanımızda bu şuuru uyandırmak ister. Sevgili Peygamberimiz de ( sas), “Kişinin nerede olursa olsun Allah’ın kendisiyle beraber olduğunu bilmesi,

imanın en üstün mertebesindendir.” buyurmuştur.[16] Bizden istenen bütün bir hayatı ihsân şuuruyla yaşamamızdır.

h) Peygamber Gaybı Bilir mi?

Bu sorunun cevabı hem evet, hem de hayırdır. Mutlak olarak gaybı sadece Allah bilir. Yaratılanlar bilemez. Peygamberler de yaratılan insanlardan seçildiğine göre onlar da gaybı

bilemez. Ne var ki Yüce Allah bazen Peygamberlerine gaybı bildirir. İşte o zaman onlar da gaybı bilmiş olurlar. Cibril hadisinde Peygamberimiz, kıyametin ne zaman kopacağını

bilmediğini gayet beliğ bir şekilde ifade ederken, Kıyametin alametlerden bir kısmını bildirmiştir. Çünkü Yüce Allah geleceğe ait bu gayb bilgisini ona vahiyle bildirmiştir.

“…( Yaratılanlar) Onun ilminden dilediği kadarı dışında hiçbir şey elde edemezler…” [17]

“…Allah size gaybı bildirecek değildir. Fakat Allah Peygamberlerinden dilediğini seçip ( ona gaybı bildirir)…”[18]

I) Efendilerini Doğuran Kadınlar

Sevgili Peygamberimizin ( s.a.s) bize kıyamet alametlerini anlatırken kullandığı, “cariyelerin sahiplerini doğuracakları” ifadesi oldukça ilgi çekicidir. Hadisimizdeki,

annelerin kendilerine köle muamelesi yapacak kızlar ( ve erkekler) doğuracağı şeklinde anlaşılabilecek gerçek, sanırız hiçbir asırda bugünkü kadar görünür olmamıştır.

Evlatların, insanlar içinde en fazla saygı göstermeleri gereken annelerine karşı akıl almaz saygısızlıkları; hatta eziyetleri maalesef her gün karşılaşılan olaylar haline

gelmiştir.

i) Çobanların Gökdelenleri

Cibril Hadisinde bildirilen iki kıyamet alametinden ikincisi, yalın ayak, başıkabak, çıplak koyun çobanlarının, yüksek ve mükemmel binalar kurmada birbirleriyle yarışmalarıdır.

Bu alâmet de günümüzde sıkça rastlanan durumları işaret etmektedir. Şöyle ki, günümüz dünyasında köy hayatından şehir hayatına geçişler teşvik edilmekte, helal haram gözetmeden

kolayca para kazanma kapıları ardına kadar açılmaktadır. Bunun sonucu olarak bir zamanlar fakir ve muhtaç durumda olan birçok insan bir anda zenginleşebilmektedir. Günümüzde

zenginliğin göstergesi olarak çeşitli amaçlar için kullanılan yüksek katlı binalar alabildiğine yaygınlaşmıştır. Bu binalar aynı zamanda kişisel ihtiraslara dayanan rekabetlerin

de sembolleri olmuştur.

Hiç şüphesiz Allah Rasûlü ne söylemişse doğrudur. Rasûlullahın, beyaz elbiseli melek vasıtasıyla öğrettiği hikmetler, dünya durdukça önümüzü aydınlatmaya devam edecektir.


Dıhyetü’l-Kelbî ( r.a.)

Hz. Dıhye, Medineliydi. Asıl ismi “Dıhye bin Halife” idi. Fakat o, “Dıhyetü’l-Kel­bî” ismiyle meşhur olmuştu. Sima olarak Ashâbın en güzel olanıydı. Cebrail birkaç defa

Peygamberimize onun suretinde geldi. Sahabiler onu gördükleri zaman Dıhye mi, yoksa Cebrail mi olduğunu ayırt edemezlerdi.

Dıhye ticaretle uğraşırdı. Müslüman olmadan önce de Re­sû­lul­lah’a muhabbet duyar, her gelişinde ona bir hediye getirirdi. Fakat Peygamberimiz, “Eğer be­nim gerçekten memnun

olmamı istiyorsan Müslüman ol da, cehennem ateşin­den kurtul.” buyurarak onu İslamiyet’e davet ederdi.

