Thread Rating:
  • 9 Vote(s) - 3 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Kaside-i Bürde - Şair Ka’b bin Zuhair in Müslüman Olan Şiiri
#1
Dini-1 

Kaside-i Bürde - Şair Ka’b bin Zuhair in Müslüman Olan Şiiri

Selem ağaçlarını mı, ordaki dostları mı andın ki birden
Gözbebeğin kanlandı, gözyaşın aktı kırmızı kırmızı

Yoksa bir yel mi esti Kâzime yönünden;
Yoksa Eden Dağı’nın üstünde, kapkaranlık gecede

Şimşek mi çaktı?
Gözlerine ne oldu ki, “dur ağlama” desen çoşar ırmak olur;

Ya kalbine ne dersin, “yetiş huzur” dedikçe artar acısı gamı
Aşk gizli kalır mı kimseden, niçin aldatır kendini insan?

Gönül yanıp dururken, gözden akarken çeşme gibi gözyaşı
Aşk olmasaydı döker miydin gözyaşını böyle taze toprağa?

Gözün uykudan kaçar mıydı, andığında Ban Ağacını, Alem Dağını
Âşık inkar etse ne çıkar, gerçek şahitler var:

Yaşa batık gözler, sararmış yüz, zayıf ten ve göz çukurları.
Aşktan değil de neden bu peki, bir yanağında kırmızı gül;

Bir yanağında sarı gül döküntüsü, izi;
Kızılırmak, Yeşilırmak yatağı

Evet, yârin hayali gelip beni birden uyandırdı;
Sevgi, zaten gelir gamlarla, mahveder vücut hazlarını

Aşkım sebebiyle bana dil uzatan, utanır mıydın ki bilseydin,
Yanık aşklarıyla meşhur Özr oymağı gençlerinden daha mazurum, beterim hakçası.

Gizlenir gibi değil ki bu sır, işte sen de öğrendin;
Şimdi, de diyeceğini, kat by derde bir dert de sen

Zaten yok sonu yok başı
Öğüdünü esirgemedin sağol benden ama;

Tutamadım onları, çünkü tutuktur zaten sevenin kulakları
Yaşlı adama, ağarmış saça, utanmadan; “yalan söylüyorsun” dedim

Nasıl inkâr, itham edilebilir oysa, ağaran saçın beyazlığı?
Günaha batık nefs, öğüt mü dinler!

Kendi karanlığına gömülmüş ak saç, nasıl ışıtsın bu karanlığı?
Güzel fiillerle bir şölen hazırlayamadı nefsim;

Misafirse sessiz, ihtişamsız apak çıkageldi, karşılayan bile olmadı
Bilseydim ki, yok bende bir karşılama gücü bile,

Siyaha boyadığım bir panonun ardına saklardım kendimi ve bu sırrı
Kim çeker benim nefsimi bu hoyratlık alanından?

Çılgın atları zaptedip dört döndüren süvariler gibi tıpkı
Günah işleye işleye günahı bitireyim dersin belki içinden

Boş hayal! Yemek vücudu arttırır, günah da günahı.
Nefs memedeki çocuktur, vaktinde kesmezsen sütten,

Koca adam olur da, hâlâ emzik ister, arar sütü mamayı
Nefsine sen hâkim ol! O olmasın sana hâkim;

Çünkü nefs neye hâkim olursa, onu ya öldürür, ya soldurur hâsılı
Nefs sürüsü bırakırsan yayılır her yöne; görmeli gözetmeli;

Otu çok tatlı gelen yaylalara yaymazlar koyunları
Nefsin tattırdığı hazzın çoğu semm-i katildir;

Ağuyu altun tasta bal içre sunarlar, bunlar onun suç ortağı
Açlığın ve tokluğun hilelerinden koru kendini,,

Evet açlığın da Çok açlık, tokluktan da zararlı
Gözünden yaşlar boşalt ki, ne haramlar doldurmuştun vaktiyle

Ve sığın tövbe gölgelerine, odur en serin hurma altı
Şeytana ve nefsine uyma! Baş kaldır, isyan et!

En akla yakınmış gibi gelen sözlerini bile dinleme, deş ve bul püf noktalarını
Bazan hasım kılığındadır, bazan hısım, bazan hakem,

Düpedüz hilekârdırlar, ne hakemi, ne hasımı, ne hısımı!
Allah’ım sen affet bizi! Bizzat söyleyip te tutamadığımız sözlerden

Ki andırır kısırların nesliyle öğünmesini tıpkı.
Sana “yap!” dedim ama ben yapmadım onu;

Sana “yol işte bu yoldur” dedim ama nefs, beni o yola bırakmadı
Üstüme borç olan namazı kıldım, orucu tuttum; ama o kadar

Ölüm, evet ölüm göz önündeyken bir parçacık arttırmadım onları
Kendime zulmettim, ihmal ettim geceleri ihya sünnetini

Can verdi gecelere namazla O, öyle ki, şişerdi ayakları
Boş midesinin üstüne taş kor, derisini büzüp düğümler,

Çekilen karnına kuşak bağlardı; yine azalmazdı açlığa sabrı.
Altundan ulu dağlar nefsine sundular da kendilerini,

Reddetti O, gösterdi onlara gerçek ululuğu ve gerçek altını.
Zühd ve takvasını arttırdı, eksiltmedi o dağlarca zarûret

