Thread Rating:
  • 18 Vote(s) - 3 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
İmam Şafiî ve Mezhebi
#1
İmam Şafiî (150 204h.)

Doğumu Ve Nesebi

Gençliği Ve Yetişmesi

İmam Mâlikin Himayesinde.

Vazifeye Tâyin Edilişi

Mihneti

Şafiî´nin İlme Tekrar Dönüşü.

Beytü´l-Harâm´â Gelîşî

Bağdad´a Tekrar Gelişi

Bağdad´tâ Kısa Bîr Îkâmeti

Şafiî Mısır´da.

Şafiî´nin İlmi

Îlme Yönelişi Ve Çağı

Şafiî´nin Şahsiyet Ve Karakteri

1- İdrâk Ve Hafıza Gücü.

2- İfade Gücü.

3- Basiret Ve Fîraseti

4- Îhlâsı

Şafiî´nin Görüşleri

Hilâfet Hakkındaki Görüşü.

Şafiî´nin Fıkhı

Şafiî Fıkhının Kaynakları

1, 2- Kîtab Ve Sünnet:

Şafiî´nin Sünneti Müdâfaası:

3- İcmâ´

4- Sâhâbîlerîn Sözleri

5- Kıyas.

Şafiî´nin Îstihsân´ı Îbtali

Şafiî´nin Usûl-İ Fıkıh Çalışmaları

Şafiî´nin Mezhebi

Şâfii Mezhebinde Tahric.

Şafii Mezhebinde Müctehîdler.

Şafiî Mezhebinin Yayılışı





İMAM ŞAFİÎ ve MEZHEBİ[1]

İmam Şafiî (150 204h.)


Hicri II. asrın son yıllarında Beytullah´ı ziyarete gidenler, tavaf sırasında etrafa göz atınca, esmer benizli ve boyu Uzuna yakın bir delikanlı ile karşılaşır, genç ve yaşlı talebeleri onun etrafında hal-kalanmış görürdü. Bu delikanlı onlara, fakîh ve muhaddislerden dinlemeye alışık olmadıkları bir üslûpla şer´î hakîkatları anlatıyor­du. Irak gibi re´y fıkhının hâkim olduğu ülkelerden gelenler de, Me­dine gibi muhaddislerin fıkhının hâkim olduğu yerlerden gelenler de aynı durumla karşılaşıyorlardı.

Hac ibâdeti için ve bu arada hadîs bilgisini artırmak maksadıy­la buraya gelen İmam Ahmed b. Hanbel, îmam .Şafiî´yi görmüş ve arkadaşı îshak b. Râhûye (Râhveyh)´ye: «Birinin dersini dinledim, ondan daha akıllı hiçbir kimse görmedim.» demiş ve onu alıp gö­türmüştür. Arkadaşı kendisine; İbni Uyeyne ve emsalinin hadîsini bırakıp bu delikanlıyı mı dinleyelim diye sorunca Ahmed b. Han­bel şöyle cevap vermiştir: «Bu delikanlının aklından faydalanmaz­san onun yerini tutacak başka birini bulamazsın. Âli hadîsi kaçırır-san, nazil hadîsi de kaçirmazsm ya!»[2].

îşte bu delikanlı îmam Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî el:Kuraşî´dir. Usûl-i Fıkıh ilmini kurup ilk önce tedvin etmek ve esaslarını açıkla­mak şerefine ulaşan odur. Kendinden sonraki nesiller, ilmi, ondan miras olarak almışlardır.[3]



Doğumu Ve Nesebi


Bütün rivayetler, İmam Şâfii nin 150 H. yılında Gazze şehrin­de doğmuş olduğunda birleşir. O, kıyas İmamı ve Irak fakîhlerinin başı olan İmam Ebu Hanîfe´nin vefat ettiği sene dünyaya gelmiştir. Bâzı yazarlar hayâle kapılarak, Şafiî´nin, Ebu Hanîfe´nin öldüğü ge­ce doğduğu ve böylece yeryüzünün fıkıh İmamlarından hiçbir za­man hâli kalmadığı düşüncesini uyandırmak istemişlerdir. Böyle bir iddia, herhangi bir temele dayanmadığı gibi bir fayda da sağlamaz.

İttifakla rivayet edildiğine göre Şafiî´nin babası Kureyş kabile­sine mensup olup Peygamber (S.A.V.)´in dedesi olan Hâşim´in kar­deşi Muttalib oğullarına dayanır. Onun şeceresini tarihçilerin çoğu şöyle anlatır.- Muhammed b. îdrîs b. Abbas b. Osman b. Şâfi´ b. Sâ-ib b. Ubeyd b. Abdiyezid b. Hâşim b. Muttalib b. Abdimenaf. Bu sil­silede alman Muttalib, Abdumenaf m dört. oğlundan biridir. Abdumenaf´uı oğulları şunlardı: 1 Muttalib, 2 Hâşim, 3 Abduşems Bu Emevîlerin dip dedesidir , 4 Nevfel Bu da Cübeyr b. Mut´im´iri dedesidir .

Peygamber (S.A.V.) Efendimiz´in dedesi^Abdulmuttalib´i yetişti­ren, adı geçen Muttalib´dir. Muttalib oğulları hem câhiliye, hem de islâm çağmda Hâşim oğullarının yardımcısı idiler. Hattâ Kureyşli-ler, Mekke´de insanları Allah yoluna çağıran Peygamber´e yardım ettikleri ve Peygamber´e karşı kendilerini desteklemedikleri için Ha-şimîlerle bütün münasebetlerini kestikleri zaman, Muttalib oğulla­rı Hâşimîlerle birlik olmuşlar, Şi´b[4] de yaşamışlar ve Hâşimîlere uygulanan zulüm ve işkenceye onlar ila aynı şekilde katlanmışlar­dır. Yalnız Uz. Peygamber´in amcası olan Ebu Leheb, bu boykot sı­rasında Kureyşlilere katılmıştır.

Bu sebeple Peygamber (S.A.V.), Muttalib oğullarına da Hâşim oğulları gibi ganimetten hisse ayırmıştır. Rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz, Hâşim oğullan gibi Muttalib oğullarına da ganimetten hisse verdiği zaman Umeyye ve Nevfel oğulları da aynı şekilde hisse talep etmişlerdir. Cübeyr b. Mut´im bu konuda şöyle bir rivayette bulunmuştur:

Peygamber (S.A.V.), Hayber´de elde edilen ganimetlerden Hâ­şim oğullan ile Muttalib oğullarına «Akrabalığı olanlarda ayrılan hisseleri verince ben ve Osman b. Affâri gidip; Yâ Resûlullah, dedik, onlar Hâşim oğulları olarak senin kardeşlerindir. Üstünlükleri inkâr, edilemez. Çünkü, Allahu Teâlâ, seni onların içinden seçmiştir. An­cak sen, Muttalib oğullanna da hisse verdiğin halde bizi bıraktın. Biz ve Muttaliboğulları akrabalık yönünden aynı derecedeyiz. Bu­nun üzerine Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurdu: «Çünkü onlar hem câhiliye, hem de islâmiyet devrinde bizden ayrılmadılar» ve iki eli­nin parmaklarını birbirine geçirerek, «Hâşim oğulları ile Muttalib oğulları bu bakımdan aynıdırlar» diye ilâve etti.

Şafiî´nin anası Yemenli olup Ezd kabîlesindendir. Kureyş kabi­lesine mensup değildir. Oğlunun yetişip olgunlaşmasında onun bü­yük bir payı vardır.[5]



Gençliği Ve Yetişmesi


Şafiî, Rureyşli bir babadan doğmuş, fakat beşikte iken onu kay­betmiş ve bu yüzden fakir olarak büyümüştür. Annesi, oğlunun ne-seb ve kendisini belki ihtiyaçtan kurtaracak olan hukukunun Ku-reyşlilerce tanınmayacak şekilde zayi olacağından korkmuştur. Bu sebeple oğlunu MekkeTdeki makamına sahip kılmak için gayret sar-fetmiştir. Hatîb Bağdadi, «Tarihu Bağdad» adlı eserinde Şafiî´ye da­yanan bir senedle şöyle rivayet eder:

«Ben Yemen´de doğdum[6]. Anam, hukukumun zayi olmasın­dan korktu ve bana; ailenin yanına gidip onlar gibi olman daha iyi­dir; çünkü ben nesebini kaybedersin diye korkuyorum, dedi ve yol hazırlığımı yaptı. Ben de Mekke´ye geldim. O zaman yaklaşık ola­rak on yaşımda idim. Bir akrabamın yanına indim ve ilim tahsiline başladım.»

Buna göre diyebiliriz ki: İmam Şâfii çocukluğunda, yüksek bir soya mensup olduğu halde fakir ve yetim çocuklar gibi yaşamıştır.. Yüksek soya mensup olan fakir çocuklar, gençlik çağlarında genel olarak bir eğitim bozukluğu olmazsa, soylarının tesiriyle yüksek işlere yönelirler. Şafiî´nin eğitiminde herhangi bir bozukluk veya gay­ri tabiîlik olmadığı için kendi özünden gelen bir insiyakla yüksek hedeflere yönelmiştir. Fakirliğine rağmen yüksek bir soya mensup oluşu, kendisini insanlara yaklaştırmış, cemiyete karışmasını sağla­mış ve böylece içinde yaşadığı ortamın duygularına o da katılmış­tır.

Şüphesiz bütün bunlar Şafiî´nin ruhunu içtimaî bir terbiye ile geliştirmiştir. Bu terbiye sayesinde O, insanlarla kaynaşmış, cemi­yeti ve halkın duygularını yakından tanıyabilmiş tir. Çünkü cemiyeti yakından tanımak; toplumu ilgilendiren, toplumla ilgili muamelele­ri, toplumu´tanzim ve ferdler arasındaki ilişkileri sağlam esaslara göre tesis etmekle uğraşan kişiler için zarurîdir. Keza, şeriatı tefsir ve şeriatın hükümlerini çıkarıp ölçülerini ortaya koyma işi, cemi­yeti yakından tanımayı gerektirir.

Şafiî´nin ruhunda yüksek işler yapma istidadı mevcuttu. Anası da oğlunu Gazze´den Mekke´ye gönderirken onu bu yola teşvik et­miş ve gerekli sebepleri hazırlamış, Şafiî de, ileride hedefine ulaş­mıştır.

Şafiî, önce Gazze´de iken ilim tahsiline başlamış ve Kur´an-ı Ke-rîm´i hıfzetmiştir. Mekek´ye gelince de büyük hadis üstadlanndan Peygamberin hadislerini tahsile koyulmuştur. O, hadis-i şerifleri hem yazmak, hem de ezberlemek için büyük gayretler´ gösteriyor­du. Hadîsleri elde ettiği şeylere yazıyordu. Bazan onları saksı üzerine, bazan da deri üzerine yazıyordu. O, hükümet konağına gidip öteki yüzüne yazı yazmak için kullanılmış kâğıt isterdi.

Henüz çocuk yaşta, iken tahsilini ilerletince, Arapçada derinleş­mek cihetine gitti; böylece şehir ve kasabalardaki yabancılarla mey­dana gelen karışma yüzünden Arap dilini tahrip eden yabancı keli­melerin tesirinden kurtulmaya çalıştı. Bu maksatla Şafii, çöle gitti ve HUzeyl kabilesinin içinde yaşadı. O, bu konuda şöyle der: «Ben Mekke´den çıktım, çölde Hüzeyl kabilesinin yanma gittim. Bu kabi­lenin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabile, Arapların dil bakı­mından en fasihi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım. MeMçe´ye döndüğüm zaman birçok rivayet ve edebiyat bilgilerine sahip oh us­tum.»

İmam Şafiî çöldeki haber, rivayet ve şiirleri ezberlemiş, Hüzeyl kabilesinin şiirinde ihtisas sahibi olmuştur. Hattâ câhiliye ve ilk îs-lâm asrının sanat ve edebiyatını rivayet eden el-Asma´î der ki: «Huzeyl kabilesinin şiirlerini Muhammed b. İdris isimli bir Kureyş gen­ci sayesinde düzelttim.».

Şafiî, çölde bulunan iyi şeylerin hepsini öğrenmiştir. O, Arapçayı öğrenip incelerken aynı zamanda ok atmayı da öğrenmiş; hat­tâ bu konuda en yüksek mevkii ihraz etmiştir. Öyle ki on defa ok atsa hepsim hedefe isabet ettirirdi. Onun, bâzı talebelerine şöyle söylediği rivayet edilir: «Benim için iki mühim şey vardı: Biri ilim, diğeri de ok atmak. Ok atmak hususunda onda - on isabet kaydedecek bir dereceye geldim.» İlim konusunda bir şey söylememiş, fakat hazır bulunanlardan birisi; «Vallahi, sen, qk atma maharetinden da­ha çok ilme sahipsin.» demiştir. Bundan anlaşılıyor ki İmam Şafii, çağının en üstün eğitimi ile yetişmiştir. Bundan sonra kendisini bü­tünü ile ilme verip Mekke´deki fakih ve muhaddislerden fıkıh ve ha­dis tahsil etmiştir. Nihayet Mekkeîi gençler arasında parmakla gös­terilmeye lâyık olmuştur. Süfyan b. Uyeyne, Müslim b. Hâlid ez-Zen-cî gibi bilgin ve hadîsçiler, onu özel olarak koruyup gözetmiş ve tak­dir etmiştir.[7]



İmam Mâlikin Himayesinde


Delikanlı, yirmi yaşına değdiği zaman fetva verecek´ ve hadis rivayet edecek bir mertebeye ulaşmıştı. Fakat onun ilim tahsilindeki gayreti, Mekke´nin surlarını aşmış ve bu şehrin ötelerine doğru Uzanmaya başlamıştı. Çünkü, ilmin hudut ve ülkeleri yoktur. Bu arada Medine´nin İmamı Mâlik b. Ene´s´in adı Şafii´ye ulaşmıştı. Zîra, bu büyük İmamın adı o derecede etrafa yayılmıştı ki, gelip gi­denler hep onu anıyorlardı. Bu durumda Şafiî´nin gayreti ondan ilim tahsiline yönelmiş ve bu yüzden o, Medine´ye gitmek mecburi­yetinde kalmıştır.