Bedir Gazası’ndan sonraydı... Cebrail ( a.s.), Dıhye’nin Müslüman olacağını müjdeledi. Çok geçmeden Dıhye geldi. Peygamberimiz ona olan iltifatını açık­ça göstermek maksadıyla

mübarek sırtından hırkasını çıkardı, üzerine oturması için uzattı. Dıhye hırka­yı aldı, öptü, katladı, başının üzerine koydu. Sonra da Kelime-i Şehadet getirerek Müs­lüman oldu.

Hz. Dıhye bundan sonra Peygamberimizle birlikte bütün gazalara iştirak etti. Hicret’in 7. yılında ise Bizans İmparatoru Herakliyus’a elçi olarak gönde­rildi. Bu imparatoru

İslam’a davet etti. Dıhye’nin elinde Peygamberimizin davet mektubu vardı.

Dıhye ( r.a.) daha önce birkaç defa seyahate çıktığı için başka ülkelerde nasıl hareket edileceğini çok iyi biliyordu. Verilen vazifenin ehemmiyetini ve büyük bir dikkat

gerektirdiğinin de şuurundaydı. Birçok insanın Müslüman olması ve­ya İslamiyet’i reddetmesi kendisine bağlıydı. Bu sebeple ihtiyatlı hareket etmesi gerekiyordu.

Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Hz. Dıhye, hükümdarın bulunduğu Kudüs’e vardı. Kudüs halkı, hükümdarın huzuruna çıkmadan önce kendisine ba­zı tavsiyelerde bulundular.

“Hükümdarın huzuruna çıktığında, kendisini görür görmez hemen yere kapan, izin vermedikçe de başını yerden kaldırma.” dediler.

Dıhye ( r.a.), Müslüman olduktan sonra sadece Allah’a secde etmişti. Artık O’ndan başkası kim olursa olsun secde edemezdi. “Ben bunu asla yapamam! Allah’tan başkasına da secde

etmem.” dedi. Böyle yapmadığı takdirde hükümdarın mektubunu almaya­cağını söyledilerse de, Dıhye buna kesinlikle razı olmadı. Bunun üzerine başka bir tav­siyede bulundular. “Sen

mektubunu hükümdann tahtının üzerine koy. Hükümdar onu alınca mektubun sahibini çağırır.” dediler. Hz. Dıhye bunu kabul etti. “İşte, bu olur.” dedi. Denileni yaptı. Biraz sonra

hükümdar mektubu aldı. Arapça olduğunu görün­ce tercüman çağırttı ve okuttu. Sonra da o sırada orada bulunan Ebû Süfyân’ı huzuru­na çağırttı. Ona Peygam­berimiz hakkında birçok

sual sordu. Ebû Süfyân o sırada Müslüman olmamıştı. Fakat hükümdarın bütün sorularını doğru olarak cevaplandırdı. Kendisi bu hu­susta şöyle der :

“Vallahi onun hakkında bana sorulanlar hususunda söyleyece­ğim yalanı arkadaşlarımın orada burada anlatmalarından korkmasaydım, mu­hakkak yalan söylerdim!”

Herakliyus, Peygamberimiz hakkındaki suallerine aldığı her cevaptan sonra, “Zaten peygamberler böyledir.” diyordu. Mektup gönderen zatın “son peygam­ber” olduğuna kesin olarak

inanmıştı.

Dıhye ( r.a.), Herakliyus’un kalbinin İslamiyet’e iyice ısındığını görünce ümit­lendi. Onu İslamiyet’i kabul etmeye davet etti. Tebliğ usulünü iyi biliyordu. Za­ten Re­sû­lul­

lah da onu bu liyakati için görevlendirmişti. Şöyle dedi :

“Beni sana gönderen zat, senden hayırlıdır. Sen benim sözlerimi alçak gönüllülükle dinle. Verilen öğüdü kabul et. Bunu yaparsan öğüdü anlarsın. Öğüt kabul etmezsen insaflı

olmazsın.”