Ne denli olsa da yok edemez ihtiyaç, insandaki temizliği, pırıltıyı.
Dünya ne oluyor ki, O ona muhtaç olsun

Dünya O’na muhtaç ki, onun için değil midir varoluşu, yokluktan çıkışı?
Bu dünyanın ve öte dünyanın, göze görünür- görünmez yaratıkların,

Acemin, Arabın, bölük bölük bütün insanlığın Hz. Muhammed’dir başı
Bir eşi yoktur O’nun emir ve nehiy peygamberliğinde;

“Evet” i tam evetti, “hayır” ı tam hayırdı.
Her yönden hücum eden korkunun türlüsünden

Ancak O Sevgili kurtarabilir bizi, O’nun merhameti, O’nun şefaati.
Kim döndüyse sesine, koşup yapıştıysa O’nun eteğine,

Yapışmış oldu kopmaz bir ipe, hiç kopmaz ve tam kurtarıcı.
İçiyle ve dışıyla, ahlak ve yaradılışta üstündür,

öbür peygamberlerden bile;
Hiçbirinin ilmi, keremi O’nu geçemedi, O’nunkine ulaşamadı

Ve hepsi umar ve bekler, Allah’ın Resûlundan;
Denizinden bir avuç su;

Yağmurundan bir damla su yollamasını
Dururlar huzurunda hepsi yerli yerinde

Kimi ilminden bir nokta,
Hikmetinden bir hareke bir kısmı

Peygamber ruhu alıp peygamber vücudunu,
mükemmel peygamber olunca,

O’nu Sevgili edindi seve seve insan yaratan, insan ören Rabbi
Üstünlüğünde eşit ve ortak yoktu O’na kimse;

Güzelliğiyse parçalanmaz bölünmez bir bütündü, ne çıkacak,
ne eklenecek bir şey vardı.

Hristiyanların kendilerine gelen Resûl için dediklerini dememek şartıyla,
Öğ öğebildiğin kadar Yücelt yüceltebildiğince O Hakk Kahramanını

Korkmadan istediğin ölçüde şerefi bağla O’na;
İstediğin ölçüde O’nun değerlilik hakkını tanı

Erginliğine yok son ki, orada durup,
Dil, cesaretini bulsun, O’nu anlatmayı

Mucizeleri bile gerçeğinin yanında sönük kalır;
Yoksa ismi anılınca çürüyen kemikler bile canlanıp ayağa kalkmalıydı

Aklın yetişmeyeceği tekliflerle etmedi bizi imtihan;
Bizi sevdiğinden elbet Biz de hemen inandık O’na

En ufak şüphe bize yaklaşmadı
O’nun gerçeğine ermekte cümle âlem âciz kaldı;

Uzak âciz kaldı, yakın âciz kaldı, acz çepçevre sardı dört yanı
Güneş küçük sanılır uzaktan bakılınca;

Göz dayanmaz amma, çıplak gözle bakıldı mı
İnsan nasıl bu yerde anlar O’nun gerçeğini,

Ki rüyada görsen O’nu, sana yeter ömür boyu
Bu mutluluk ve O’nun nurdan bakışları

İnsanlığın bilip bileceği şu, bilgilerinin sonu şudur ancak;
O insandır ve yaratılmışların en iyisi, en güzeli, en hayırlısı

Ve Peygamberlerin halka gösterdiği mucizeler,
O’ndandı, O’nun nurundandı, O’nun habercisi, O’nun öncü ışıklarıydı

Çünkü O erdemlik güneşi, öbür peygamberlerse yıldızlardır,
O yıldızlar ki; Güneşten aldıklarıyla aydınlatırlar karanlıkları

Gel gör ki, Rabbim O’na neler verdi, nasıl süsledi O’nu
Ahlâkını güzellikle sardı, müjdeyle, güler yüzlülükle benek benek noktaladı

Latifliği bir çiçek, dolunay şeref ve değeri
Cömertliği bir deniz, yardımı zamandır tıpkı

Tek başına bir yerde, O’nu görsen, heybetinden
Sanırsın arkasında asker, asker,asker bir ordu gizli, bir ordu saklı

O’nun tebessümünden ve konuşmasındandır sanki;
Sedefte saklı inci, İnciler hep sedefte saklı

O’nun toprağının kokusundan daha güzel var mı koku?
Ne mutlu o kişiye ki koklamış, öpmüş ola o toprağı!

Doğuşu açıklar bize her yönden her açıdan O’nu
Başlangıcı da iyi O’nun, sonu da

Hoştur doğuşu ve batışı
O doğum günü ki, iyi farkına vardı İran, indiğinin

Kendisi için korku, kendisi için ceza, kendisine cehennem âzabı
Göçtü, darmadağın oldu Kisra’nın saray duvarları o gece

Devleti de, bu duvardan başlayarak yarıldı, çatladı ve dağıldı
Son nefesini verdi, korkudan mecûsi meş’alesi

Ve Yahudi nehri, bilinmeyen bir yere alıp gitti,
Dert yuvası başını

Ve sapık Save halkı, her günkü gibi
Su aldıkları göle gittiklerinde;

Bu da nesi? Kurumuş kül olmuş!
Döndüler elleri boş,

Kızgın kudurmuş ve çatlamış dudakları
Sanki doğmuştu ateşte su,suda ateş duygusu!