Fakat Şafiî, İmam Mâlik´in yanına eliboş gitmek istememiştir. Yani dağarcığına îmam Mâlik´in ilminden de bir miktar koymuştu. , Şöyle ki; İmam Mâlik´in meşhur bir kitabı vardı. İsmi hertarafa yayılan bu eser el-Muvatta´» idi. Şâfü, bu eseri Mekke´de birisin­den emanet olarak alıp okumuştu. Medine´ye gitme arzusu üzerine bu kitabı defalarca okuyup îmam Mâlik´in fıkhına ünsiyet kazan­mış ve onun rivayetteki yüksek derecesini öğrenmİşte

Şafiî, yola çıkmaya karar verince İmam Mâlik´le karşılaştığın­da kendisine kolaylık göstermesi için Mekke Valisinden Medine Va­lisine bir mektup almıştır.

Mu´cemu´l-Üdebâ, adlı kitabında Yakut el-Hamevî bu mektup ve Şafiî´nin înıairi Mâlik´le karşılaşma hikâyesini bizzat İmam Şafiî´­den naklen şöyle anlatır:

«Mekke Valisinin hUzuruna girdim ve ondan Medine Valisine bir mektup aldım. Medine´ye gelip bu mektubu valiye sundum. Va­li, onu okuduktan sonra şöyle dedi: Benim için Medine´den Mekke´­ye kadar yaya ve yalınayak gitmek, Mâlik b. Enes´in kapısına git­mekten daha kolaydır. Ben, onun kapısında dikilmek kadar hiçbir zillet görmedim. Bunun üzerine ben de; Allah valinin işini rasgetir-sin, çünkü Vali dilerse onu hUzuruna çağırabilir, dedim. Vali de; heyhat! Nola ben ve maiyetim, binitlerimize binsek ve üzerimize kır­mızı toprak bulaşsa da bâzı arzularımızı elde etsek! dedi. Vallahi onun dediği gibi oldu. Üzerimize kıpkırmızı toprak bulaştı. [Bir müd­det gidip Malik´in evine vardıktan sonra) bîr adam ilerledi ve kapı­yı çaldı. Bunun üzerine dışarıya siyah bir câriye çıktı. Vali, ona; Efendine benim kapıda olduğumu söyle, dedi. Câriye içeri girdi ve biraz gecikti. Sonra dışarı çıkıp şöyle söyledi: Efendim size selâm ediyor ve diyor ki: Valinin bir meselesi varsa bir şeye yazıp ver­sin, cevap verelim. Hadîs için geldiyse, hadîs meclisinin gününü bi­liyor, gitsin. Bunun üzerine Vali, cariyeye; Ona söyle, yanımda Mek­ke Valisinden kendisine yazılmış mühim bir mesele ile ilgili bir mek­tup vardır, dedi. Câriye içeri girdi. Sonra elinde bir kürsü (sandal­ye) ile dışarı çıktı ve onu bir yere koydu. Az sonra îmam Mâlik, heybet ve vakarla içeriden çıktı: Uzun boylu ve değirmi sakallı idi. Sonra yerine oturdu... Vali mektubu ona takdim etti. Onu okudu ve: «Bu şahsa durumuna göre muamele et, ona hadîs öğret ve iyilikte bulun.» sözlerine gelince mektubu elinden bıraktı ve: «Sübhânallâh, Allah´ın Resûlü´nün ilmi vâsıtalarla mı öğretilir oldu » dedi. Valiye baktım, onunla konuşmaktan çekiniyordu. Ona doğru yak­laştım ve: Allah işinizi rasgetirsin. Ben şöyle bir kimseyim; maksa­dım, durum ve hikâyem şudur... dedim. Sözümü dinledikten sonra bana iyice baktı... Onun kuvvetli bir firâseti vardı. Adın nedir di­ye sordu, Muhammed´dir, dedim. Ey Muhammed, dedi, Allah´dan kork, günahlardan sakın. Çünkü senin ileride büyük bir şânm ola­caktır. Allah senin kalbine bir nûr vermiştir. Onu mâsiyetle söndür­me. Sen yarın buraya gelirsin, seni okutacak olan da gelir.»

Bu çağlarda hadîs rivayetinde gelenek şöyle idi: Hadîs tahsil eden kimse, hadîs rivayet ettiği veya hadîs okuduğu üstaddan. bir hadîs kitabı alır, onu yazar ve rivayet.ederdi. Bunun için Şafiî,"er­tesi gün gelmiş ve yanında da İmam Malik´in hUzurunda okumak üzere onun el-Muvatta´ adlı kitabını getirmişti. Şafiî bu kitabı oku­maya başlayınca, onun güzel okuyuşu İmam Malik´in çok hoşuna gitmiştir. Şafiî, kitabı fazla okumaktan çekinirse, îmam Mâlik, oha; Devam et, ey delikanlı, derdi. Bu sebeple Şafiî, el-Muvatta´ kitabını İmam Malik´in huzurunda birkaç gün içerisinde okuyup bitirmiştir.

Şafiî, Hicaz fakîhlerinin başı olan İmam Malik´in yanından ay­rılmamış ve onun himayesinde yaşamıştır. Bununla beraber arasıra çöle gidip Arap kabilelerini tetkik eder ve bir müddet onlarla dü­şüp kalkardı. NitekînTânnesini ziyaret etmek ve onun öğütlerini din­lemek için arasıra da Mekke´ye giderdi. Annesi de asalet, güzel an­layış ve olayları takdir kabiliyetine sahipti. Buna göre Şafiî´nin, arasıra hocasının yanında kalmadığını söyleyebiliriz.[8]



Vazifeye Tâyin Edilişi


Şafiî fakir bir hayat geçiriyordu. Ancak ömrünün sonuna doğ­ru ona Beytu´l-Maldan, Muttalip oğullarına ayrılan fasıldan bir tah­sisat bağlanmıştır. İmam Mâlik ölünce Şafiî geçimini temin için bir iş aramış ve îmam Malik´in yanında dokuz yıl kaldıktan sonra Mek­ke´ye dönmüştür. Bu sırada Yemen Valisi Hicaz´a gelmişti. Bâzı Kureyşliler vali ile konuşmuş, o da Şafii´yi yanma alıp götürmüştü. Şa­fiî bu hususta şöyle der: «Annemin yanında yol harçlığımı verecek bir şey yoktu. Evimizi rehin olarak verip onunla yol masrafımı kaşıladım. Yemen´e gelince aldığım bu parayı ödemek için çalıştım.»

İmam Şafiî´nin dirayeti, bilhassa Yemen Valisinin maiyetinde aldığı ve kadılık mahiyetinde olan bu görevinde dikkati çekmiştir. Vazifesi Yemen´e bağlı olan Necrari´da idi. Şafiî, burada adaleti hak­kıyla gerçekleştirmiştir. Her zaman ve her yerde olduğu gibi Nec-ran´daki halk da vali ve kadılara karşı dalkavukluk ederek, kendi çıkarlarını temine çalışıyorlardı. Fakat onlar, Şafii´nin şahsiyetinde adaletle karşılaştılar ve dalkavukluk yapmak suretiyle onun ruhu­nu istilâya imkân bulamadılar. Şafiî bu durumu tasvir ederken şöy­le der: «Necran´da çalışmak üzere vazifelendim. el-Hâris b. Abdilmedân ve Sâkîf kabilesinin azatlıları orada idiler. Vali buraya gelin­ce ona dalkavukluk ettiler, aynı şeyi bana yapmak istedilerse de ben­den yüz bulamadılar.»

îmam Şafiî, böylece, ruhuna hiçbir kimsenin işlememesi için dalkavukluk kapısını kapamış oldu. Çünkü ifsatçılar, valilerin ruh­larına bu kapıdan nüfuz ediyorlardı. Şafiî bu kapıcı kapatmakla nef­sini fesat, şer ve zulümden korumuş oldu. Dolayısıyla adaleti tam olarak gerçekleştirdi. Fakat adaleti yerine getirmek güç bir iş olup onu ancak azimkar valiler gerçekleştirebilirler. Onlar da zamanın merhametsizliği ve fesatçıların hileleri ile karşılaşırlar.[9]



Mihneti


Bu itibarla İmam Şafii´nin şiddetli bir mihnetle karşılaşması tabü görülmelidir. Bu sırada Necran´a zâlim bir vali gelmişti. Şafiî, onun idaresi altındakilere zulüm etmesini önlemişti. İhtimal ki İmam Şafiî diğer bilginlerin sahip olduğu tenkit kılıcına mâlik olup bunu gayet güzel kullanıyordu. Belki de Şafiî, valiyi hem zulümden alı­koyuyor, hem de emrinde.olduğu halde dili veya tenkidi ile onu hır­palıyordu. Bunun üzerine vâîi, bir yolunu bulup Şafiî´ye karşı tez­vir ve hileye başvurdu. Zîra herkes südünün icabını yerine getire­cektir.

Abbasîler, Ali evlâtlarına karşı daima saltanatlarını kıskanıyor­lardı. Çünkü onlar da, Abbasîler gibi Uz. Peygamberin soyuna da­yanıyorlardı. Hattâ onlar, Uz. Peygamber´e Abbasilerden daha yar kın idiler. Ayrıca yapılan isyanların hepsi de Ali evlâtları tarafın­dan oluyordu. Bu sebeple Abbasîler, daima onlardan çekmiyorlardı. Dolayısiyle herhangi bir alevî hareketi gördükleri zaman onu hız­la bastırıyorlardı. Herhangi bir valinin Ali evlâtlarına karşı güzel davrandığını tesbit ederlerse derhal onu ya azlediyorlar, ya muha­kemeye çekiyorlar, ya da öldürüyorlardı. Hattâ bunu, şüphelendik­leri şahıslara da tatbik ediyorlardı. Zîra, onlara göre, memleket dü­zeninin iyi gitmesi için suçsUz bir adamı öldürmek, bu düzenin bo­zulmasına sebep olabilecek itham altındaki kimsenin serbest bıra­kılmasından daha iyidir.

Adı geçen zâlim vali, Abbâsîlerin ruhlarındaki bu zaaf nokta­sından faydalanarak, Şafiî´ye karşı bir tUzak hazırlamak istedi ve onu alevîlerle birlik olmakla itham etti. Bu maksatla o zamanki hi­lâfet makamını işgal eden Hânın er-Reşîd´e bir mektup gönderdi. O, bu mektubunda şöyle diyordu: «Alevîlerden dokUz kişi hareke­te geçti. Ben, bunların ayaklanmasından korkuyorum. Onlardan bi­risi Muttalib oğullarından Şafiî denilen bir adamdır. Benim ona ne emrim, ne de yasaklarım tesir ediyor. O, diliyle, savaşçıların kılıç­larıyla yapamadıklarını yapıyor.»

İşte Şafiî böyle bir töhmet altında kaldı. Aslında bu töhmetin sebebi psikolo)ik idi. Fiilî bir şeye dayanmıyordu. Çünkü, Şafiî´nin Uz. Ali evlâtlarına karşı sevgi beslediği herkesçe biliniyordu. Fakat, onun bu sevgisi kendisini şiîlik propagandasına ve onların iktidara gelmesi için fiili bir harekete sevkedecek durumda değildi. Fakat o, bu yüzden râfizîlikle itham edildi. Gûyâ o, Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)´in hilâfetini reddediyordu. Şüphesiz Şafiî bundan beri´ idi. O, bu hususta bir beytinde şöyle der:

«Eğer Âli Muhammedi sevmem, râfizîHkse, îki cihan tanık olsun ben rafizîyim.»

Nihayet Şafiî, eli kelepçeli Bağdat´a gönderildi. Bu, Şafii´nin Bağdad´a ilk gelişidir. Bu olay 184 H. yılında cereyan etmiş olup Şa­fiî o tarihte takriben 34 yaşında idi. İmam Şafiî, Halîfe Harun er-Reşîd´in hUzuruna çıkarıldığı zaman güzel konuşması ve İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî´nin hüsnü şahadeti sayesinde canı­nı kurtarmıştır. İhtimal ki İmam Şafiî, İmam Muhammed ile îmanı Mâlik´in derslerinde tanışmıştı. Zîra Şafiî, İmam Mâlik´in hayatının sonuna kadar dokUz yıl onun yanından ayrılmamıştı. İmam Muham­med de bu sırada tam üç yıl İmam Mâlik´in derslerine devam etmiş­ti. Şafiî´nin güzel konuşması ve ifade gücü, Harun er-Reşîd´e, ken­disini sorguya çektiği zaman verdiği şu cevaptan anlaşılmaktadır:

«Ey Emir´u´1-Mü´minin, iki kişi farzedelim, birisi beni kardeş olarak görendir, dedi. Şâfü de şöyle cevap verdi: İşte sen böylesin, ey Emîru´l-Mü´nıinîn. Çünkü siz Abbas oğullarısınız, onlar ise Ali oğullarıdır. Biz Muttalib oğullarıyız. Siz Abbas oğullan bizi kardeş görüyorsunUz, onlar ise köle görüyorlar.» Şafiî, bu ifade ile alevî-lik iddia eden bâzı şiîlerin sözünü imâ etmiştir. Aslında gerçek ale­vîler kendi soylarına karşı böyle bir şey düşünmezler[10].

İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî´nin tanıklığına gelin­ce; o bu sırada Bağdat Kadısı idi. Şafiî, Harun er-Reşîd in meclisin­de itham edilerek sorguya çekilirken, İmam Muhammed´i görmüş ve ona yakınlık duymuştur. Çünkü, ilim sahipleri arasında manevî bir akrabalık vardır. Bunun için Şafiî, kendisini müdafaa sırasında şöyle demiştir: «Ben ilim adamıyım, bunu kadınız Muhammed b. el-Hasen bilir.» Bunun üzerine Hânın er-Reşîd, îmam Muhammed´e bu durumu sormuş, o da şöyle cevap vermiştir: «Evet, bunun ilim­den büyük bir nasibi vardır, iddia edilen şeyle onun bir ilgisi olamaz.»