Sonra da, “Mesih İsâ namaz kılar mıydı?” diye sordu. Hükümdar, “Evet.” dedi. Dıhye ( r.a.), “Öyle ise ben seni, Mesih’in Kendisi için na­maz kılmış olduğu Allah’a imana davet

ediyorum. Ben seni daha Mesih anne­sinden doğmadan önce gökleri ve yeri yaratıp idare etmekte olan Allah’a davet ediyorum. Ben seni, Mûsâ’nın, ondan sonra da İsâ’nın geleceğini

haber verip müjdelediği ümmi Peygamber’e iman etmeye davet ediyorum. Şayet sen bu hu­susta bir şey biliyor, dünya ve ahiret saadetini elde etmek istiyorsan onları hatırla. Aksi

takdirde ahiret saadetin elinden gider. Dünyada da şirk ve inkâr karanlığı içinde kalırsın. Şunu da iyi bil ki, Rabb’in olan Allah, diktatörleri helak edici ve nimetleri de

değiştiricidir.”

Herakliyus, Peygamberimize inanıyordu. Fakat saltanatından korktuğu için imanını açıklayamıyordu. Bunu şu sözleriyle ifade etti :

“Allah senin iyiliğini versin, seni rahmetine erdirsin! Ben iyi biliyorum ki, senin yanından geldiğin kimse, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Zaten biz onun

gelmesi­ni bekleyip duruyorduk. Kitaplarımızda onun ismini ve vasıflarını yazılı bul­muştuk. Fakat ben hayatım hakkında Rumlardan korkuyorum! Eğer halkımdan emin olsaydım, her

türlü güçlüğe katlanarak ona tabi olur, hizmet ederdim. Sen şimdi Dağatır’a git. O, Hıristiyan âlimlerinin büyüklerindendir. Onu da İslamiyet’e davet et.”

Zaten Peygamberimiz, Uskuf Dağatır’a da bir mektup yazmıştı. Hz. Dıhye va­kit geçirmeden Dağatır’a gitti. Peygamberimizin mektubunu takdim etti. Pey­gamberimiz mektubunda onu

İslamiyet’e davet ediyor ve şöyle diyordu :

“İman edenlere selam olsun! Şüphe yok ki, Meryem oğlu İsâ, Allah’ın Meryem’e ilka eylediği pak ve temiz kelimesidir. Ben, Allah’a, Allah tarafından bize indirilen­lere,

İbrâhim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, bunların torunlarına indirilenlere, Mûsâ ve İsâ’ya verilenlere ve bütün Peygamberlere Rab’leri katından verilenlere inanırım. Biz onlardan

hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Hepsinin peygam­ber olduğuna inanırız. Biz Allah’ın emirlerine boyun eğen Müslüman’larız. Selam, doğru yola tabi olanlara olsun!”

Uskuf Dağatır âlim biriydi ve Bizans’ın başpatriğiydi. Kitaplarından son pey­gam­be­rin çıkacağını öğrenmiş, vasıflarını okumuştu. Mektubu okur okumaz, “Allah’a ye­min ede­rim

ki, senin efendin, Allah’ın gönderdiği peygamberdir. Biz onun ismini ve vasıf­la­rını biliyorduk.” dedi ve tereddüt göstermeden iman etti. Sonra da bir odaya geçti ve üzerindeki

siyah elbiseleri çıkardı, beyaz bir elbise giydi. Artık kara elbiselerin, ka­ra düşüncelerin yeri kalmamıştı. Öyle ise beyaz­lara, aydınlıklara bürünmek gerekiyordu.

Başpatrik evine kapandı ve hiç dışarı çıkmaz oldu. Dıhye de ( r.a.) onu yalnız bırak­mı­yor, sık sık ziyaretine gidiyordu. “Uskuf Dağatır” ismindeki başpatrik, o pazar, kili­

se­deki âyine iştirak etmedi. Bu arada halk, başpatrikteki bu deği­şiklikten haberdar ol­muştu.

Kızgın ve bağnaz Rumlar, başpatriğin evinin etrafını çevirdiler, hiddetle ve şiddetle ba­ğırarak başpatriğin kendilerine hitap etmesini istediler. Ama artık Uskuf Dağatır onla­

rın başpatriği değil, Ahir Zaman Peygamberi’nin bir ümmeti olmuştu ve onun yakın dost­larından Dıhyetü’l-Kelbî ile belki de son konuşma­larını ve görüşmelerini yapmaktaydı.

Uskuf, Resûl-i Ekrem’e ( a.s.m.) hitaben bir mektup yazmıştı. Dıhye’ye ( r.a.) verdi :

“Bu mektubu al, efendimize git ve ona selamımı söyle. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Peygamber’i olduğuna şehadet ettiğimi kendisine haber ver. Ben ona

iman ettim, onu tasdik ettim ve ona tabi oldum. Fakat gördüğün gibi, bu adamlar bunu inkâr ediyorlar. Bu gördüklerini de aynen efendimize anlat.”