Tabiat, o gün yoldan çıkmışları, tabiatından çıkararak karşıladı
Sanki, çarpıkların ateşi sıkıldı terledi de sulanıp söndü üzüntüden;

Sularıysa hüzünlerinden ateş gibi kızdı, buharlaştı
Cinler çığlık atarlar, Nurlar, saçarlarken havaî fişeklerini

Hak böyle tantanayla çıkıyordu ortaya, Hakk’ın sesi ve ihtişâmı
Kör oldular, sağır oldular, felç oldular, muştuları duymadılar,

Haberleri almadılar; görmediler korkutuş yıldırımlarını
“Bundan sonra o eğri dinimiz belini doğrultup ayağa kalkamaz”

Dediler, haberini verdiler kâhinleri, ozanları
Gökte yıldızların aktığı görülürdü

Ve aynı anda yerde putların devrildiği, yıkıldığı
Ve vahy yolundan çekilip gitti bozgun

Şeytanların şahı; bozgun askeri yerinde kala kaldı
Nasıl ki, Ebrehe’nin ordusu dağılmıştı;

İki avuçtan atılanla bir ordu kör olmuş, yere saplanmıştı
Allah dedikten sonra o taşların atılışı

Rabbine yalvarır yalvarmaz balığın karnından atılanın çıkışını andırmıştı
Yemin ederim ikiye bölünen aya,

O’nun kalbiyle ilgili ayaAnd içerim aya karşı!
Ve o hayrı, keremi içine alan mağaraya

And içerim ki, Kafirlerin gözleri içerdeki Işıktan kör oldu bakamadı
And içerim ki, Muhbir-i Sadık mağaradaydı ve Sıddık mağaradaydı

Görmediler ve sandılar ki, orda, kimsecikler yoktu ve olamazdı
Ne bilsinler ki, örümcek O’nun için örmüş ağını

Güvercin, O’nun için yuva yapmış, yumurta bırakmış uçup durmaktaydı
Allah isterse bir güvercin, bir örümcek ağıyla da korur,

Kat kat zırhı ve yüksek kaleleri aratmaz,
onlardan müstağni kılar insanı

Ve bir örnek daha:
Çağırınca Peygamber, Ağaçlar geldi, eğildi huzurunda;

Dallarıyla, kökleriyle yürüdüler; Çünkü yok ayakları
Çizgiler çekerek yol ortasına, yazılar yazarak

Güzel yazılar yazarak; dalları budakları.
O bulut gibi ki, O nereye giderse üstünde o da oraya gider,

O’na, gün ortasında yakan güneşe karşı gölge yapardı
Dünyanın sıkıntısı binince boğazıma

Hemen sarılır, sığınırım O’na
O hemen kurtarır bu zavallıyı

İki dünyaya ait hiçbir şey yok ki, o hayır saçan elden
İstemiş olayım da almamış olayım, olmadı

Aklın ermeyince hemen inkâra kalkma rüya vahiylerini;
Belki gözleri uyurdu O’nun ama, kalbi uyumazdı

Nübüvvetiyle O gerçeğin doruğuna çıkmıştı
Nasıl inkâr olunabilir erginlerin rüya durumları

Allah’ın alanı bu. Ne vahiy çalışmakla olur
Ve ne de bir suçtur Peygamberin gâibi çizip anlatışı

Bir dokunmakla nice hastayı iyi etti eli
Nice çılgınlık zincirini kırıp mahkûmlarını kurtardı

Kara kıtlık yılları oldu, O’nun duasıyla canlı ve ak
Sanki gecenin oratasında ansızın bir dolunay çıktı

Bulut akıttı durdu suyu öylesine ki, o kurak vâdilerde;
Oldu her sel bir arim seli, her ırmak bir deniz ırmağı

Bırak konuşayım, anlatayım o mûcizeleri:
Geceleri dağlarda yakılan şölen ateşleri gibidir âşikârlıkları

İnciyi işlersen değerlenir şüphesiz;
Ama işlemesen de inci incidir; incilikte farksızdır işlenmişi, hamı

Ama nasıl uzanabilir hayali övüşün o yüceliklere
Ki orda hüküm sürer o davranış ve ahlâkın hârikalar mantığı

Biri Kur’an Âyetleri: Haktır, Allah’tan gelmedir,
Ezelî ve ebedîdir, sonradandır, fakat yoktur öncesi başı

Zamanla kayıtlı değil getirdiği kutsal haber
Son saatten, Addan, İremden haber.

Odur mutlak haberlerin saltanatı
Devam edip gidiyor O’nun hükmü. Üstündür

Öbür peygamber mûcizelerine ki, tesirleri ve hükümleri ebedî olmadı
Öyle muhkemdir ki, hamlede yıkar inkârı ve şüpheyi

Tartışma kabul etmez; hâkime hakeme yok ihtiyacı
Kimse karşı çıkamadı O’na. Yeltenmediler değil ama.