Pek kan dökmek heveslisi olmayan Harun er-Reşîd, bu işi ince­lemek için bir yol bulmuş ve acele etmemiştir. Büyük bir itimat duy­duğu Muhammed b. el-Hasen´e, bunu yanma al ve durumunu ince­le, demiştir. Bu inceleme işi, Şafiî´ye yöneltilen töhmete iltifat edil­memekle neticelenmiştir.[11]



Şafiî´nin İlme Tekrar Dönüşü


Irak´ın büyük fakihi Muhammed b. el-Hasen, yalnız Şafiî´nin hayatım kurtarmamış, aynı zamanda onu kadılık memuriyetinin ka­ranlığından çıkarıp tekrar ilmin nuruna kavuşturmuştur. İşte İmam Şafiî, bu tarihten, yani 184 H. yılından itibaren ölünceye kadar yirmi yıl ilimle uğraşmıştır. Memuriyet hayatı İmam-Şafiî´nin kısa ve kıymetli ömrünün beş yıl kadarını işgal etmiştir. Çünkü O, 54 yaşın­da vefat etmiştir.

Denilebilir ki, onun uğradığı mihnet, kendisi için çok hayırlı ol­muştur. Eğer o, bu mihnetle karşılamadaydı memurluğu devam ede­cek ve belki de ilme hiç dönemiyecekti. Dolayısıyla, gelecek nesiller onun ölmez ilmî mirasından yoksun kalacaktı.

İmam Şafiî, Muhammed b. el-Hasen´in evinde konakladı. Daha önce îmanı Mâlik´e sığındığı gibi bu kez de İmam Muhammed´e sı­ğınmış oldu. İlk önce Iraklıların fıkhına göre îmanı Muhammed´in telif ettiği kitapları okumaya başladı. Bu kitapları bizzat İmam Mu-hammed´den okudu. Nitekim bundan önce el-Muvatta´i da İmam Mâlik´ten okumuştu. Allah cümlesinden razı olsun!

Böylece İmam Şafiî, hem Irak´ın hem de Hicaz´ın fıkhını birleş­tirmiş ve çağının en büyük fakîhlerinden ders almıştır. Bu konuda îbni Hacer el-Askalânî «Tevali et-Te´sis fî Maâlî İbni İdrîs» adlı ki­tabında şöyle der: «Medine´de fıkhı Mâlik b. Eries temsil ediyordu. Şafiî onun yanma gidip derslerine devam etmiştir. Irak´ta da fıkhı İmam Ebu Hanife temsil ediyordu. Şafiî, Ebu Hanîfe´nin talebesi Muhammed b. el-Hasen´den bizzat ders aldı. Böylece o, hem re´y ta­raftarlarının, hem de hadîs taraftarlarının ilmini kendisinde birleş­tirdi. Bu ilmin kaide ve prensiplerini tesbit edecek kadar yüksek bir mevki ihraz etti. Bu konuda muvafık ve muhalif herkes onun bu mevkiini tanıdı. Böylece onun ünü her tarafa yayıldı, itibarı yüksel­di ve nihayet o, hakkıyla İmamlık mertebesine erişti.»

Şafiî, Muhammed b. el-Hasen´den ilim tahsil etti. Ondan nakil ve rivayetlerde bulundu. Yaptığı bu nakil ve rivayetleri yazdı. Ken­disi bu konuda şöyle der: «Muhammed b. el-Hasen´den bizzat ken­disinden işitmek suretiyle bîr deve yükü ilim öğrendim.» Şafiî, Mu­hammed b. el-Hasen´i daima hürmet ve -tazimle anardı. Onun hak­kında şöyle der: «Ancak Muhammed b, el-Hasen hariç, kendisine münakaşalı bir mesele sorulan herkesin yüzünde bir nâhoşluk gö­rürdüm.»

Burada belirtmeliyiz ki, Şâfü, îmam Muhammed´den yalnız re´y ve kıyas fıkhını tahsil etmemiş, aynı zamanda ondan Iraklılarca meşhur olan ve fakat Hicazlılarca meşhur olmayan rivayetleri de öğ­renmiştir. Şafiî´nin îmam Muhammed´den yaptığı rivayetlere şunu misâl olarak söyleyebiliriz: «Muhammed b. el-Hasen, Yakub b. İb­rahim (Ebu Yusuf) ´den, o da Abdullah b. Dinar´dan, o da Abdullah b. Ömer´den, Peygamber (S.A.)´in şöyle buyurduğunu bana haber verdi; «Velâ´ (birinin azatlısı olma) soy bakımından akrabalık gi­bidir. (Azatlı) ne satılır, ne de hîbe edilir.» Şafiî, Bağdad´ta oturdu­ğu sıralarda Iraklılarla fıkhî münakaaşlar yapar ve kendisini îmam Mâlik´in talebesi sayardı. Muayyen bir metod ortaya koymazdı. Fa­kat îmam Muhammed hariç, yaşça ona denk olanlarla tartışırdı, îmam Muhammed´le tartışmayı kendisine yakıştırmazdı. Çünkü, onu kendisinin hocası olarak görüyordu. Fakat, nasıl Ebu Hanîfe talebeleriyle münakaşa ediyor idiyse, Şafiî´nin hocası İmam Muham­med de onun kendisiyle münakaşa etmesini isterdi. Fakat, Şafiî, hocasıyla tartışırken utanırdı. Çünkü ilk hocası îmam Mâlik, talebe­lerine münakaşa kapısını açmaz ve onları cedelleşmeden menederdi.[12]



Beytü´l-Harâm´â Gelîşî


Tarihçiler, İmam Şafiî´nin Bağdat´ta İmam Muhammed´in ya­nında hoca ve talebelerle tartışarak, ne kadar kaldığını bildirmemektedirler. Büyük bir ihtimale göre o, burada iki sene kalmıştır. Bu müddet, ister Uzun ister kısa olsun, gerçek olan onun çok verimli oluşudur. Zîra, İmam Mâlik´in talebesi Şafiî, hocasından başka üstadlatın da görüş ve fıkıh metodlarım öğrenme imkânını bulmuş­tur. Bunun tabii bir neticesi olarak, Şafiî´nin, bu değişik görüş ve metodlar arasında karşılaştırmalı bir inceleme yapması zaruri idi. Keza, onun, bu karşılaştırmalı incelemelerinden sonra bu her iki görüş ve nıetodlardan birine yakın veya her ikisinden de Uzak bâ­zı görüşler ortaya atması gerekirdi.

Bu karşılaştırma, elbette görüş ve metodları süzgeçten geçirerek ve bunlardan hangisinin daha doğru ve gerçeğe daha yakın olduğu­nu ortaya koyacak esaslı ölçülere dayanmak mecburiyetinde idi. İmam Şafiî, böyle bir karşılaştırma yapmak üzere Beytü´l-Harâm´a çekilmiş; kendisini, keskin bir basiret ve anlayışlı bir teemmül içe­risinde bu işe vermiştir. Şafiî, burada yaptığı karşılaştırmalarından şöyle iki netice elde etmiştir:

1 Şafiî, kendisine has bir mezheble ortaya çıkmıştır. O,da­ha önce îmam Mâlik´in talebesi olup onun görüşlerini yaymaya ça­kışıyordu. Şimdi ise îmam Mâlik´in görüşlerini müstakil olarak ele alıp inceliyen ve yerine göre tenkit eden, bazen ona muvafakat, ba-zan da muhalefet eden bir ilim adamı olarak davranıyordu. O, bu konuda «Hilafu Mâlik» adında bir kitap yazmıştır. Keza, Şafiî, îmam Muhammed ve onun hocası Ebu Hanîfe ile Ebu Yûsuf´un görûşlerl-in incelemiş, tenkid etmiş; bâzan bunlara muhalefet, bâzan da mu­vafakat etmiştir. Bu konuda yazdığı kitaba da «Hilâfu´I-Irâkiyyîn» adını vermiştir, İşte böylece İmam Şafii, fakîhlerden herhangi bir guruba bağlı kalmaktan kurtulmuş, Allah´ın Kitabı ve Resûlullah´ın Sünnetinin gölgesinde hür ve müstakil olarak, ictihad mertebesine yükselmiştir.

2 İstinbat (hüküm çıkarma) prensiplerini tesbit etmiştir ki, daha sonra bu usûl-i fıkıh adını almıştır. Şafiî, içtihadlarmda yalnız ortaya koyduğu bu prensiplere göre hareket ederdi. Ondan önceki-âlimler de, içtihatlarında birtakım metodlara bağlanırlar ve bu metodları kısaca işaret ederlerdi. Şafiî ise, bu metodlan işaret etmek­le yetinmemiş, müctehidin ictihad ve istinbat sırasında hatâya düş­memesi ve içtihadının verdiği imkân nisbetinde hakîkata ulaşması için bağlı kalması gereken prensip ve kanunları tesbit ederek açık­lamıştır.[13]



Bağdad´a Tekrar Gelişi


İmam Şafiî, Mekke-i Mükerreme´de inceleme ve araştırmalarıy­la öğrencilerine daha önce alışık olmadıkları bir ilmi öğretmeye de­vam etmiştir. O, fıkıh derslerinde Kur´an ve Sünnetin gölgesinden dışarı çıkmazdı. Bu sırada bilhassa hac mevsiminde bütün Uzak is­lâm ülkelerinden gelen ilim adamları ondan feyz alırlardı. Mese­lâ, Iraklılar ve diğerleri gelip ondan faydalanırlardı. Mekke´de bu seferki ikameti dokUz yıl sürmüştür.

Şüphesiz Şafiî, ulaşmış olduğu neticeleri ve özellikle fıkh! istin­bat için koymuş olduğu metodlan bütün islâm ülkelerine yayacak­tı. O çağda islâm âleminde ilim nurunun yayıldığı yer islâm Dev-leti´nin merkezi olan Bağdad şehri idi. Şafiî bu şehre, bu şehir de ona ısınmıştı. Şafiî burayı, bura da kendisini tanımıştı. Bunun için­dir ki Şafiî, 195 H. yılında tekrar Bagdad´a dönmüştür. Bu tarihte o, yaklaşık olarak 45 yaşında idi.

Bağdad´ta ona bütün âlimler önem vermiş ve talebeler etrafını´ sarmıştır. Bağdad âlimleri, ondan ders almak konusunda büyük­lük saİmamıştır. Meselâ, daha önce Mekke´de Şafiî ile görüşen Ah-med b. Hanbel ona talebe olmuş, onun akıl ve fikrine hayran kalmıştır. Aşağı yukarı kendisinin yaşıtı olan İshak b, Rahûye de on­dan tahsil görmüştür. Bunlar ve benzerleri, îmam Şafiî´den ilim tah­sil eden asıl talebelerden ayrıdırlar.

Herkes onun dersine koşuyor ve verdiği cevaplara hayran kalı­yordu. Çünkü O, Iraklıların alışık olmadıkları bir metoda dayanan yeni bir ilim getirmişti. Ayrıca o, kendisinden öncekilerde bulunma­yan bir kısım sıfatlara sahipti. Şafiî´nin metodu, tafsilatıyla açıkla­dığı istinbat metodu olan usûl-i fıkıh ilmi idi. O, bu sayede açık lâ­fızlara dayanarak, kapalı olan mânaları ortaya koyuyordu. Bunun içindir ki İshak b. Rahûye: «Şafiî´den önce biz, nâsih ve mensûhu bilmiyorduk.» demiştir. Sahip olduğu sıfatlar ise, güzel ve açık ko­nuşma, münazara ve münakaşa kudretidir. Onun ifadesi gayet açık, güzel ve tesir bakımından çok güçlü idi. Bunun için bir çağdaşı «O, âlimlerin hatibidir.» demiştir.

Şafiî, bu gelişinde Bağdad kitapları (el-Kütübu´1-Bağdadiyye) adını verdiği eserlerini yazdırmış (imlâ etmiş) tır. el-Umm veya el-Mebsût diye isimlendirilen eseri bunlar arasındadır. Bu eser, bir­kaç kitaptan meydana gelmiş olup çoğu fürû´a dairdir. Bunu ken­disinden rivayet eden, talebesi ez-Zaferânî´dir. Keza, burada Şafiî, usûl-i fıkha ait olan kitabını imlâ etmiştir. Bu eser er-Risâle adını almış olup bunu rivayet eden de ez-Zaferânî´dir.

Böylece Şafiî´nin ilmi Irak´ın sınırlarını aşmış ve bütün Doğu İslâm ülkelerinde yayılmıştır. Onun ilmini yaymada talebelerinin tesiri çok olmuştur. Talebelerine tesir eden iki husus vardı:

Birisi ondan istifade arzusu, diğeri de Şafiî´nin eşsiz şahsiyeti­ne karşı duydukları hayranlık idi.

Bu gelişinde Şafiî, iki seneden fazla Çalmış, sonra tekrar Mek­ke´ye dönmüştür. Belki Şafiî, tekrar Mekke´ye eşya ve işlerini topar­lamak, Beytu´î-Harâm´ı ve Süfyayn b. Uyeyne gibi hocalarını ziya­ret etmek için gelmiştir. Dolayısiyle burada fazla kalmamış, 198 H. yılında yeniden Bagdad´a dönmüştür.[14]



Bağdad´tâ Kısa Bîr Îkâmeti


Şafiî, Bagdad´a bu gelişinde kısa bir süre ikâmet ettikten sonra Mısır´a gitmek üzere yola çıkmış ve oraya 199 H. yılında varmıştır.

Şafiî, bu sefer Bağdad´ta niçin kısa bir süre kalmıştır Halbuki umumî vaziyet onun bu şehirde Uzun müddet kalmasını gerektiri­yordu. Çünkü burası, âlimlerin merkezi ve İslâm Devleti´nin baş­kenti idi. Öte yandan burada, Şafiî´nin birçok talebeleri vardı. Bu şehirden İslâm âleminin dört bucağına ilim nuru yayılıyordu. Öyle ise, İmam Şafiî burayı terkedip niçin Mısır´a gitmiştir Halbuki Mı­sır, bu sırada ilim merkezi değildi. Gerçi yavaş yavaş bir ilim mer­kezi olmaya başlamıştı. İçimizi rahatsız eden bu soru bizden cevap beklemektedir.