Dışardaki kızgın kalabalık, Dağatır’ın Dıhye ile ( r.a.) görüştüğünü sezmişler­di. Şöyle bağırıyorlardı :

“Ya o çıkar ya da biz içeriye geliriz! Bu Arap geldiğinden beri biz sendeki de­ğişikliği görüyor ve senden hoşlanmıyoruz zaten…”

Uskuf Dağatır, Dıhye’yi gönderdikten sonra, üstünde beyaz elbiseleri ve elin­de âsası ile halkın huzuruna çıktı. En küçük bir pervası yoktu. Belki öldürülece­ğini, şehit

olacağını biliyordu. Ama artık ehemmiyeti yoktu. Çünkü Âhir Zaman Peygamberi’ne ümmet olmuştu. Halka şöyle hitap etti.

“Ey Rum cemaati! Bize Ahmed Peygamber’den bir mektup geldi. Bizi Allah’a ima­na davet ediyor. Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Ahmed de O’nun kulu ve

Resûlüdür.” dedi.

Halk, yaydan fırlayan ok gibi hep birlikte onun üzerine saldırdılar. Ve o mübarek zatı şehit etmeden bırakmadılar. Bundan sonra Hz. Dıhye tekrar hükümdarın yanına gitti. Durumu

haber verdi. Hüküm­dar, “Ben sana, hayatımız hakkında onlardan korkarız, dememiş miydim? Ye­min ederim ki, Dağatır onların yanında benden daha saygı değer biriydi.” dedi. Sonra

da birçok hediye vererek Hz. Dıhye’yi gönderdi.

Dıhye ( r.a.), Medine’ye dönerken yolda çapulcuların saldırısına uğradı. Ya­nında bulunan her şeyi aldılar. Dıhye, Medine’ye elleri boş girdi. Hemen Resulullah’ın huzuruna

çıktı. Olup bitenleri başından sonuna kadar nakletti. Rum hükümdarının mektubunu verdi. Peygamberimiz mektubu okudu. Sonra da şöyle buyurdu :

“O bir müddet daha saltanatta kalacaktır. Mektubum yanlarında bu­lundukça onların saltanatı devam edecektir.”

Saltanatının devam etmesinin bu mektuba bağlı olduğunu hükümdar da anlamış, Re­sû­lul­lah’ın mektubunu atlas bir ipeğe sarıp altından bir borunun içine koyup saklamıştı. Bu

mektubun sak­lanmasını kendinden sonra gelenlere de vasiyet etmişti. Gerçekten de öyle oldu; mektup kaybolduğunda, bu hanedan, saltanatı kaybetti.

Hz. Dıhye, bundan sonra da Re­sû­lul­lah’ın hizmetinde bulunmaya devam etti. Peygamberimizin vefatından sonra Dört Halife zamanında Allah ve Resûlü uğrunda hizmet etmekten geri

durmadı. Hz. Ebû Bekir zamanında Suriye Seferi’ne katıldı. Hz. Ömer zamanında Yermük Savaşı’nda bulundu. Çok büyük kahra­manlıklar gösterdi. Şam’ın fethinden sonra oraya

yerleşti. Hicret’in 50. yılında, Hz. Muâviye’nin hilafeti zamanında vefat etti.

İmparator Herakliyus, Dıhye’den ( r.a.) sonra Peygamberimize ( a.s.m.) bir mektup yazdı. İtimat edilen ve “Tenûhî” ismiyle tanınan birini Re­sû­lul­lah’a ( a.s.m.) gönderdi

ve ona şu teklifte bulundu :

“Bu mektubu o zata götür. Sözlerini dikkatle dinle. Sana söyleyeceği üç şey hususundaki sözleri iyice aklında tut, ezberle. Bu üç şey şudur : Bana gönderdiği mektuptan

bahsedecek mi? Mektubumu okuyunca geceyi hatırlayacak mı? Sır­tında seni şüpheye düşürecek bir şey var mı?”