Düşmanı, en düşmanı bile O’na sığınmakta buldu var olmayı
Belâgatı, düşmanının davasını uzaklara fırlatır:

Kötü niyetlinin elini hareminden ırakta tutmaktır zaten yiğide yaraşanı
Kemmiyette anlamlar deniz dalgalarından büyük;

Keyfiyetse, güzellikte ve değerde cevahirden üstün ve san’atlı
Madem okuyunca gözün, gönlün nur doldu, aydınlandı;

Zafer buldun her vakit. Öyleyse bu sağlam ipe iyi yapış, sarıl sıkı
Okuyuşun, korkusundansa alev alev yanan cehennem ateşinin

İtfaiyesi budur yalnız ateşin: Yanık yürekle çağırmaktır tek şartı
Sanki O şöyle bir pınar: Yüzü simsiyah olan

Gelip bir yıkanmakla bembeyaz olur; budur nur pınarı
Ve O, adalette sırat gibi kıldan ince; hak ve eşitlikte de,

Hassas ve ayarlı mizan gibi, insanlar ve kâinatlar arası
Bakma bilmezlikten gelişlerine, inkarlarına yüreği karaların

Onlar öyle bilir, öyle anlarlar ki. Ama ya kıskançlıkları?
Eh! Öyleyse kalksın ağrıyan göz inkâr etsin, göremiyor ya,

Güneşi, gün ışığını; yaralı ağız da, alamadığından suyu, suyun lezzetini, tadını
Çölde hızlı hızlı giden yoksullar; develeri

İz bırakarak giden dilek sahipleri görürsün. Yön tektir; O Hayr kaynağının evi alanı
Sen ey, anlayanlar için, bizzat varoluşunla ne büyük işaret ve mûcize,

Nimetin kadrini bilenler için ne büyük nimetsin, ne büyük Hakk armağanı
Ne hesabı mümkün, ne kitabı harikalarının

Ve yine de usanmaz insan bir bir anmaktan onları
Kalktın bir gece, kutsal bir yerden kutsal bir yere gittin,

Kapkaranlık gecelerde dolunay nasıl ilerlerse
Alımlı alımlı

Çıktın, boyuna çıktın Yükseldin Kâbe Kavseyne kadar,
Ki, daha önce ne kimse çıkmıştı oralara,

Ne de hayal ve ümit etmişti; bırak çıkmayı
Seni öne geçirdi her yerde peygamberler, resuller,

Seni öne geçirip arkada durdular kendileri, hizmet geleneği icabı
Delip yedi kat göğü geçip gittin Sen o üstün insanlarla alay alay;

Başlarında Sendin, başlarında sallanan sancak Senin sancağındı
Öyle çıktın, yükseldin ki, yarışanlar kaldı yarı yolda;

Yakınlıkta ilerisi, daha ötesi kalmadı
Bütün makamlar geride kaldı Makamından

Çağrıldığın o an, Tektin artık nasıl tekse; gök ve kale sancakları.
Devşirmek için yemişlerini gözlerden saklı

Bir buluşmanın ve gizliden gizli sırrı
Topladın öğülesi gök çiçekleri, üstünlükleri tek başına;

Aştın bütün menzilleri yalnız, ıssız kalabalıksız, hızlı hızlı
Tayin edildiğin iş nice ulu;

İdrakse ne kutlu sana mahsus nimetler alanını
Günler geçer, geceler geçerdi; gün ne, gece ne bilmezlerdi

Ancak haram ayı geceleri yaparlardı uyku bayramı
Yüzen atlar denizinin üstünden akar asker denizi,

Atlar dalga dalga deniz ileri, çoşkun kahramanları
Onlar ki, koşar Allah’a doğru, yaşar Allah için;

Mahveder, kökünden söküp atar küfrü, şimşekten kılıçları
Ne mutlu sana bana Ulu İslam Milleti, şuurların örgüsü;

Bize Yaratan verdi o sağlam, o yıkılmaz yapıyı
Allah, bizi kendisine çağıranı, çağırınca kendisine,

O Peygamberlerin oldu, bizse ümmetlerin başı
Bir arslanın nasıl ürkerse koyunlar sesinden, heybetinden,

Öyle perişan etti. O’nun çıkış haberi, inkar yobazlarını
Peygamber terketmedi savaş alanını; düşman,

Çevrilinceye dek göğdelere, kasap çengellerine asılı
Düşmanların gözü hep kaçışta olurdu savaşlarda;

Kol ve bacakları kıskanırlardı, kargaların kapıp kaçtığı
Onlarla kurtuldu yalnızlıktan İslam Milleti, Dini;

Sanki yadellerden döndü, yurdunu buldu, sıla yaptı
Allah, ordusuyla koruyacak, varlık var oldukça O’nu;

O, dul ve yetim, babasız ve sahipsiz olmadı
Her biri bir dağdır savaşta, onlara çarpan, onlarla çarpışanlara

“Savaş meydanında ne gördün?” diye sor, düşmanlarına sor onları
Bedire sor, Huneyne sor, Uhuda sor Sor bütün savaş alanlarına;

Kesin sonuç alışta, zaferde onlar mı üstündü,
yoksa kendi işinde veba mı?

Kıpkırmızı çıkaranlardır kapkara vücutlara sokup
Yıldırımdan da çabuk, bunlar ak çelik kılıçları

Onlar sanki kâtip, süngüler de kalemleriydi
Ve vücutlarda bir tek harfi bile noktasız bırakmazlardı

Silahla donanmışlardır ve yüzlerinden tanınırlar
Seçilirken ilk bakışta nasıl hemen seçilirse ağaçlar içinde gül ağacı

Her biri silahları içinde saksı içindeki gonca gibi;
Zafer rüzgarları sana armağan eder kokularını.