Bu sorunun cevabı bizce şudur: 198 H. yılında hilâfet, Harun er-Reşîd´in oğlu Abdullah el-Me´mun´a geçmiştir. Arap.ve İranlılar arasında cereyan eden birçok savaş ve fitnelerden sonra el-Emin öldürülmüş (198 HÜ ve el-Me´mun .(öl. 218 H.) halifelik makamına oturmuştur. el-Me´mun devrinde hâkim bir durumda olan iki hu­sus, Şafiî´nin Mısır´a gitmesinde etkili olmuştur ki, bu kanaati Şa­fiî´nin hayat ve ilmî metodu teyit etmektedir.

1 el-Me´mun devrinde duruma İranlılar hâkim olmuşlardı. Çünkü el-Emin´le el-Me´mun arasındaki taht kavgası, gerçekte Arap­larla İranlılar arasında cereyan etmiştir. Neticede de el-Me´mun mUzaffer olmuş, dolayısıyla İranlılar, Araplara galip gelmişler ve nü­fuz onların eline geçmiştir. Bu durumda Kureyşli Şafiî, İranlıların nüfUz ve otoritesine boyun eğmek istememiştir.

2 el-Me´mun, kelâmcı filozoflardan idi. Mu´tezilîleri. yanma almış, kendisini onlardan saymış, kâtip, hâcip ve nedimlerini onlar­dan seçmiş, ilimde ve âlimler arasında onları üstün tutmuştur. Şa­fii ise, mu´tezilîlerden ve onların metodlanndan nefret ederdi. Mu´-tezilîler gibi münakaşalara giren ve onların metoduyla akâid konu­larını anlatan kimselerin cezalandırılmasını isterdi. Şafiî gibi bir şahsiyet, elbette bunlarla beraber yaşıyamaz ve onlara yüzveren Halîfe el-Me´mun´un yanında kalamazdı. Öyle ki Hlîfe el-Me´mun, daha sonra mu´tezilîlerin tahrikiyle fakîh ve muhaddislere işkence­lerde bulunmuştur. Bu işkencelerin başlıca sebebi, Kur´an-ı Ke-rîm´in yaratılmış olup olmaması meselesi idi. Bu yüzden îmanı Ah-med b. Hanbel de, türlü işkencelere uğramıştır.

Şafiî mezhebine bağlı olanlardan bâzısının rivayetine göre, Ha­lîfe el-Me´mun, İmam Şafiî´ye kadılık teklifinde bulunmuş, o da bu konuda özür beyan etmiştir. Şüphesiz bu rivayet, İmam Mâlik´in ta­lebesi olan Şafiî´nin hem düşüncesi, hem mantığı, hem de yaşayışla bağdaşmaktadır.[15]



Şafiî Mısır´da


Son gelişinde Bağdad´ta oturmak, Şafiî için hoş olmuyordu. Onun, ilim bakımından buraya yakın bir değer taşıyan başka bir memlekete gitmesi gerekiyordu. Gideceği bu memlekette O, Bağdad´taki gibi İranlıların AVaplara tahakkümü ile karşüaşmamalıydı. Şafiî aradığını Mısır´da buldu. Çünkü İmam Mâlik´in talebeleri ve Leys b. Sa´d Mısır´da idiler. Ayrıca Mısır, ilim bakımından Bağ-dad´a benzememekte ise de, ona yakındı. Buraya Araplar hâkimdi. Buranın valisi Kureyş´e mensup olup Abbas oğullarından idi. Ya­kut el-Hamevî «Mu´cemu´l-Üdebâ» smda bu konuda şöyle der: «Şa­fiî´nin Mısır´a gelişinin sebebi, bura valisinin Abbas b. Abdillah b. Abbas b. Musa b. Abdillah b. Abbas oluşudur.»

Şafiî, Mısır yolculuğuna karar verince şu mısraları söylemiştir:

«Durmadan Mısır´ı özlüyor ruhum

Ondan gayri çöl ve ova kalmadı.

Kurtuluş ve zenginliğe mi Vallahi bilmiyorum,

Yoksa kabre mi götürülüyorum »

Kader, Şafii´nin bu arzusunu yerine getirdi ve onu burada zen­ginliğe ulaştırdı. Çünkü Mısır´ın Arap valisi, Peygamber´e akraba olanlara tahsis edilen ganimetlerden Şafiî için de bir hisse ayırmış ve böylece Şafii, nesebinin şerefiyle mütenasip bir duruma gelmiş­tir. Şafii, öte yandan ilmini, fıkhını ve görüşlerini burada yaymaya muvaffak olmuştur. Daha1 sonra ölümü tadarak Mısır´daki kabrine defnedilmiştir. Şafiî, Mısır´da 204 H. yılı Recep ayının son gecesi öl­düğü zaman 54 yaşında idi. Halbuki İmam Ebu Hanîfe takriben 70 ve Şafiî´nin hocası İmam Mâlik 86 yaşma değinceye kadar hayatta kalmıştır. İmam Şafiî´nin hayatı mücadele içinde geçmiş olup has­ta iken yatağında ölmüştür[16].

Zayıf bir rivayete göre Şâfü, Mâliki mezhebine mensup Fityan isimli budala ve yobaz bir kimsenin adamları tarafından dövülmüş ve bunun üzerine ölmüştür. Bu rivayeti Yakut el-Hamevi «Mulcemu´l-Udebâ» smda anlatırken aynen şöyle der:

«Mısır´da Fityan denilen ve Mâliki mezhebine bağlı olan hiddet­li ve zâlim bir kimse sardı. Bu, çoğu zaman Şafiî ile münakaşa eder, halk da bunların etrafına toplanırdı. Bir gün hür bir insanın satıl­ması meselesi üzerine tartışıyorlardı. Meselenin aslı şu idi: Rehin olarak verilmiş olan bir köleyi, onu rehin olarak veren sahibi âzâd etse ve borcunu verecek başka malı bulunmasa durum ne olacak­tır Şafiî, bir kavline göre bu âzâd edilmiş kölenin satılabileceğini söyledi. Görüşünü isbat için birçok delil serdetti. Bunun üzerine öfkelenen Fityan Şafiî´ye ağır şekilde küfretti. Şafiî, ona hiç cevap vermedi ve meseleyi açıklamaya devam etti. Bir şahıs bu durumu Mısır Valisine haber verdi, Vali de, Şafiî´yi çağırıp durumu sordu. Şafiî olanları anlattı ve bâzı kimseler de Fityan´m aleyhinde şahit­lik ettiler. Bunun üzerine Vali, Şafiî gibi bir kişi daha Fityan aley­hinde şahitlik etseydi Fityan´ın boynunu vurdururdunı, dedi. Vali­nin emriyle Fityan kırbaçla dövüldü ve bir deve üzerine bindirilip sokaklarda dolaştırıldı. Önünden giden bir tellâl: İşte Peygamber´in soyuna küfredenlerin cezası budur, diye bağırdı. Daha sonra ba­yağı kimselerden meydana gelen bir topluluk, Fityan lehine hare­kete geçip. Şafii´yi takibe başladılar. Şafiî, talebelerinden ayrılıp yalnız kalınca üzerine saldırdılar ve dövdüler. Bundan sonra evine gelen Şafiî ölünceye kadar iyileşemedi.»

Bu rivayete göre, Şafiî´nin ölüm sebebi bu dövülme olayıdır. Biz, bu rivayeti yerinde bulmuyorUz. Çünkü Şâfiîye küfreden kimseyi, nerede ise ölüm cezası ile cezalandıracak olan Mısır Valisi onu dö­venlere karşı susmaz, durumu Şafiî´den mutlaka sorup suçluları en ağır şekilde cezalandırırdı. Bu dövme olayı, ister doğru olsun ister doğru olmasın, gerçek olan şudur ki, Şafiî´nin ölümünün sebebi, ba­sur hastalığına yakalanmış olmasıdır. Şafiî bu yüzden şiddetli bir kanama geçirmiş ve neticede Rabbma kavuşmuştur. Allah ondan razı olsun!

İmam Şafiî, kendisinden sonrakiler için zengin bir miras ve fı­kıh için hâlâ tükenme bilmeyen bir hazine bırakmıştır. Bu sayede onun adı, her yerde hürmetle anılmaktadır.[17]



Şafiî´nin İlmi


İmam Şafiî, insanların dikkatini aklı, ilmi ve belagatı ile kendi üzerine çekmiştir. Bağdad´ta iken, buranın fakîhleri ile yaptığı mü­nazaralarda onların dikkatini üzerine çekmiştir. Bu sırada O, İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî´den ilim tahsil eden bir delikan­lı idi. Beytu´l-Harâm´ı hac maksadıyla ziyarete gelen ve Uz. Pey­gamber´in hadîslerini hayatta bulunan tabiîlerden öğrenmek iste­yen bilginlerin dikkatini çeken yine Şafiî idi. O, ikinci olarak Bağ-dad´ı, ulaşmış olduğu ilmin semereleriyle doldurmuştur. Şafiî, Beytu´1-Harâm´da iken İslâm hukukunun esaslarım, usûl-i fıkıh kaide­lerini tesbit ediyor ve âlimlerin re´ylerini görülmemiş bir şekilde karşılaştırarak inceliyordu. O, daha sonra Mısır´a gelmiş ve bura­daki insanları, geniş ilmi ile kendisine çekmiştir. Gerçi Mısır*daki-lerin de kendilerine göre bir .üstünlükleri mevcuttu.

Şafiî´yi ilim tahsil ettiği hocaları övmüş, kendisiyle münakaşa eden arkadaşları ona hoca muamelesinde bulunmuş ve öğrencileri onun çok zengin ilim mirasını gelecek nesillere aktarmışlardır.

Hocası İmam Mâlik, Süfyan b. Uyeyne ve Müslim b. Halid ez-Zencî, onun akli gücünü övmektedir. Abdurrahman b. Mehdi, Şa­fii´nin «Usûl» hakkındaki «er-RisâIe»sini okuduktan sonra: «İşte bu, gerçekten anlayışlı bir delikanlıdır.» demiştir. Şafiî´nin talebe­lerinden Muhammed b. Abdülah b. el-Hakem de şöyle demektedir. «Şafiî olmasaydı beri, bir kimseyi nasıl reddedeceğimi öğrenemez­dim. Bildiklerimi hep onun sayesinde öğrendim. Bana kıyası öğre­ten o rahmetlidir. O, sünnete bağlı, her türlü fazilete, keskin ve açık bir dile, sağlam bir kafa ile üstün bir akla sahipti.»

Talebesi Ahmed b. Hanbel de şöyle der: «Peygamber (S.A.)´den şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: «Allahu Teâlâ, bu ümmetin dî nini doğru olarak uygulamak için her yüz yılda bir şahıs gönderir.» Birinci yüzyılın başında bu şahıs Ömer b. Abdilaziz olmuştur. İkin ci yüzyılın başında da bu şahsın Şafiî olacağını umuyorum.»

İşte bu ilim adamlarının şahadetleri, İmam Şafiî´nin ilim, fazi­let ve üstün bir kavrayışa sahib olduğunu açıkça göstermektedir. Gerçekten Şafiî, kendisini böyle yüksek bir mevkie getiren ilim va­sıtalarının hepsine sahipti. O, Kur´an ilmini, Kur´an´m mâna, gaye ve sırlarını hakkıyla öğrenmişti. Bir talebesi şöyle der: «Şafiî tefsi­re başlayınca, Kur´an´ın inişine şahid olmuş gibi davranırdı. Şafiî, Hadîs ilmini de hakkıyle elde etmişti. O, Mekke´de bulunan tabiîle­rin hayatta olanlarından birçok hadîs rivayet etmiş ve ilk hadîs ki­tabı olan el-Muvatta´ı da bizzat İmam Mâlik´ten okumuştur. îmam Muhammed´den tahsil gördüğü sırada, Iraklıların ilmine sahip ol­muş ve bu ilmin de râvîleri arasına katılmıştır.

Bununla birlikte Şafiî, re´y´e dayanan fıkhı da tehsil etmiş; fı­kıh, kıyas ve nesh´in kaide ve prensiplerini vaz´etmiştir.

O, Allah kendinden razı olsun her çeşit ilmin öğrenilmesini ister ve şöyle derdi: «Kur´an ilmini öğrenenin kıymeti yükselir. Ha­dîs ilmini öğrenip yazanın delil getirme gücü artar, fıkıh öğrenen kimsenin şerefi yükselir, dil üzerinde çalışanın duyguları incelir, ma­tematik tahsil edenin görüşü artar ve nefsini koruyamıyanın ilmi kendisine hiçbir fayda vermez.»[18]



Îlme Yönelişi Ve Çağı


Şafii, akranı arasında en yüksek seviyeye ulaşmak için genç yaşta ilme yönelmiş ve ilmin her türlü imkânları içerisinde yetiş­miştir. Çünkü O, Mekke´de oturuyordu. Bu sırada, tabiîlerden hayat­ta olanlar vardı. Beytü´l-Harâm´m civarında oturmayı tercih eden Abdullah b. Abbas´ın medresesi burada idi. Biraz büyüyüp delikan­lılık çağına ulaşınca Peygamber şehrinin İmamı olan Mâlik´in yanı­na gelmiş ve dokuz yıl ondan ayrılmamıştır. Bu zaman, honı hoca­sı için, hem de talebesi için en verimli yıllar olmuştur. Şafiî, ömrü­nü ilimden başka bir yerde harcamamıştır. Ancak kısa bir zaman vazife almış ise de, şevkle ve bütün şerefin ilme ait olduğunu kav­rayarak, tekrar ilme dönmüştür. Kur´an ve Sünnet ilmini ve fakîh-lerin ihtilâflarını incelemeye başlamış ve bunlar için hakikati bildi­recek ölçüler koymuştur. Önce dersine Beytu´l-Harâm´da başlamış, nihayet ilim dağarcığı dolunca Bağdad´a gitmiştir. Bağdad´ta da der­si için başka bir kürsüye sahip olmuştur. Bağdad kendisini sıkmaya ve bazı çevreler hoşuna gitmeyen bir takım ilmi görüşlere tkassup göstermeye başlayınca Şafiî, Mısır ülkesine gitmeye karar vermiş­tir, îşte bundan sonradır ki İslâm âleminin çeşitli felâketlerle karşı­laştığı anlarda güzel Mısır´ımız, Doğu ve Batı âlimlerinin sığmağı haline gelmiştir. O çağlarda âlimler, emniyet ve hUzura kavuşmak için memleketlerinden ayrılmak zorunda kalmışlar, aradıkları emni­yet ve hUzuru da ancak Mısır´da bulabilmişlerdir.