Tenûhî, hükümdarın mektubunu alarak yola koyuldu. Aylar süren yolculuk­tan sonra Tebük’te Re­sû­lul­lah’a ulaştı. Re­sû­lul­lah o sırada Ashâbıyla birlikte bir su kenarında

sohbet etmekteydi. Önüne kadar gitti. Herakliyus’un mektubunu Re­sû­lul­lah’a verip oraya oturdu. Resûl-i Ekrem mektubu alıp koynuna koydu. Sonra aralarında şöyle bir konuşma

geçti :

“Sen kimsin?”

“Tenûhî’yim.”

“Atanız İbrâhim’in dini olan Hanif dininden misin?”

“Ben bir kavmin elçisiyim ve henüz o kavmin dinindenim. Elçisi olduğum milletin yanına dönmedikçe dinlerini de terk etmeyeceğim.”

“Tenûhî kardeşim! Allah, dilediklerini doğru yola ulaştırır. Ben sizin hüküm­darınıza bir mektup yazdım. Ona cevap vermedi.”

Tenûhî, Re­sû­lul­lah’ın son sözleriyle, hükümdarın sorduğu üç meseleden biri­sine cevap verdiğini anlamıştı. Hemen sadağından bir ok çıkararak, kılıcının kı­nı üzerine not

etti.

Resûl-i Ekrem daha sonra hükümdardan gelen mektubu koynundan çıkara­rak, sol tarafında oturan Muâviye’ye verip okumasını istedi. Kral mektubunda söyle demekteydi :

“Müttakiler için hazırlanmış, yeri ve göğü kaplayan büyük bir cennete beni çağırıyorsun. Peki, cehennem nerededir?”

Re­sû­lul­lah buna şöyle cevap verdi :

“Fesubhânallah! Peki, gündüz olunca ge­ce nerededir?”

Re­sû­lul­lah bu sözüyle, Herakliyus’ün söylemiş olduğu ikinci meseleye de te­mas etmişti. Tenûhî bunu da hemen kılıcının kını üzerine yazdı.

Mektubun okunması bittikten sonra Re­sû­lul­lah, Tenûhî’yi, kendisini ağırlayacak olan Hz. Osman’a teslim etti. Kalkıp giderlerken Resûl-i Ekrem ( a.s.m.) el­çiye seslendi :

“Ey Tenûhî, buraya gel.” Re­sû­lul­lah sırtındaki elbisesini çıkara­rak “İşte, sana sorulan buradadır.” dedi ve iki kürek kemiği arasındaki nübüvvet mührünü Tenûhî’ye gösterdi.

Böylelikle, kralın sorduğu üç meseleye de Pey­gamberimiz ( a.s.m.) cevap vermişti. Tenûhî bütün bu olup bitenleri, gidip hükümdara anlattı.

Bundan büyük bir kuvvet alan Herakliyus, Bizans’ın ileri gelenlerini Humus’taki sarayında topladı. Salonun bütün kapılarını kapattırarak şöyle konuş­tu :

“Rum ülkesinin ileri gelenleri! Kurtuluşa ermek, kemale ulaşmak ve sahip ol­duğu­nuz yerlerde devamlı kalmak ister misiniz? Öyle ise, gelin, bu peygambere tabi ola­lım.”

Bu sözleri işiten mutaassıp Rumlar âdeta hayvanlar gibi homurdanmaya ve bağrışıp ça­ğrışmaya başladılar. Ayaklanarak kapılara koşuştular. Herakliyus mahzun, mükedder ve meyus

bir şekilde, tekrar huzuruna getirilmelerini emret­ti. Onların nefretini görmüş, ar­tık iman etmelerinden ümidini kesmişti. Saltana­tını ve hayatını muhafaza endişesi, ima­nını

açıklamasına mâni olmaktaydı. Tek­rar toplanan Rum ileri gelenlerine şöyle dedi :

“Biraz önceki sözlerimi, sizin dininize son derece bağlı olduğunuzu anlamak için söyledim! Gördüm ki, dininize gerçekten bağlı ve ondan razısınız...”

Herakliyus bundan sonra bir daha etrafına Peygamberimizden ve İslamiyet’ten söz edemedi.[1]

Hz. Cebrail’in Dıhye suretine girmesi olayı hakkında bilgi verebilir misiniz?

Cebrâil ( a.s.) her şekle girebilir. Peygamber Efendimiz ( s.a.s.) onu biri vahyin başlangıcında Hıra'dan Mekke'ye gelirken, diğeri Mirâc'dan dönüşte Sidretü'l-Münteha'da

olmak üzere iki defa kendi aslî şekliyle görmüştür. ( es-Saâtî, el-Fethu'r-Rabbânî, VIII, 5).