Dağlarda fışkıran çamlar gibi birden zuhur ederler atlar üstünde;
Kolanların ilmeklerin sıkılığı değil dimdik tutan onları, yüreklerin, bileklerin sağlamlığı

Kalpleri, dudakları uçukladı korkudan düşmanların
Ayıramaz oldular kahramanı koyundan, kardan karanlığı,
kargadan kartalı

Onlara bir ormanda rastlayan aslan bile uslanırdı,
Çünkü beraberlerindeydi Peygamberin zaferi ve duası

Yok dostundan tek kişi yardımını görmesin,
Düşmanından tek kişi yemesin tokadını

Dinin kanatlarını gerdi ümmet üstüne;
Gözlerden saklar orman aslan yuvalarını

Ne felsefe, ne mantık durup dayanabildi,
Kur’an’ın karşısında. Fikir gecelerini ışıttı aydınlığı

Yeter sana peygamber mucizesi, okumamışken bilgisi;
O “cahiliyet” çağında, öksüzlük de üste, terbiye ve ahlâkı

O’nu öğer öğerim, yorulmam ve usanmam. Affa sebep umarım;
Şairlikle, devlet memurluğuyla geçen ömrün bütün suçlarını

Boyna bir boyunduruk bunlar: Korkulu son hazırlar.
Sürüklediler beni; sanki ben kurbanlık bir deve, onlar ipi halkası

Ah! Çocukluk etmişim; harcamışım kendimi bir ömür boyu:
Bir ömür boyu, toplamış, devşirmişim suç ve pişmanlıkları

Bir de düşün nefsimin ticaret zararını,
Bir an duraklamadan din satıp alan dünyayı

Ismarlama yerine hazır eşya düşkünü;
Parayı peşin alıp yiyen, malı boyuna borçlanan imalatçı

Gerçi günah işliyorum ama dönmüş değilim O’na verdiğim sözden,
Kopar cinsinden değil gönlümün bağı

Söz vermiştir kurtaracaktır, adıyla çağrılanı
Ve beni O’nun adıyla çağırırlar

Ve insanlık içinde kim olabilir, O’ndan çok sözünde duranı
Yarın hesap gününde tutmazsa O elimden:

Sen benim için de: Vay sana!
Hey sonsuz kayan adam, uçurumlar kurbanı

Haşa! O, mahrum etmez yardımından isteyeni;
Koğmaz konu komşuyu, soğuk karşılamaz kendine sığınanı

Düşüncemi, şiirimi O’nu öğme yoluna koyduğum günden beri,
O oldu benim için koruyucular koruyucusu, kurtarıcılar kurtarıcısı

Lütfunu esirgemez en dar elden bile O.
Çünkü: Yağmur ihmal etmez çiçeklerle süslemekte

su tutmaz yalçın dağ uçlarını
Gözüm yok, bu dünyanın parasında pulunda, zerresinde.Bu türlü zehirleri

İki avucunu açıp toplar ancak, Herem’in öğücüsü şair Züheyr takımı.
Ey insanların en iyisi!. En üstünü! Yalnız sana sığınılır,

Herkes için geçerli, kimsenin kurtulamadığı vakit kapıyı çaldı mı
Allah’ın Resûlü, beni de bürümeye, örtmeğe yeter kurtaran örtün

Göründüğü o gün, öç alan adıyla Yaratıcı
Bu dünya ve öte dünya, senin bağış bolluğundan örnekler;

Levh ve kalem bilgisinin bilgindedir kaynağı
Nefsim! Düşme umutsuzluğa büyük günah işlemişlik yüzünden

Mutlak bağışlayan yanında, değil büyüğü küçüğünden farklı
Nefsim! Düşme umutsuzluğa büyük günah işlemişlik yüzünden

Mutlak bağışlayan yanında, değil büyüğü küçüğünden farklı
Günahların büyüklüğüne göre gelir, o ne kadar büyükse o daha da büyük olur,

Umulur ki, dağıtılırken kullara Yaratanın acıyışı
Rabbim! Yalvarışlarımı döndürüp çevirme bana geri;

Rahmetinden elverir bir rakam eklemeden, kapama hesabımı.
Rabbim! Bu kuluna yardım et, bu dünya ve öte dünyada.

Korkulu olaylar ve durumlarda yok bir parçacık olsun dayanıklığı
Rabbim! İzin ver çözülsün ebedî salavat bulutları bir kez daha

Boşansın Resûl üstüne sel sel, sicim sicim “Selam! Selam” yağmurları
Ailesi üstüne, arkadaşları ve bağlıları üstüne bir kez daha.

Yaşasın bir kez daha, o sana en yakın, eli açık, gönlü ipekten yumuşak, içleri pırıl pırıl yolunun uluları

Ban ağacının yaprağını, göğdesini titrettikçe tiril tiril Bad-ı Sâba,
Kızgın çöllerde ürpettiği sürece develeri devecinin şarkıları

Çeviri : Sezai Karakoç

Kâ’b bin Züheyr, büyük bir şâirdi. Babası Züheyr, sayılı Arap edip ve şâirleri arasında yer alırdı. İki oğlu Kâ’b ile Büceyr’i de kendisi gibi edip ve şâir yetiştirmişti.
Şâir Züheyr bin Ebî Sülmâ, ehli kitap kimselerin sohbetine devam ederken, âhirzamanda bir peygamberin geleceğini onlardan işitmişti.
Bir gece rüyâsında gökten bir ip uzatıldığını, ipe tutunmak için elini uzattığı halde, onu tutamadığını görmüştü. Bu rüyâsını, ahirzamanda gelecek olan peygambere kendisinin yetişemeyeceğine yormuştu.