Şafii´nin bütün hayati; dehâ derecesinde bir akıl, sağlam bir kalem, belâgatli ve tasvir gücüne sahip bir dil ile ilim uğrunda geç­miştir.

Şafii´nin içinde yaşadığı çağ, ilimlerin geliştiği, tedvin ve telifin başladığı, her ilmin esaslarının konduğu bir çağdır. Bu çağ da Arap dili tedvin ediliyor ve esasları konuyordu. Ebu´l-Esved ed-Duelî´nin ardından gelenler, nahiv ilminin esaslarını koymaya başlamışlardı. el-Aşma´î ve diğerleri, şiir rivayetlerini tesbit ve naklediyorlardı: Ha­lil b. Ahmed, Arap şiirinin nağme ölçülerini ifade eden «ArUz» ilmi­ni koymuştu. Câhız, dikkatleri edebî tenkit usûllerine çevirmişti. İşte bütün ilimler böyle gelişiyordu.

Âlimler, hadîslerin çeşitli kaynaklarından toplanmasına yönel­mişti. Hadîs´in rivayet bakımından doğru olup olmadığını, râvîler (rical) ve metni itibariyle Peygamber (S,A.)´e nisbet bakımından el­verişli bulunup bulunmadığını tesbit için esas ve ölçüler konmaya başlanmıştı.

Fıkıh konusunda da çeşitli ekol (medrese)´ler kurulmuştu. Mekke ekolü, Abdullah b. Abbas´ın görüşlerini; Medine ekolü, Ömer b. el-Hatlâb, Zeyd b. Sabit, Osman b. Affan, Ali b. Ebî Tâlib ve Peygam­ber (S.A.V.)´in ilmini kendilerinden sonrakilere olduğu gibi aktaran diğer bilgin sahâbîlerin fıkhını naklediyordu. Fıkıh, tedvin edilmeye başlanmıştı. Meselâ, İmam Mâlik, kendi fıkhını ve rivayet ettiği ha­disleri, talebeleri vasıtasıyla nakledilen sahâbîlerin fetvalarını içine alan «el-Muvatta» adlı eserini tedvin etmişti. İmam Muhammed b. el-Hasen, Irak fıkhım tedvin etmiş ve bu fıkhın fürû´unu inceden in­ceye yazmıştı. İşte Şafiî, bütün bunlardan faydalanmıştır.

Burada söylenmesi gereken bir husus daha vardır ki o da çe­şitli îslâm fırkalarıdır. Her fırka, kendi görüşlerini savunup yayma­ya başlamıştı. Mu´tezilîler kendi görüşleri uğrunda mücâdele ediyor­lar ve İslâmiyeti kendi açılarından savunuyorlardı. Şiîlerden îma-miyye, Zeydiyye ve sair siyasî fırkalar da böyle idiler. Kısaca bu çağ, mücadele ve münazara çağı idi.

Şâfü, bu fırkaların çoğundan memnun değildi. O, ne Mu´tezili-lerin, ne Şiilerin ve ne de Hâricilerin yolundan gitmiştir. Şüphesiz O, içinde yaşadığı çağın metod bakımından etkisinde kalmıştır. Onun çağı mücadele ve münazara çağı idi. Bu itibarla Şafiî de, büyük bir mücadele ve münazara gücüne sahipti. O, mücadele ve münakaşa­larında bâtılı nasıl yıkacağını ve hakikati nasıl ortaya çıkaracağını biliyordu.

Şafiî, hadisi savunmak için Mu´tezilîlerle bilfiil mücadele etmiş­tir. Yâni, Basra´da bulunan bir gurup, mütevâtir olmayan hadîsleri delil olarak kabul etmiyordu. Şafiî, bunlara karşı mücadeleye giriş­miş ve Resülüllah´ın Sünnetini savunmuştur. Bu konudaki mücade­lelerini «el-Umm» adlı kitabında anlatan Şafiî, gerçekten «Sünnetin koruyucusu» unvanına hak kazanmıştır.

Şafiî´nin çağında Yunan, Fars ve Hint dillerinden çeşitli ilimler Arapçaya terceme edilmiştir.. Bu tercemelerle o çağda birçok ilim­ler yayılmıştır. Şafiî´nin bu ilimlerden Uzak kaldığını sanmıyorUz.. Belki O, bu ilimlerden cedel ve münazara ile ilgisi nisbetinde faydalanmıştır. Ne olursa olsun, Şafiî´nin fıkhî görüşlerinde bu ilimlerin herhangi bir etkisi yoktur. Çünkü, Şafiî´nin fıkhî görüşleri tamamen İslâmî kaynaklardan gelmektedir. Hattâ.O, nass´lara bağlılıkta son haddine varmaktadır. Çünkü O, nass´lara dayanmayan her içtihadı iptal etmektedir. Bu hususu, ileride, inşaallah, kısaca açıklayacğız.[19]



Şafiî´nin Şahsiyet Ve Karakteri


Allh, İmam Şafiî´ye çağdaşları arasında ilim, ahlâk, din ve iç­timaî mevki´ bakımından onu yücelten birçok sıfatlar ihsan etmiş­tir.[20]



1- İdrâk Ve Hafıza Gücü


Şafiî, ilmî idrâk yönünden çok kuvvetli idi. Öyle sağlam bir ha­fızaya sahipti ki, îmam Mâlik´in «el-Muvatta´» ını okuyup hıfzetmişti. Onu, İmam Mâlik´in rivayet ettiği şekilde ezberden okurdu. Hattâ Şafiî, el-Muvatta´ı İmam Mâlik´le karşılaşmadan önce hıfzetmişti. Bu sağlam hafızasının yanında Şafii, hazircevaplı bir şahsiyet­ti, ihtiyaç duyduğu zaman bildiklerini rahatlıkla anlatırdı. O, fikri hiçbir tutukluk göstermezdi. Olayların altında kalmaz, aksine ince­lediği mes´eleleri düşüncesiyle aydınlatırdı. Onun önünde hakîkat-lar kendiliğinden açığa çıkar ve bunların mantik´ı doğru olarak be­lirirdi. O da, i bu mantık sayesinde gerçeklere nüfuz ederdi.

Şafiî derin bir düşünceye sahip olup mes´elelerin dış yüzünü in­celemekle yetinmez, aksine onların derinliklerine inerdi. O, son de­recede anlayışlı ölüp hakîkata tam olarak ulaşıncaya kadar hiçbir noktada duraklamazdı. Hadisler ve bunlarla ilgili hükümleri tetkik ederken, onları belli prensiplere bağlamaya çalışırdı. Onun araştır­maları külîî neticelere ulaşmak.içindi. O cüz´iyyatla yetinmezdi. İşte böyle külli neticelere yönelişinin sonunda, Şafiî, usûl-i fıkıh ilmini kurmuştur:[21]



2- İfade Gücü


Şafiî, konuşurken güçlü ve açık bir. ifadeye sahipti. O, dilinin fesahati, ifadesinin belagatı ve kalbinin kuvvetli oluşu yanında, de­rin tesirli bir sese sahipti. O, ifadeleriyle bir şeyi güzelce açıkladığı gibi, sesinin ihtizazı ile de maksadını anlatırdı. Şafiî, İmam Mâlikle görüştüğünde İmam Mâlik, ondan, el-Muvatta´ı arkadaşlarına oku­masını istemiş ve ona; bir sahife oku, demiştir. Şafiî sahîfeyi bitirin­ce, İmam Mâlik, onu daha çok dinlemek istemiş ve sonuna kadar ona el-Muvatta´ı okumuştur. İşte bu, onun sesindeki derin tesirin bir neticesidir.

Bir talebesinden şöyle rivayet edilmiştir: «Ben, Şafiî´den başka yazıları konuşmasından daha üstün (fasîh) olan birini görmedim. Bununla beraber Şafiî´nin dili, yazısından da üstün (fasih) idi.» Şa­fiî´nin yazdıkları, ifade ve düşünceleri tasvir bakımından son dere­cede güzel olursa, onun konuşması nasıl olur Elbette onun konuş- ´ ması, ifade bakımından daha kuvvetli, işaret bakımından daha mü­kemmel, ibare ve üslûp bakımından daha üstündü. O, sağlam ifa­dede öyle bir dereceye ulaşmıştı ki, İshak b. Rahûye, onun hakkın­da; «Şafiî, âlimlerin hatibidir.» demiştir.[22]



3- Basiret Ve Fîraseti


Şafii, hocası İmâm Mâlik gibi keskin bir basiret ve kuvvetli bir firaset sahibi idi. Bu sıfat, münazara ile uğraşan uyanık kişilerden ayrılmayan bir haslettir. Aynı zamanda bu sıfat, büyük üstadlann sıfatıdır. Çünkü Şafiî, talebelerine ders anlatırken onların marifet bakımından kavrıyabilecekleri kadar anlatırdı. O, bunu ancak fira-seti sayesinde bilir, dolayısiyle onların anlama ve açıklama bakımın­dan tâkatlanna göre ders takrir ederdi. Bu basiret ve firaseti saye­sindedir ki, sayı bakımından en çok talebe onun etrafında toplan­mıştır. O, insanların ruhî durumlarını iyi bildiği için dinleyicilerine ancak tâkatlari nisbetinde ders verirdi. Bu konuda Yakut´un «Mü´-cemü´l-Üdebâ» sında anlattığına göre, Şafiî, bâzı dinleyicilerine Hu-zeyl kabilesinin şiirlerini okurdu. O, bu şiirlerden pek çok ezberlemiş ve bunları yanında okuduğu bir talebesine şöyle demiştir: «Bunu, hadîs ehlinden hiçbir kimseye belli etme; çünkü onlar, bunu hazme­demezler.»[23]



4- Îhlâsı


Şafiî hakikatlan araştırmada büyük bir ihlâs ve ulaşmak iste­diği gerçeğe yönelmede de sağlam bir görüş sahibi idi. îşrak felse­fesine göre hakîkatlan aramada ihlâs, kalbi marifet nuru ile doldurur ve ruhta öyle bir safiyet meydana gelir ki bu sayede hâkîkatlar kendiliğniden açığa çıkar, akıl onları kavrar, düşünce dosdoğru olur, ifadeler gerçek mânaları sadakatle tasvir eder, dolayısiyle gö­rüş doğru ve ifade sağlam olur.

Şafiî´nin hakikatları aramadaki ihlâsı, hayatının bütün devre­lerinde kendisinden ayrılmamıştır. Hattâ O, nerede olursa olsun, ha­kikati bulmaya çalışmıştır. İhlâsı sayesinde Şafiî, insanların alışık bulunduğu görüşlerle çatışsa dahi kendi görüşlerini cesaretle açık­lamıştır. Keza, hakîkatlar uğrundaki ihlâsı, hocalarına karşı duydu­ğu bağlılıkla çatıştığında da Şafiî, hakikatları tercih etmiştir. Onun İmamı Mâlik´e karşı beslediği bağlılık ve ihlâsı, kendisini,´hocasına muhalefet etmekten alıkoymamıştır. Gerçi Şafiî, hocasına karşı muhalefette biraz tereddüt göstermiştir. Fakat, Endülüs halkının, İmam Mâlik´in külahı iîe yağmur duasına çıktığını duyunca, İmam Mâlik´i tenkit maksadıyla yazmış olduğu kitabı halka açıklamıştır. Böyle­ce Şafiî, İmam Mâlik´in beşer olduğunu, bâzan doğru düşündüğü­nü, bâ´zan ua yanıldığını göstermiştir. Kendisini kurtaran ve hima­yesine alan İmam Muhammed b. el-Hasen´e karşı beslediği ihlâsı da, onunla münazara ve şiddetli bir şekilde mücâdele etmesine ve Medînelilerin de haklı olduğunu kabul ettirmek için onun talebelerini yenilgiye uğratmasına mâni olmamıştır.

İşte İmam Şafiî, ilim hayatının bütün devrelerinde böyle dav­ranmıştır. Bu sebeple O, kendisiyle münazara yapanları, hakikat uğrunda gösterdiği ihlâsla karşılar ve onları yenilgiye uğratırdı. Çünkü O, hakîkattan başka bir şey düşünmezdi.

Şafiî, İslâm şeriatı esasının Allah´ın Kitabı ve O´nun Elçisi´nin Sünneti olduğuna inanırdı. Kendisinin ilmi ile Resûlüllah´m Sünne­tini ihata ettiğine inanmazdı. Dolayısiyle, talebelerini dâima hadîs araştırmaya teşvik ederdi. Kendi görüşüne muhalif olan sahîh bir hadîs bulursa, onu bırakıp hadîs ile amel etmelerini söylerdi. Ya­kut´un «Mu´cemu´l-Udebâ» sırida Rabi´ b. Süleyman´dan şöyle riva­yet edilmektedir: «Bir şahsın bir me´s´ele sorması üzerine Şafiî´nin şöyle dediğini işittim: Peygamber (S.A.V.) den şöyle şöyle... buyur­duğu rivayet edilmektedir. O adam Şafiî´ye, ey Abdullah´ın babası, buna göre mi fetva veriyorsun dedi. Bunun üzerine Şafiî´nin tüy­leri diken diken oldu, yüzü sarardı, durumu değişti ve şöyle dedi: Eğer Peygamber´den bir hadîs rivayet ettiğim halde onunla amel et­mezsem, hangi yer beni taşır, harigi gök beni gölgelendirir Peygamber´in hadîsinin başım gözüm üstünde yeri vardır.» Ayrıca Rabi´ b. Süleyman, Şafiî´nin; «Herkes, Peygamber´in herhangi bir sünnetini bilmeyebilir. Ben, Peygamber´in sünnetine muhalif olarak herhangi bir fikir ileri sürer veya bir esas ortaya korsanı, uyulması gere­ken Peygamber´in sözüdür. İşte benim mezhebim budur.» dediğini ve bu sözü sık sık tekrarladığını söylemiştir.