Cebrâil ( a.s.) bazan da insan kılığına girerek Rasülullah ( s.a.s.)'a vahiy getirirdi. Bu durumda çoğu kez yakışıklı ve genç bir sahabî olan Dıhye el-Kelbî ( ra)'nin

sûretinde görünürdü. ( Tecrid-i Sarîh Tercümesi, IX / 35).

Dıhye, sima olarak sahabelerin en yakışıklılarından olup, beyaz tenli idi. Kaynaklar ittifakla, bazen Cebrail Aleyhisselamın onun kılığında göründüğünü nakletmektedirler. Durumu

öğrenen sahabeler bazen Peygamber Efendimizin ( s.a.s.) yanında oturan kişinin Cebrail ( as) veya Dıhye ( ra) olduğu hususunda tereddüt ediyorlardı.

Cebrail Aleyhisselamın insan suretinde sahabelere görünmesi Peygamber Efendimizin ( s.a.s.) bir mucizesi olarak gerçekleşmiştir. Bir başka önemli husus da nurani varlıkların

insanlar gibi belli kayıtlar altında bulunmadıklarından ötürü aynı anda muhtelif yerlerde görülebilmeleridir. Mesela, Cebrail Aleyhisselam Dıhye suretinde Peygamber Efendimizin

( s.a.s.) yanında bulunup sahabelere görünürken, aynı zamanda başka bir hizmeti de ifa edebilmektedir

Dıhye ( ra), Peygamber Efendimizin ( s.a.s.) vefatından sonra Hazreti Ebubekir ( ra) zamanında Suriye seferine katıldı. Hazreti Ömer ( ra) zamanında, Yermük Savaşı'na

kumandanlık yaptı. Suriye'nin fethedilmesinden sonra Şam'a giderek Mizze semtine yerleşti. 670 tarihinde Hakk'ın rahmetine kavuştu.

Cebrâil ( a.s.) İsrâ ve Mirâc hadîsesinde Rasûlullah ( s.a.s.)'a Mekke'den Kudüs'e ve oradan Sidretü'l-Münteha'ya kadar eşlik etmiştir. ( Buhârî, Bed'u'l-Halk 6; Salât 1)

Melek, cin ve şeytanların temessülü ( görünür hâle gelmesi) hakkında bilgi verir misiniz?

Suyun buharlaşması, katı maddelerin gaz, sıvı ve buhar hâline dönüşmesi, atomun parçalanıp enerji dalgaları ve kuantlar hâline gelmesi, yıldızların kara delikler hâlinde ortaya

çıkmaları gibi, şu görülen alemden görülmeyene doğru bir faaliyet, bir akış ve bir hamle mevcuttur. Bu ilahi icraatı tersine düşündüğümüzde ise, görülmeyenden görülene ve

bilinmezden de madde olarak müşahede edilir hâle gelmeye doğru bir akışın varlığını gözlemek mümkündür.

İşte, görünmeyen varlıklar olan melek, cin ve ruhaniler de her ne kadar kendilerine has yapılarıyla bu alemde görülmeseler bile, bu aleme has vasıtaları kullanıp, kılıf ve

elbise giyerek görünebilirler. Meleklerin ve cinlerin bu şekilde görünmelerine “temessül” diyoruz. Kur’an-ı Kerim, temessülü anlatırken şöyle der :

“... Melek, ( Hz. Meryem’e) tastamam bir insan şeklinde temessül etti.”( Meryem, 19/17)

Efendimiz ( s.a.v)’e vahiy getiren melek, bazen kendine has keyfiyetle, bazen bir muharip şeklinde, bazen de daha başka suretlerde geliyordu. Beni Kureyza üzerine yürüneceği

zaman Cebrail ( a.s), tozu toprağı üstünde bir muharip suretinde gelmiş ve

“Ya Rasülallah, siz zırhlarınızı çıkardınız, fakat biz melekler taifesi çıkarmadık.”

demişti. Yine aynı melek, bazı zaman oluyordu ki, Dıhye ( r.a) suretinde geliyor, bazı zaman da dini talim etmek maksadıyla üzerinde hiç de yolculuk emaresi taşımayan bir

misafir kıyafetinde geliyor ve “İman, İhsan, İslam nedir?” şeklinde sualler sorup, verilen cevapları “Doğru!..” diye tasdik edip gidiyordu...