Bu sebeple vefatından önce oğullarına, “Gelecek olan peygambere iman ediniz!” diye vasiyette bulunmuştu.699
Kur’an’ın fesahat ve belagatı karşısında gözleri kamaşan bir çok kuvvetli edip, şâir ve hatip, İslâmiyetle müşerref olmuştu. Bununla beraber, şirkte direnen, Peygamberimizle Müslümanlara karşı besledikleri kin ve düşmanlığı şiir ve hitabeleriyle dile getirmekten geri durmayanlar da vardı.

Kâ’b bin Züheyr bunlardan biri idi. Babasının ölümü üzerine, şöhretine kendisi vâris olmuştu. Kardeşi Büceyr, Resûl-i Ekrem safında yer almışken, Kâ’b bir türlü şirkten vazgeçmiyordu. Zaman zaman yazdığı şiirleriyle Efendimizi ve Müslümanları hicvederek, onları üzüyordu.
Bir gün yine kardeşi Büceyr’e Müslüman olmasından dolayı duyduğu kin ve kızgınlıkla inkâr saçan bir şiir yazıp göndermişti. Büceyr (r.a.), şiiri Peygamber Efendimize okuyunca, son derece müteessir oldular. Kâ’b’ın şiirleriyle Müslümanlara hakareti artık tahammül sınırını aşmıştı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Ashabına şu emri verdi:
“Kim Kâ’b bin Züheyr’e rastgelirse, onu öldürsün! Kanı şu andan itibaren mübah kılınmıştır.”670

Bu müsaadenin verilmesinden sonra, Kâ’b’ın uğrayacağı âkıbet şüphesiz dehşetli olacaktı. Bunu düşünen kardeşi Büceyr, son bir defa kendisini ikaz edip nasihatta bulunmak üzere bir mektup yazdı. bundan kurtulabilmenin tek çaresinin de ancak, Hz. Resûlullaha gelip af dilemek olduğunu bildirdi.671
Mektubu alan Kâ’b, yerinde duramaz bir hale gelmişti. Âdeta kocaman yeryüzü kendisine dar gelmeye başlamıştı. Her an son nefesini verecekmiş gibi ecel teri döküyordu. Aleyhinde verilen bu karar üzerine, kurtulamayacağını anlamıştı. İki şeyden birini tercih etmek zorundaydı: Ya şirkte devam edecek ve ele geçmemek için köşe bucak kaçacaktı, veyahut Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak sadakât elini uzatıp, o âna kadar yaptıklarından pişmanlık duyduğunu itiraf edecek ve af dileyecekti.
Ka’b akıllı davranıp ikinci yolu tercih etti. Zaten kardeşinden mektup gelir gelmez de, iç âlemini bir pişmanlık duygusu kaplamıştı.
Uzun mesafeyi kısa zamanda katedip Medine’ye gelen Ka’b, Resûl-i Ekremin huzuruna çıktı. Peygamberimiz, onu şahsen tanımıyordu. Kâ’b, bu durumu akıllıca kullandı. Peygamber Efendimizin, huzurunda diz çöküp mübârek elini tuttuktan sonra zekice şöyle bir teklifte bulundu:
“Kâ’b bin Züheyr, tevbe etmiş ve Müslüman olarak huzuru saadetinize gelmek istiyor. Ben, onu size getirsem, ona emân verir, tevbesini ve Müslümanlığını kabul eder misiniz?
“Kâ’b, şiirleriyle Müslümanları üzmekten vazgeçer ve bundan pişmanlık duyup Müslüman olursa artık Resûl-i Kibriyâ ile arasında bir mesele kalmamış demekti. Nitekim, Resûl-i Ekrem bu teklife, “Evet” cevabı vererek bu kanâatını izhar buyurdu.
Bu cevap üzerine, Ka’b’ın mânâ âlemi birden bire parladı ve elini Hz. Resûlullahın elinden ayırmadan şehâdet getirdi:
“Şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur! Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed Allah’ın Resûlüdür.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) ve etrafında bulunan Sahabîler bir anlık bir hayrete kapıldıktan sonra, Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Sen kimsin?” diye sordu.
Kâ’b, “Ben, Kâ’b bin Züheyr’im Yâ ResûlAllah” diye cevap verdi.
O sırada Ashabdan biri ortaya atıldı. “Yâ ResûlAllah! İzin ver de şu Allah düşmanının boynunu vurayım” dedi.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Bırak onu! O, şu âna kadar içinde bulunduğu durumdan pişmanlık duymuş ve Hakka dönmüş olarak gelmiştir”672 buyurdu.