Allah´ın, insanlara örnek olan seçkin kullarına ihsan ettiği baş­ka bir ihlâs nev´i daha vardır. O da söyleyen kim olursa olsun, hakikata boyun eğmek için mü´minin sahip olduğu ve başkalarına ver­meye çalıştığı düşünce içerisinde kendisinin eriyip gitmesi, yok ol­masıdır. Çünkü kaybolan inci, onu çıkaran dalgıç´m önemsiz oluşu sebebiyle ihmal edilemez. Dost olsun düşman olsun, hakkın yanın­da olduğu müddetçe ona itaat etmek gerekir. Bu şekliyle ihlâs, çı­kılması zor bir merdiven ve ulaşılması güç bir ameldir. Çünkü dil­leriyle saldıran ve deliller getirerek mücâdele eden niceleri vardır ki, onların arasında bu türlü yüce ve hak âşıkı olan pek azdır. Şafiî İşte bu nâdir insanlardan biridir. Bunun içindir ki Şafiî, mücâdele sırasında öfkelenmez ve hiddetle başkalarına dil Uzatmazdı. Çünkü O, hakkı arıyor ve mevki sahibi olmak istemiyordu. O, zühd ve tak­vası sayesinde ilim mevkiine yükselmiştir. Dahası var: Şafiî, hakkı aramadaki ihlâsı ve hakikat içerisinde yok olma, eriyip gitme (fena) mertebesine ulaşması neticesinde kendi ilminden insanların, ona nisbet etmeksizin faydalanmalarını istemiştir. İbni Kesir´in Tarîh´inde Şafii´nin şöyle dediği rivayet edilir: «İsterim ki insanlar, bu ilmi öğrensin ve bana hiçbir şeyi nisbet etmesin. Ben, onun ecrini yeter ki Allah´dan göreyim de onlar beni övmesinler.»

İhlâs, Şafiî´ye kalb zekâsı, ruh kuvveti, bayağı şeylerden Uzak­laşma ve olgun insana yakışmayan şeylerden beri´ olma gibi sıfat­lar kazandırmıştır. Yahya b. Maîn, Şafii´nin ahlâkı hakkında, «Ya­lan mubah olsaydı Şafiî´nin mürüvveti kendisini yine de yalan söy­lemekten alıkordu. demiştir. İşte sâdık ve ihlâslı insanın ulaşabile­ceği en yüksek mertebe budur. Böylesi, vazifesini, vicdan ve kalbi­nin emrini yerine getirmek için yapar, sırf emir veya yasak edildi­ği için değil.[24]



Şafiî´nin Görüşleri


Şafiî çağında çeşitli fikirler ve birbirine zıt mezhepler boğmuş­tu. Bu arada «îlm-i Kelâm»» adı verilen ve temelleri Mu´tezilîler ta­rafından atılan ilim de doğmuştu. Mu´tezilîler, Allah´ın Kelâm sıfatı ve Kur´ân´in yaratılmış olup olmadığı üzerinde konuşup tartışıyor­lardı. Keza, onlar, Allah´ın sıfatları mânâlardan ibaret ve zâtından ayrı mıdır, yoksa Allahu Teâlâ ancak sıfatlarıyla bilindiğine göre, zâtı ile sıfatları aynı mıdır Konusu üzerinde tartışıp duruyorlardı. Bir yandan Mu´tezilîler, öte yandan da Cebriyeciler kader ve Allah´­ın takdiri yanında insan iradesinin sınırı üzerinde sert tartışmalara giriyorlardı. Bu arada Şiîler, Hâriciler ve Abbâsiiere dayanan çeşit­li siyasî fırkalar da doğmuştu. Bu durum karşısında Şafiî´nin dü­şünce sisteminde müsbet veya menfî, kabul veya red bakımından bir vaziyet alması zarurî idi. Rivayete göre O, ilm-i kelâm ve bunun­la ilgili mes´elelere karşı menfî bir vaziyet almış ve bu ilimle iştigali nehyetmiştir. Kendisinden şöyle rivayet edilmektedir: «îlm-i kelâm­la uğraşmaktan sakının; çünkü, bir kimseye fıkhı bir mes´ele sorul­sa ve o, bunda hatâ etse, olsa olsa en çok gülünç bir duruma düş­müş olur. Meselâ, birine, bir kimseyi öldüren şahsın diyeti nedir di­ye sorulduğu zaman onun, buna; bir tavuk yumurtasıdır, diye cevap vermesi böyledir. Eğer birine kelâm hakkında bir mes´ele sorulsa ve o, buna yanlış cevap verse, bit´at´a sapmakla suçlanır.»

Şafiî, kelâmla uğraşmayı menettiği halde kendisi kelâm hakkın­da çok şey bilirdi. Şafiî gibi bir şahsiyetin, bilmediği bir şeyi menr tiği düşünülemez. Bir defasında O, talebelerinin yanma girmiş ve on­ları kelâm konusunda münakaşa halinde bulmuştu. Onlara: «Benim kelâm bilmediğimi mi sanıyorsunUz Ben bu konuyla uğraştım, hat­tâ bunda büyük bir mertebeye ulaştım. Ancak kelâmın sonu yoktur. Öyle bir şey üzerinde münakaşa ediniz ki, yanılırsamz yanıldı desinler, küfre düştü demesinler.»

Şafii´nin talebelerini kelâm münakaşalarından men etmesi, onun kelâmcılarm dâima tartışma konusu yaptıkları mes´eleler hakkında bir görüş sahibi olmadığı mânâsına da gelmez. Şafiî´nin kıyamet günü Allah´ı görmek, kader ve Allah´ın sıfatları gibi mes´eleler üze­rindeki görüşleri, kendisinin fıkıh metoduna uygundur. O, bu konu­larda da Kur´ân ve Sünnetin hükümlerine sarılır,, mütekellimler (kelâmcılar)in ileri sürdüğü delillere fazla dalmazdı. Ancak, bu delil­lerin nass´ları destekliyecek kadarım alırdı. Meselâ, Kur´ân ve Ha­dîs nass´larının zahirlerine bakarak îmanın artıp eksileceğine ina­nırdı.[25]



Hilâfet Hakkındaki Görüşü


Kelâmcılarla siyasi fırkaların ortaya attığı mes´elelerden biri de hilâfet mes´elesi ve hilâfetin şartlarıdır. Bu mes´elenin, yakın veya Uzaktan fıkıhla bir alâkası vardır. Şafiî´nin bu konuda üç türlü gö­rüş sahibi olduğu rivayet edilmiştir:

1 Şafiî, hilâfet (İmamet) in yerine getirilmesi gereken dînî bir emir olduğuna inanırdı. Dolayısiyle gölgesinde, hem müslümânların iş yapacağı, hem de kâfirlerin faydalanacağı.bir halîfenin bu­lunması şarttır. Tâ ki Uz. Ali´nin deyişiyle, «İyi insanlar huzura ka­vuşsun, kötü insanların da şerrinden korunulmuş olsun.»

2 Şafiî, hilâfetin Kureyş´e ait olduğunu kabul ederdi. O, bu konuda Ömer b. Abdilaziz ve İbni Şihab ez-Zühri´den Peygamber´e ulaşan bir senedle; «Kim Kureyş´e ihanet ederse Allah da ona iha­net eder.» hadîsini rivayet ederdi. Yine O, Uz. Peygamber´in Kureyş´e hitaben şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: «Siz haktan ayrılma­dıkça bu işe daha lâyıksınız. Ancak, adaletten ayrılırsamz hurma yaprağı gibi soyulursunuz.» Bu nass´dan anlaşıldığına göre halîfe­nin adaletli olması şarttır. Zâlim.bir kimse halîfe (İmam) olarak kabul edilemez.

3 Şafiî, hilâfetin sahih olması için bîat´ın önceden yapılmış olmasını şart koşmazdı. Şüphesiz bîat´ın önceden yapılmış olması daha iyidir. Fakat, Şafiî´ye göre Kureyş´ten bir kimse zorla: iktidarı ele geçirse, sonra adaletle hareket etse ve halk onun halifeliği üze­rinde fikir birliğine varsa bu kimse meşru bir halife sayılır.. Tale­besi Harmele, Şafii´nin-. «Kılıçla hilâfeti ele geçiren ve daha sonra . halkın kabulüne mazhar olan Kureyş´li bir kimse halîfedir.» dediği­ni rivayet eder. Şafiî, hilâfet için ortaya atılan kimsenin Kureyş´li ol­masını, iktidarı ele almadan önce veya sonra halkın onun etrafında birleşmiş olmasını şart koşardı. Daha önce belirttiğimiz gibi adaleti de şart koşardı. İmam Şafiî´ye göre insanların hilâfete en lâyık olanı Hz. Ebu Bekr Sıddîk, sonra Ömer el-Fârûk, sonra Osman Zinnû-reyn, daha sonra da hidâyet yolunun İmamı Ali b. Ebî Tâlib´dir. Al­lah cümlesinden razı olsun!

Rivayete göre Şafiî, Hulefâ-i Râşidin´i beş olarak kabul ederdi. Yâni, dört halîfeye beşinci olarak Ömer b. Abdilaziz´i de eklerdi. Şa­fiî, Hulefâ-i Râşidin´in üstünlüğünü, halîfe oluşlarmdaki sıraya gö­re kabul ederdi. Fakat, kendisi de Kureyşli olan Şafii, üstünlük ba­kımından Ebu Bekr´den sonra geldiğini kabul ettiği Hz. Âli´yi, özel olarak, severdi. Şafiî´nin Hz. Ali (R.A.)´ye hayranlığını gösteren şöy­le bir rivayet vardır: Hz Ali hakkında konuşan bir kişinin; «İnsan­lar, ancak, hiçbir -kimseye kıymet vermediği için Hz. Ali´den nefret etmiştir.» demesi üzerine Şafiî, şöyle söylemiştir: «Uz. Ali´nin dört meziyeti vardı. Bu meziyetlerden birine sahip olmak bir insanın başkalarına kıymet vermemesini haklı gösterir:

a) Hz. Ali zâhid idi. Zâhid, dünyaya ve dünya ehline önem vermez.

b) Hz. Ali âlim idi. Âlim, hiç kimseye kıymet vermez.

c) Hz. Ali yiğit idi. Yiğit de, kimseye önem vermez.

d) Hz. Ali şerefli idi. Şerefli insan da, kimseye kıymet vermez.» Öte yandan Hz. Ali´yi, Peygamber (S.A.), Kur´ân ilmi ile başka­larından ayırmıştır. Çünkü Hz. Peygamber, onu çağırmış ve insan­lar arasında hüküm vermesini emretmiştir. Onun verdiği hükümler, hz. Peygamber´e arzedilir, O da bunları imza ederdi.

İmam Şafii, Hz. Ali ile Muâviye arasındaki ihtilâf konusunda Ali´yi haklı ve Muâviye´yi de haksız bulurdu. Hattâ Muâviye´yi, bâgî. (âsî) sayardı. Keza, Hâricileri de bâğî sayardı. Bunun içindir ki Şafiî, bâgîlerle ilgili hükümlerde Uz. Ali´nin Hârici´lere karşı yap­mış olduğu muameleyi esas olarak almıştır. Bu hususta şöyle bir ri­vayet vardır: Ahmed b. Hanbel´e, Yahya b. Maîn´in Şafiî´yi şiî say­dığı söylenmiştir. Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Maîn´e bunu nasıl teş­his ettin, diye sorduğunda Yahya, şu cevabı vermiştir: Şafiî´nin bâgî´lerie savaşmak konusunda yazdığı eseri inceledim. Gördüm ki, o başından sonuna kadar delillerini Uz. Ali´den almaktadır. Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel: Aşk olsun sana! Şafiî bâgîlerle savaşmak konusunda delillerini kimden alacaktı Çünkü, bu ümmet içerisin­de bâgîlerle ilk olarak savaşma imtihanı ile karşılaşan Ali b. Ebi Tâlib´dir, demiştir.[26]



Şafiî´nin Fıkhı


Şafiî, Bağdad´tan Mekke´ye döndükten sonra hocası İmam Mâ­lik ve Irak fıkhını temsil eden Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybâni´ye bağlı kalmamış ve kendine özgü fıkhî bir çığır açmıştır. Daha önce işaret ettiğimiz gibi Şafii, fürû´ mes´elelerinin yanında külli kaideleri tesbite yönelmiştir. Bunun içindir ki, İmam Ahmed b. Han­bel onun hakkında şöyle demiştir. «Fıkıh kapısı, ehli üzerine kilitli idi. Nihayet onu Allah Şafii ile açtı. İnsanlar, bu ilim nev´ini, fıkhî çalışmalarda açılan yeni bir kapı olarak kabul ettiler. Bu ilmi, Şa­fii´den önce kimse ortaya koymamıştır. Hattâ 195 H. yılında Şafii bunu ilân ettiği zaman âlimlerin hayranlığını mucip olmuştur. Ebu Ali el-Kerabîsî[27] der ki: «Biz ne Kitabı, ne Sünneti, ne de İcma´ı bili­yorduk. Nihayet Kitap, Sünnet ve İcma´ı Şafiî´den öğrendik.» Ebu Sevr el-Kelbî (öl. 240 H.) de şöyle demiştir: «Şafiî, memleketimize relince yanına vardık. O, Aİlâhu Teâlâ, bazan ânımı (genel bir hükmü) zikreder ve bununla hâssı (özel bir şeyi) muradeder; bâzan dalâssı zikreder, bununla da âmmı murad eder, diyordu. Halbuki biz tamları bilmiyorduk. Şafiî´ye sorduk, şöyle cevap verdi: Bakınız lur´ân´da «...İnsanlar sizlere karşı bir ordu topladılar...»[28] buyurmaktadır. Buradaki «İnsanlar» dan murat Ebu Süfyan´dır ki, İşte bu hâss´dır. Yine Kur´ân´da: «Ey Peygamber, kadınları boşuyacağınız vakit...»[29] buyurmaktadır. Burada da hâss zikredilmiş olduğu halde murat edilen âmm´dır, yâni insanlardır.