İmam Şiblî, cinlerin ve şeytanların kendi kendilerine şekil değiştiremeyeceklerini, buna güç ve kuvvetlerinin olmadığını, fakat Allah’ın kendilerine öğrettiği kelime ve

isimlerden âdeta şifre vazifesi yapan birini söylediklerinde, Allah’ın onları bir şekilden diğer şekle, bir hâlden başka bir hâle soktuğunu belirtir. Cinler ve şeytanlar, kendi

kabiliyet ve iradeleriyle bu tebdil-i kıyafeti ( transformasyon) yapamazlar; yapmaya kalkıştıklarında, bünyeleri parça parça olur ve hayatiyetlerini kaybederler.


Dipnotlar
--------------------

[1] Necm Sûresi, 3. ve 4. Âyetler.

[2] Ed-Dârimî, Mukaddime 49 ; Ahmed, IV, 130 – 131 ; Ebû Dâvûd, Sünnet 6.

[3] Ahmed, I, 247, 274, 328…vd ; İbn Mâce, Libas 5 ; Tirmizî, Edeb 46.

[4] İbn Mâce, Libas 5.

[5] Ebû Dâvûd, Libas 16.

[6] Bkz. : http : //www.e-psikiyatri.com/renkler.

[7] Mustafa Karataş, “Peygamberimizin ( SAV) Beden Dili”, Timaş Yayınları, İstanbul 2012, shf. : 110.

[8]Bkz. : Sorenson Herbert, Eğitim Psikolojisi, ( Trc. : Gültekin Yazgan), İstanbul 1975, shf. : 353 ( Ahmet Lütfi Kazancı, “Peygamber Efendimizin Hitabeti”, Marifet

Yayınları, İstanbul 1992, shf. : 105)

[9] Ahmed, Müsned, No : 21952.

[10] Tirmizî, İman 8 .

[11] Suyûtî, el-Camiu’s-Sağir, No : 4589.

[12] Nesâî, Savm 167.

[13] Bkz. : Buhârî, Hac 4.

[14] Tirmizî, İman 8.

[15] Hadîd Sûresi, 4. Âyet.

[16] Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, ( I – X), Beyrut, ts. I/60.

[17] Bakara Sûresi, 255. Âyet.

[18] Âl-i İmrân Sûresi, 179. Âyet.

-------------

dipnotler2
____________

1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh. 574

2) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 37

3) Umdet-ül-kâri cild-1, sh. 7

4) El-İstiâb cild-1, sh. 221

5) El-İsâbe cild-1, sh. 213

6) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-3, sh. 292

7) Herkese Lâzım Olan Îmân sh. 306

8 ) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 392, 179, 273, 337, 456, 485, 484, 586





Kaynakça

-----------------------------

Halk Ansiklopedisi Wikipedia
Boyer, Carl B. ( 1991), A History of Mathematics ( Second Edition bas.), John Wiley & Sons, Inc., ISBN 0-471-54397-7
Donald R. Hill, Islamic Science and Engineering ( Edinburgh University Press, 1994).
Ziauddin Sardar, Jerry Ravetz, and Borin Van Loon, Introducing Mathematics ( Totem Books, 1999).
George Gheverghese Joseph, The Crest of the Peacock : Non-European Roots of Mathematics ( Penguin Books, 2000).
John J O'Connor and Edmund F Robertson, History Topics : Algebra Index. In MacTutor History of Mathematics archive ( University of St Andrews, 2005).
I.N. Herstein : Topics in Algebra. ISBN 0-471-02371-X
R.B.J.T. Allenby : Rings, Fields and Groups. ISBN 0-340-54440-6
L. Euler : Elements of Algebra, ISBN 978-1-899618-73-6
Asimov, Isaac ( 1961). Realm of Algebra. Houghton Mifflin.

ehlisunnetbuyukleri
cetinia . net
Kur'an, 81. sure, 19-20. ayetler.

A. Saim Kılavuz, "Anahatlarıyla İslam Akaidi ve Kelam'a Giriş", Ensar Neşriyat.
Erol DEMİRYÜREK
siyerinebi . com
resulullah . org
Sorularla İslamiyet





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)