Gönül ülkesi İslâmın manevî kılıcı ile fethedilen Ka’b hemen o anda Arap edebiyatında şaheser parçalar arasında yer alan “Banet Süâdü” isimli kasidesini Hz. Resûlullaha sundu.
“Suad’ın ayrılığın yetmiyormuş gibi, iki taraf arasında söz taşıyanlar bana; ‘Ey Ebû Sülmâ’nın oğlu! Sen, artık kendini ölmüş bil’ dediler.
“Kendilerine güvenip de başvurduğum her dost ise bana; ‘Seni oyalayıp teselli edemem, başının çaresine bak’ dedi.
“Ben de, ‘Çekilin yolumdan’ dedim. Rahman’ın takdir ettiği her şey elbette olacaktır.
“İnsanoğlunun mes’ud hayatı ne kadar uzun olursan olsun, mutlaka bir gün bir tabutta taşınacaktır.
“Resûlullahın beni öldüreceğini haber aldım.
“Resûlullahın yanında bağışlanmak en çok umulan şeydir.
“Özür beyân ederek Allah Elçisinin yanına geldim.
“Resûlullahın katında özür daima kabule şayandır.
“Merhamet ve teenni ile muâmele et bana!
“İçinde bir çok nasihat ve hükümler bulunan Kur’an hediyesini sana ihsan eden Allah, hidâyetini arttırsın!
“Rakiplerimin dedikodusuyla beni muâheze etme!
“Hakkımda bir çok dedikodular yapılmışsa da, ben pek o kadar suçlu değilimdir.

“Ben şimdi öyle bir makamda bulunuyorum ki, burada gördüğüm ve işittiğim şeyleri bir fil görüp işitseydi, muhakkak titrerdi.
“Burada, beni mutlak Allah’ın izniyle Peygamberin affına nâil olmak kurtarabilir.
“Ben, Yüce Peygambere karşı hiçbir itirazda bulunmadan sağ elimi, onun adâletli eline uzatıyorum.
“Şimdi, söz onun sözüdür
“Şüphe yok ki, Resûlullah doğru yolu gösteren bir nur, kötülükleri yok etmek için Allah’ın sıyrılmış keskin ve yalın kılıçlarından bir kılıçtır…”673
Ka’b, Resûl-i Ekrem ve Müslümanların kahramanlık ve yiğitliklerinden bahsederek kasidesine devam ediyordu.
Kaside içinde bir beyt var ki, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ondan son derece memnun olmuştu. O “Tâc Beyit” şuydu:
“Şüphe yok ki, Resûlullah doğru yolu gösteren bir nur, kötülükleri yok etmek için Allah’ın sıyrılmış keskin ve yalın kılıçlardan bir kılıçtır.”
Bu beyti duyan Hz. Resûlullah, o anda üzerinde bulunan mübarek bürdesini [hırkasını] çıkarıp bu büyük şâire hediye ederek memnuniyeti yanında tebrik ve takdirlerini de izhar etti.
Bundan sonra “Banet Süâdü” adlı kaside “Kaside-i Bürde” olarak anılmaya başlandı.

Ka’b bin Züheyr, Hz. Resûlullahın bu hediyesi ile her zaman, her yerde iftihâr ederdi. Ömrünün sonuna kadar onu yanında muhafaza etti.
Bir seferinde Hz. Muâviye, on bin dirhem vererek onu almak istemişti.
Ka’b, “Resûlullahın hırkasını giymek hususunda kimseyi nefsime tercih etmem”674 diye cevap vermişti.
Fakat Hz. Muaviye, Ka’b’ın vefatından sonra bu arzusuna nâil oldu. Mirasçılarına yirmi bin dirhem göndererek, Hz. Resûlullahın bu mübarek Hırka-i Saadetlerini kendilerinden aldı.675
Daha sonra bu mübârek hırka Emevilerden Abbasilere, onlardan da Yavuz Sultan Selim eliyle Osmanlılara geçti.676
Bugün, Hz. Resûlullahın bu mübarek hırkası “Mukaddes Emânetler” arasında Topkapı Sarayının “Hırka-i Saadet” dairesinde muhafaza altında bulunmaktadır.677

“Hırka-i Saadet; 1,24 metre boyunda geniş kollu olup siyah yünlü kumaştan yapılmıştır.
“İçi, kaba dokunmuş krem renk yünlü kumaş kaplıdır.
“Önünde, sağ tarafında 0,23 x 0,30 ebâdında bir parçası noksandır. Sağ kolunda da eksiklik vardır. Yer yer haraptır.
“Hırka-i Saadet, müteaddit bohçalara sarılmış olduğu halde (0,57 x 0,45 x 0,21) ebâdında üstten açılır çifte kapaklı altın bir çekmece içindedir.* Bunun üzerinde, Sultan Aziz tarafından yaptırıldığı ve şefaat talebini havi uzunca bir kitabe de bulunmaktadır.
“Bu çekmece Ayrıca bohçalar içinde olarak büyük bir altın sandukaya konulur. Bu da Sultan Aziz tarafından yaptırılmış olup üzerinde ‘Lâ ilâhe illAllah. Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’lâlemin. Lâ ilâhe illAllah el-Melikü’l-Bakkü’l-Mübîn Muhammedün Resûlullah Sadıku’l-Va’di’l-Emîn’ yazılıdır.
“Dört ayaklı kâidesi de altın kaplamalıdır.”678

Topkapı Sarayı Müzesi sabık müdürü Tahsin Öz, daha sonra kitabında şu satırlara yer verir:
“Saltanat devrinde, hükümdar, Ramazan’ın on beşinci günü, Topkapı Sarayına gelir. Hırka-i Saadet, merasimi mahsusa ile açılır ve başucunda bizzat hükümdar bulunduğu halde devlet ricali ve saray memurları tarafından ziyaret olunur ve destimaller hediye olunurdu. Bilâhare saray kadınları da ziyâret ederlerdi.
“Hırka-i Saadetin başmuhafızı hükümdar olup, onun gaybubetinde bu vazife Tülbent Ağasına âittir. Hırka-i Saadet hademe teşkilâtı, Topkapı Sarayı müze haline intikal edinceye kadar (3 Nisan 1924) aynı gelenek ile devam etmiştir.”679

Hırka-i Saâdet (Bürde-i Saâdet) odasının temizliğine padişahlar da katılırmış.