İşte görülüyor ki, Şafiî Bağdad´a .geldiği zaman çantası, Bağdadlılarm bilmediği böyle bir ilimle dolu idi. Bu ilmi, kuran, yani usûl-i fokh´ı açıklayan ve esaslarını tesbit eden Şafiî idi. Gerçi O, bu ilmi tamamen yoktan varetmemişti.

Şafiî´nin fıkhını incelerken iki hususu, burada kısaca, belirtme­miz gerekir:

1 Şafii´nin, fıkhını üzerine bina etliği deliller veya fıkhının kaynakları,

2 Şafiî´nin usûl-i fıkıh ilmine dair çalışmaları.[30]



Şafiî Fıkhının Kaynakları[31]


1, 2- Kîtab Ve Sünnet:


îmam Şafiî, fıkhını, beş kaynaktan beslemiştir. Kendisi bunları «el-Unun» adlı kitabında şöyle tesbit etmiştir: «îlim çeşitli tabaka­lara ayrılır: Birincisi, Kitab ve sabit olan Sünnettir. İkincisi, hak­kında Kitab ve Sünnette bir hüküm bulunamayan mes´eleler üze­rindeki icmâ´dır. Üçüncüsü Peygamber´in sahâbîlerinden bir kısmı­nın söylemiş olduğu sözdür. Burada diğer sahâbilerden onlara mu­halif olanlarm bulunduğunu bilmememiz şarttır. Dördüncüsü, üze­rinde Peygamber (S.A.V)´in sahâbîlerinin ihtilâfa düşmüş oldukla­rı sözdür. Beşincisi Kıyastır. Bu da, Kitab ve Sünnette mevcut olan­dan başka bir şeye dayanmaz. İlim, ancak bu eh üst tabakadan el­de edilir.»[32]

Buna göre Şafiî, istinbat mertebelerinin başına nass´ları koy­maktadır. Bunlar da, Kitab ve Sünnettir. Şafiî, Kitab ve Sünneti İs­lâm hukukunun asıl kaynağı olarak kabul etmekte ve diğer kaynak­ları bunlara dayandırmaktadır. Sahâbîler, görüşlerinde ister ittifak etsinler, ister ihtilâfa düşsünler, Kitab ve Sünnete aykırı hareket edemezler. Hattâ onların görüşleri, ya bir nass sebebiyle Kitab ve Sünnete dayanmakta veya bunlara hamledilmektedir. Keza, icmâ´-da Kitab ve Sünnete dayanmakta ve bunların dışına çıkmamakta­dır. O halde ilim, daima üst kaynaktan alınmaktadır ki bu da Kitab ve Sünnettir.

İmam Şafii´den sonra gelen fakîhlerin Kitabı önce, Sünneti de ikinci olarak zikrettiklerini görüyorUz. Keza, Şafiî´den önce Ebu Hanîfe´nin de delil olarak önce Kitabı kabul ettiğini, Kitabda bir nass bulamadığı zaman Sünnete başvurduğunu görüyorUz. Muaz b. Ce-bel´den rivayet edilen hadis-i şerîfde de Kitab önce gelmektedir. Ya­ni Peygamber (S.A), Muaz b. Cebel´e: Ne ile hükmedeceksin di­ye sorduğunda Muaz.- Allah´ın Kitabıyla hükmedeceğini, Kitabda bir nass bulamazsa Resûlüllah´m Sünnetiyle hükmedeceğini, her iki­sinde de bir nass bulamazsa re´y´i ile ictihad yapacağını söylemiş­tir;

Öyle ise Şafiî, Sünneti Kur´an ile niçin birleştirmiştir Halbuki gerçekte bunun ikisi aynı mertebede değildir. Sünnetin hüccet olu­şu Kitab sayesindedir. Şüphesiz ki Şafiî, Sünneti her yönden Kur´an mertebesinde görmüyordu. En azından Kur´an, tevatürle nakledil­mekte olup ibâdet maksadıyla okunan Allah´ın Kelâmıdır. Sünnetin çoğu tevatüre dayanmadıığ gibi, ibâdet kasdıyla da okunmaz, Allah kelâmı değildir. Peygamber´in kelâmıdır.

Şafiî, fıkhı incelemiş ve Kur´an´m külli kaideler ile birçok cüz´î nies´eleleri ihtiva ettiğini ve Sünnetin de Kur´an´m beyanını tamam­ladığını, kısa (mücmel) ifadelerini genişlettiğini, bâzı kimselerin kavrayamıyacağı incelikleri açıkladığını görmüştür. O halde Sün­net, Kitabın ihtiva ettiği bütün küllî nies´eleleri açıklamakta ve onun mücmel hükümlerini genişletmektedir. Buna göre Sünnetin açıkla­yıcı bir durumda olabilmesi için ilim bakımından açıkladığı şeyin mertebesinde olması gerekir. Birçok sahâbîler de Hadîs´e (Sünnet´e) bu gözle bakıyorlardı.

Şafii´nin maksadını başka bir yöne sapıİmamak veya onun sö-zünii yanlış anlamamak içiny bâzı kimselerce kavranması güç olan şu üç mes´eleye işaret etmemiz gerekir:

1 Şafiî, fer´î mes´elelerin hükümlerini çıkarırken, Sünnetle elde edilen ilmi, Kur´an´la elde edilen ilim mertebesine koymakla Kur´an´m bu dinin aslı, esası ve Uz. Peygamber´in en büyük mu´cizesi oluşunu inkâr etmemektedir. Çünkü aslolan Kur´an´dır, Sünnet onun dalı mesabesindedir. Bu itibarla kuvvetini Kur´an´dan almak­tadır. Ancak Sünnet, hüküm çıkarırken derece bakımından Kur´an mertebesindedir. Çünkü açıklamak hususunda ona yardımcı olmakta, insanlara dünya ve âhiret sa´âdetlerini temin etmeleri için getir­miş olduğu hükümleri beyan etmek babında onu desteklemektedir.

2 Şafiî, fer´î mes´eleleri açıklarken umumî olarak Sünnete dayanan ilmi, Kur´an´a dayanan ilim mertebesine koymuştur. Tâ ki istinbat doğru ve sağlam olsun. Şafiî, rivayet tarzı ne olursa olsun, Peygamber´e nisbet edilen her şeyi mütevâtir olan Kur´an mertebe­sinde görmemektedir. Çünkü âhâd hadîsler, Kur´an âyetleri şöyle dursun, mütevâtir hadîsler mertebesinde bile değildir. Bizzat Şafii yukarıda kendisinden biraz önce naklettiğimiz ifadesinde, fer´i kümleri çıkarmada Sünneti Kur´an mertebesinde zikrederken, «Sa­bit olan Sünnet» demek suretiyle bu noktaya dikkati çekmiş ve : «Birincisi Kitab ve sabit olan Sünnettir.» demiştir.

3 Şafiî, akâid esaslarını tesbit konusunda Sünnetin Kur´an derecesinde olmadığını açıkça ifade etmiştir.

Şafii´den sonra gelen birçok fakîhler onun bu görüşünü desteklemişlerdır. Şâtıbî, el-Muvafakat´ında şöyle der. «Kur´an´dan hü-)teüai istiabfti ederken sadece Kur´an´a dayanmak ve onun açıklama­sı mahiyetinde olan Sünneti gözönüne almamak caiz olmaz. Çünkü Kur´an´ın ifade ve hükümleri küllidir. Meselâ; namaz, zekât, hac, bruç vb. konularda Kur´an´in hükümleri böyledir. Bunların açıklan­ması zaruridir.»

Şafiî, Sünnetten sonra selef-i sâlihîn Kur´an tefsirini nazarı dik­kate alır. Çünkü onlar, Kur´an´ı başkalarından daha iyi bilmektedir­ler. Selef-i sâlihîn tefsiri bulunmayan konularda, Şafiî´ye göre Arapçayı iyi bilmek Kur´an´ı anlamaya yeter. Şafiî delil getirme bakımın­dan Kur´an ve Sünneti aynı derecede gördüğü halde, Kur´an´ın Sün­neti, Sünnetin de Kur´an´ı nesh etmediğini söyler. Lâkin bununla birlikte Şafiî, eğer Kur´an Sünneti nesh etmişse böyle bir nesh ola­yını açıklayan bir Sünnetin bulunmasını şart koşar. O, bu noktada çok şiddetli davranır ve bunu şu iki esas üzerine bina eder:

1 İstikrâ´ (Endüksiyon) ile sabit olmuştur ki, Kur´an´ın nesh ettiği her hüküm Sünnet ile belirtilmiştir. Meselâ, kıblenin Beytu´l-Makdis´ten Kâ´be´ye çevrilmesi böyledir. Peygamber (S.A.V.), Küba´­da namaz kılanlara elçi göndermiş ve böylece onların Kâ´be´ye dön­melerini temin etmiştir. Burada, Kur´an-ı Kerîm´in bildirdiği nesih olayını Sünnet açıklamaktadır. Nesih olayı, amelî hükümlerin de­ğişmesini gerektirir. Amelî hükümlerin değişmesi de. Peygamber (S.A.V.)´in nesih olayını adece açıklamasıyla değil, fiilî olarak tat­bik etmesiyle belli olur.

2 Sünnet, Kur´an´ı beyân etmektedir. Nesih ise, herhangi bir hükme göre amel etmenin sona erdiğini bildirmektedir. Sünnet, Kur´an´ı açıkladığına göre neshi ifade eden nassı açıklayan bîr Sün­netin bulunması gerekir.

Şafiî, şüphesiz ki, Sünnet Kur´an ile nesh edilemez, derken fu-kahânın ekserisine muhalefet etmiştir. Bunun sebebi, Şafiî´nin Sün­neti ihmal etmemek hususunda ve onun, Kur´an´ın bir açıklaması olduğunda çok sıkı davranışıdır. Çünkü O, şöyle düşünüyordu: Nşsh´i açıklayan bir Sünnet olmaksızın, Sünnetin Kur´an´la nesh edilmesi caiz olursa, Kur´an nass´lannın zahirine muhalif görünen birçok sünnetlerin nesh edilmiş olduuğ iddia edilebilir. Şafiî, Allah ondan razı olsun bu kapıyı kapatmış ve Sünnetin ancak Sünnet­le nesh edileceğini söylemiştir. Şafii ys göre Sünnet, Kur´an´a aykı­rı düşerse şüphesiz Kur´an tercih edilir. Kur´an´a muvafık olan ve­ya nesh´i beyan eden sünnetler vardır. Sünnetle Kur´an arasındaki muhalefet, her ikisini birden almaya müsaade etmez. Bu durumda nesh´e delâlet eden bir Sünnet bulunmazsa, Kur´an´a aykırı düşen Sünnet zaîf sayılır, Uz. Peygamber´e nisbeti sabit görülmez.[33]



Şafiî´nin Sünneti Müdâfaası:


İşaret ettiğimiz gibi Şafiî´nin çağında çeşitli mezhebler vücut bulmuştu. Bâzı zümreler, bu çağda Sünnete hücum etmeye başla­mıştı. Şafii «Cimâu´l-İlm» adlı kitabında bunları üç sınıfa ayırır:

1 Sünneti toptan inkâr eden ve yalnız Kur´an´m hüccet olduğunu ileri sürenler,

2 Ancak, aynı mânâda Kur´an âyeti bulunan Sünneti kabul edenler,

3 __ Mütevâtir olan Sünneti kabul eden ve mütevâtir olmayan Sünneti tanımayan kimseler. Mütevâtir diye, umûmun rivayet etti­ği hadis veya habere denir. Mütevâtir olmayan diye de, özel şahıs­ların rivayet ettiği hadîs veya habere denir.

Birinci ve ikinci sınıfa dâhil olanlar Sünneti tamamen yıkmakta ve onu kendi başına bir delil olarak tanımamaktadırlar. Şafiî, birin­ci sınıfa dâhil olanların sözüne göre hareket etmenin, çok tehlikeli bir şey olduuğnu, çünkü bu durumda bizim namazı, zekâtı, haccı, Kur´ari´da kısaca zikredilen ve Sünnet tarafından açıklanan diğer farzları anlayamıyacağıraızı, bunların ancak basit olarak lügat mâ­nasına göre değerlendirebileceğimizi söyler. Buna göre namaz veya zekât adı verilebilecek pek az bir şey farz kılınmış olur. Meselâ, bi­risi günde iki rek´at namaz kılıp, Allah´ın Kitabında olmayan bir şey bana farz kılınmamıştır, dese ne lâzım gelir Böyle bir anlayış, na­mazları, zekâtları ve haccı ortadan kaldırmak demektir.