Peygamber efendimizin Kab bin Züheyr’e hediye ettiği Hırka-i Saadet, 495 yıldır Topkapı Sarayı’nda muhafaza ediliyor…

Hırka-i Saadet odasının temizliğine padişahlar da katılırmış.

Fatih Sultan Mehmet tarafından saray köşkü olarak yaptırılan, uzun yıllar Padişahların has oda olarak kullandıkları yer şimdi Kutsal Emanetler Bölümü…

Yavuz Sultan Selim 1517’de Mısır seferinden, İstanbul’a getirdiği Hırka-i Saadet’in muhafaza edildiği mekân…

Bu mekân aynı zamanda Yavuz Sultan Selim döneminde taht odası olarak da kullanılmış.

Yavuz Sultan Selim bu odanın içinde bir nişi kapattırmış ve Hırka-i Saadet’in muhafazasına tahsis ettirmiş.

Bu oda hep kutsal oda olmuş.

Padişahlar savaşa gitmeden bu odada dua ederlermiş,

Tahta oturma merasimlerinin ilk kısmını burada yaparlarmış,

Oğullarının sünnetlerini,

Kızlarının nikâhlarını burada yaptırırlarmış.

Padişahlar kendi dönemlerinde Hırka-i Saadet için birbirinden kıymetli altın, Murassa değerli taşlarla bezeli som gümüşten muhafazalar yaptırmışlar.

Bir haberdeki yazıyı aktarıyorum:

Topkapı Sarayı Müzesi Kutsal Emanetler Bölüm Sorumlusu Sevgi Ağca, AA muhabirine verdiği bilgide:

”Ziyaretten önce padişahların katıldığı Pars denilen Hırka-i Saadet temizliği merasimi var. O merasimde, Hırka-i Saadet odası içindeki bütün kutsal emanetler padişahın da bizzat sırtında Revan köşküne taşınıyor. Sonra gümüş şebeke, çiniler, dolapların içleri gül sularıyla ve özel süngerlerle silinerek temizleniyor. Yine padişah da mutlaka bu temizliğe katılıyor. Şayet katılamazsa üst düzey devlet erkânından dininden emin olduğu kişileri kendi yerine vekil tayin ediyor. Katılamama sebebi de yataktan kalkamayacak kadar hasta olmak veya seferde olmak gibi sebepler. Onun dışında mutlaka iştirak ediyorlar.”

Hırka-i Saâdet(Bürde-i Saâdet)

Peygamberimiz’in şair Kâ’b Bin Züheyr’e hediye ettiği hırka…

Kutsal Emanetlerarasında sayılıyor.

Erkek kardeşi Büceyr’in Müslüman olmasından hoşnut kalmayan Kâ’b Bin Züheyr, Peygamberimizi ve İslam’ı hicveden şiirler yazdı. Mekke’nin Müslümanlar tarafından fethinin ardından, Kâ’b Bin Züheyriçin idam kararı alındı.

Müslüman olan Kâ’b Bin Züheyr, daha önce yaptıklarından pişmanlık duyarak gizlice Medine’ye gitti, kendisini tanıtmadan Peygamberimizin  huzuruna çıktı.

Peygamberimiz tarafından affedileceğini öğrenince kendini tanıttı ve peygamberi öven ünlü şiiri Kaside-i Bürde’yi yazdı.

Kaside’yi çok beğenen Peygamberimiz, sırtından hırkasını çıkararak Kâ’b Bin Züheyr’e hediye etti.

Bu hırkayı Muaviye b. Ebi Süfyan satın almak istedi ve on bin dirhem teklif etti ama Kâ’b Bin Züheyronu satmaya razı olmadı.

Ancak ölümünden sonra Muaviye yirmi bin dirhem karşılığında hırkayı satın aldı.

Sırayla Emeviler’e ve Abbâsiler’e geçen hırka bir süre Mısır’da korundu ve Abbâsihalîfeleri tarafından bazı törenlerde giyildi.

Fiziksel Özellikleri

1.24 m. boyunda geniş kollu ve siyaha çalan yünlü kumaştan yapılmıştır.

İç kısmı, krem renkli yünden kaba bir kumaşla kaplıdır.

Önünde sağ tarafında 23×30 cm. ebadında bir parçası noksandır.

Sağ kolunda da eksiklikler olan hırka 57x45x21 cm. ebadında üsten açılan çifte kapaklı altın bir çekmece içinde, bohçalara sarılmış olarak muhafaza edilmektedir.

1962’den beri Topkapı Sarayı’nda halkın ziyaretine açıktır.(alıntı)
Şair Ka’b bin Zuhair
الشاعر كعب بن زهير





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)