Şafiî, Allah ondan razı olsun birinci sınıfa dâhil olanlar için söylenilenlerin, ikinci sınıfa dâhil olanlar için de söylenebilece­ğini beyan etmiştir. __

Üçüncü sınıfa gelince, bunlar: Âhâd haber (hadîs)´le istidlali inkâr etmektedirler. Şafiî bunların görüşünü de köklü ve sağlam de­lillere dayanarak reddetmiştir. O, Peygamber (Ş.A.V.)´in îslâma da­vet için tebliğleri tevatür derecesine ulaşmayacak miktarda elçiler gönderdiğini beyan etmiştir. Eğer tevatür zarurî olsaydı Peygamber (S.A.V.) bunlarla iktifa etmezdi. Çünkü îslâm´a davet için kendile­rine elçi gönderilenler bu elçileri tevatür ifade etmediği iddiasıyla reddedebilirlerdi. Şafiî, ayrıca mal, can ve kanla ilgili dâvalarda iM kişinin şahitliği tevatür derecesine ulaşmayan bir haber olduğu hal­de şeriat-bu habere göre karar vermektedir. Üçüncü olarak, Şafiî, Peygamber (S.A.V.)´in kendisinden hadis işitenlere bir kişi bile ol­sa duyduğu şeyi nakletmeleri için izin verişini delil olarak beyan etmiştir. Çünkü Peygamber (Aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: «Allah, benim sözümü işitip ezberleyen ve onu başkalarına tebliğ eden kulunu nurlandırsın. Bâzı fıkıh ehli vardır ki, aslında fakîh değildir. Bâzı fıkıh ehli de vardır ki, öğrendiği fıkhı kendisinden daha iyi anlıyacak olan birine nakleder. Üç şey vardır ki, müsiüin anın kalbi bu sayede paslanmaz. Bunlar: Allah´a amelde ihlâs, müslünıanlara na­sihat ve müslümanların cemaatından ayrılmamaktır.»

Şafiî, görüşünü isbat için, dördüncü olarak, saîıâbîlerin, Peygam­ber (S.A.V.)´in hadîslerini münferit olarak birbirinden naklettikle­rini ve birçok kimse tarafından rivayeti şart koşmadıklarını ileri sü­rer. İşte pu şekilde Şafiî, âhâd haberlerin kabul edileceğine dair bir­çok deliller getirir.

Burada hemen belirtelim ki, Şafiî´nin zikrettiği her üç sınıf da tarihin dalgaları içinde kaybolup gitmiş, onlardan İslâm tarihinde anılmaya değer bir kimse kalmamıştır. Gerçek odur ki, bu her üç sınıfa dâhil olan kimseler; hadîsi yıkmak ve onu kabul etmemek ci­hetine gitmişlerdir. Aslında bunlar, îslâmı yıkmak, Kur´an´ı bozmak veya Km´an´m mânaları ile oynamak isteyen, fakat buna imkân bu­lamayınca, hiç olmazsa, Kur´an´m bir açıklaması olan Sünneti on­dan ayırmak ümidine kapılan kimselerdir. Onlar, Kur´an-ı açıklayan Sünneti Kur´an´dan ayırmakla Kur´an´m mânâlarını tahrif ve hü­kümleriyle oynamak imkânına kavuşmak ve bu suretle de kolayca İslâm´ı temelden yıkmak istemişlerdir.

İçinde yaşadığımız ve İslâm´ı yıkmak için bir sürü unsurların bulunduğu bu çağda da, geçmİşteki sapık ve İslâm´ı çürütmek iste­yen kimselerin yolundan gidenler mevcuttur. Bunların bir kısmı, ter­sine, sadece Sünnete itimad edilmesi gerektiğini ileri sürmektedir­ler. Bu İslâm düşmanları ikiye ayrılmış olup her ikisinin tuttuğu yol da yanlıştır:

Bunlardan birincisi, açıkça Sünnetin hüccet olmadığını, ancak tek başına Kur´an´m hüccet olduğunu söylemektedirler. Bunlardan bâzıları ile, Pakistan´ın Lahor şehrinde akdedilen Büyük İslâm Kon­gresinde karşılaştık[34]. Bu topluluk, kendisine «Kur´an Cemaatı» adını vermektedir. Aslında bunlar, Kur´an´m en büyük düşmanıdır­lar. Bunlar, bir kelime Arapça bilmedikleri halde, yanlış yamalak tefsirlere dayanarak ve bu tefsirlerdeki sözleri, Peygamber (S.A.V)in Sünnetine hiçbir ihtiyaç duymaksızın hüccet saymaktadırlar. Eğer onların metodu hâkim olursa, Kur´an-ı Kerîm, önceki ilâhî kitapla­rın uğradığı felâkete uğrar. Çünkü o kitaplar, tercüme sebebiyle ve aslı zayi olduğu için tahrif ve tağyire uğramıştır. Bu topluluğa ben­zer bir zümre de Mısır´da mevcut idi. Bunlar, görüşlerini anlatan birçok kitaplar telif etmişler ve başları da bir «Bakan» idi. Fakat Allah, bu bakanı helak etmiş ve böylece cemaatı da dağılmıştır.

İkincisine gelince; onlar da, râvîleri yermek (ta´n etmek) ve ayıklayacağız, diye sahih hadîsleri tekzip etmek suretiyle Sünneti temelinden yıkmak istemektedirler. Bunların maksadı da, birincile­rin maksadının aynıdır. Her iki fırka da, îslâm için kendilerinden iyilik beklenmiyen kimselerden yardım görmektedirler. îslâm düş­manları, onları mallarıyla, ilanlarıyla ve karşılarına çıkanları ezmek suretiyle desteklemektedirler. Bugün bir Şafiî´miz bulunsaydı, ne iyi olurdu. Fakat, bunların sesi de kısılacaktır. Allah, diğerleri gibi, şüp­hesiz, onları da İslâm tarihinin dalgaları içerisinde boğacak ve yok edecektir.[35]



3- İcmâ´


Şafiî, icmâ´ın dîni bir hüccet olduğunu kabul etmiş ve onu şöy­le tanımlamıştır: îcmâ´, herhangi bir çağdaki îslâm âlimlerinin bir delile dayanarak şer´i ve amelî bir hüküm üzerinde fikir birliğine varmasıdır. Şafiî bu konuda şöyle der: «Ben ve ilim sahiplerinden bir kimse bunun üzerinde icmâ´ vardır demiş isek, mutlaka karşıla­şacağınız her âlim onu söylemiş ve kendisinden öncekilerden aynı şeyi nakletmiştir. Meselâ, öğle namazı farzının dört rek´at oluşu, şa­rap ve benzerinin haram edilişi böyledir.»

Şafiî´nin kabul ettiği ilk icmâ, sahâbîlerin icmâ´ıdır. Şafiî´nin ifadelerinde, sahâbîîerden başkalarının icmâ´ı hüccet olmaz, diye bir sarahat yoktur. Burada şu üç noktayı belirtmemiz gerekir:

1 Şafiî, delil olma bakımından icma´ı, Kitab ve Sünnet´ten sonraya bırakır. Üzerinde icmâ´ edilen bir şey, Kitab ve Sünnet´e aykırı ise delil olamaz. Gerçekten Kitab ve Sünnet´e aykırı bir mes´ele üzerinde icmâ´ mümkün değildir. Böyle bir şey düşünülmiyeceği gibi İslâm tarihinde bunun aksini teyid edecek veya bu hususta mi­sâl olacak bir şey vâki´ de olmamıştır.

Şafiî´den sonra fakîhlerden bâzısı icmâ´m Kitab ve Sünnet´ten önce geldiği vehmine kapılmıştır. Bu nokta üzerinde bir kısım Ba­tılılar bâzı fikirler ileri sürmüşlerse de, tamamen yanılmışlardır. Bunlara göre, Kitab ve Sünnet´in nassma muhalif bile olsa, birşey üzerinde yapılan icma´ onu meşru kıldığından îslâm şeriatı durnadan inkişaf etmektedir. Onlar, önce böyle bir kuruntuya kapılıp sonra da müslümanların bu yolla İslâm´ı niçin inkişaf ettirmediklerine hayret ederler (!).

Hakikatte icmâ´ iki kısma ayrılır:

a) Nass´Iar üzerindeki icmâ´: Bu icmâ´, tevatür derecesinde olup İslâm´ın ana çerçevesini meydana getiren mes´eleler üzerinde­ki icmâ´dır. Bu mes´eleler hakkında âlimler, dînin zaruri olarak bi­linen emirleridir, derler. Bunlar beş vakit namaz ve namazın rek´at-ieri, hac ile ilgili ibâdetler, bütün çeşitleriyle zekât ve benzeri husus­lardır. Birçok nass ve mütevâtir hadîslere dayanılarak bunlar üze­rinde icma´ hâsıl olmuştur. Âlimlerin bu mes´eleler üzerindeki icmâ´i nass´lar, sâdık haberler (hadîsler), bunların mânâ ve hükümlerinin anlaşılması ve yakinen bilinmesi üzerinde yapılmış olan bir icmâ´dır. Şüphesiz bu türlü icmâ´iar bunlara muhalif olduğu sanılan cüz´î nass´lardan önce gelir. Bu türlü icmâ´Iara aykırı düşen bir nass´a il­tifat edilmez. Çünkü böyle bir nass, mânalarında icmâ´ hâsıl olan nass´lara aykırı düşmektedir.

b) Âlimler arasında münakaşa konusu olan bâzı hükümler üzerindeki icmâ´lar: Sahâbîlerin bir mes´elede Uz. Ömer´in re´y´i üzerindeki icmâ´ı böyledir. Şöyle ki: Uz. Ömer, fethedilen arazînin mücâhitler arasında ganimet olarak dağıtılmasını emretmiş, sahâbî-ler de onun bu görüşü üzerinde icmâ´ etmişlerdir. Bu icmâ´ da nassa dayanmaktadır. Fakat bunu tanımayanlar, beş vakit namazı ve na­mazın rek´atlerini inkâr edenler gibi kâfir olmazlar. Şüphesiz bu türlü icmâ´lar, delil olma bakımından Kitab ve Sünnet´ten sonra ge­lir.

2 Şafiî Medînelilerin icmâ´mın kabul etmezdi. îşte O, bu nok­tada hocası İmam Mâlik´e muhalefet etmiştir. Şafiî bu meseleyi il­mî yönden şöyle açıklamıştır: Medîneliler ancak, öğle namazının dört rek´at, akşam namazının üç rek´at ve sabah namazının iki ret´at oluşu gibi konular üzerinde icmâ´ etmişlerdir. Diğer bütün İslâm memleketlerinde de bu gibi konularda icmâ´ edilmiştir[36]. Fakat Şâfü, müslümanlar arasında ihtilaf konusu olan meselelerde Medî-nelilerin ameline göre hareket edileceğini söylemiştir. İşte Şafiî, bu konuda hocasına nazarî olarak muhalefet ettiği halde, amelî bakım­dan onunla birleşmektedir.

3 Bir kimse, kendisiyle münazara yaparken kendi görüşünü destekleyen bir icmâ´ bulunduğunu ileri sürerse, Şafiî bu konuda ic-ma´ın mevcudiyetini inkâr ederdi. Hattâ bu yüzden Şafii´nin icmâ´ı hiç tanımadığı iddia edilmiştir.

Hakîkaten bir kısım konularda icmâ´ bulunduğu iddiası, müc-tehid İmamlar devrinde çok rastlanılan bir şeydir. Öyle ki hakkında icmâ´ bulunmayan birçok meseleler üzerinde de icmâ´ olduğu ileri sürülmüştür. Meselâ, Ebu Hanîfe´nin talebesi Ebu Yûsuf, îmam Ev-zâî´nin görüşlerini reddederken kendisini destekleyen birçok icmâ´-larm bulunduğunu ileri sürmüştür. Fakat Ebu Yûsuf, Evzâî´yi red­dederken çoğu zaman ağır bir dil kullanmıştır.

Hulâsa; Şafiî, icmâ´ı hüccet olarak kabul ederdi. Fakat, bir me­sele üzerinde icmâ´ iddia edildiği zaman, meseleyi incelemek için bu icmâ´ iddiasına karşı çıkardı.[37]



4- Sâhâbîlerîn Sözleri


Şafii mezhebine bağlı olan usûl yazarlarının bâzısı, İmamlarının eski mezhebine göre sahâbîlerin sözlerini delil olarak aldığını, ye­ni mezhebine göre ise bundan vazgeçtiğim iddia etmiştir. Şafiî´nin eski mezhebi, Irak´ta yazmış olduğu ve Zaferâni´nin rivayet ettiği kitaplarındaki görüşleridir. Yeni mezhebi ise, Mısır´da yazmış oldu­ğu ve Rabf b. Süleyman el-Muradî el-Müezzin´in rivayet ettiği kitap­larındaki görüşleridir.

Fakat biz, Rabî´ b. Süleyman´ın rivayet ettiği «el-Risale» adlı eserinde Şafiî´nin, sahâbîlerin sözlerini delil olarak aldığını görüyo­rUz. Bundan Şafiî´nin, yeni mezhebinde de sahâbîlerin sözünü delil olarak kabul ettiği anlaşılıyor. Eski mezhebinde sahâbînin sözünü delil olarak kabul edişi üzerinde de ittifak vardır. Biz de, doğru ola­rak bu görüşü kabul ediyoruz.

Sözün kısası, Şafiî, sahâbîlerin re´y´ini şöyle.üç kısma ayırır:

1 Sahâbîlerin üzerinde icmâ ettikleri meseleler: Sahâbîlerin fethedilen arazînin sahiplerine bırakılmasına dair yapmış oldukları icmâ´ böyledir. Bu türlü icmâ´lar hüccet olup icmâ´ın şümulüne da-. hildir ve hiç kimse bu konuda bir şey söyleyemez.

2 Hakkında bir sahâbînin herhangi bir görüş beyan ettiği, buna muhalif veya muvafık başka bir görüş bulunmayan mesele­ler: Şâfü, sahâbîlerin bu türlü görüşlerini de delil olarak alır. «er-Risale» adlı eserinde Şafiî, birisiyle şöyle bir münazarada bulunduğunu anlatır: «Münazara eden: Sahâbîlerden birisi bir mesele üze­rinde herhangi bir görüş beyan etse, buna muvafık veya muhalif başka bir sahâbînin herhangi bir görüş beyan ettiği bilinmese, sen bu konuda Kitab, Sünnet veya icmâ´da bu sahâbî sözünün uyulma­sı gereken bir hüccet olduğunu gösteren bir delil bulabilir misin dedi. Ben de: Bu konuda Kitab ve sabit olan Sünnet´te bir şey gör­medik. Ancak ilim sahiplerinin, sahâbîîerden birine ait bir sözü bâzan kabul ettiklerini, bâzan da terk ettiklerini gördük... dedim. Bunun üzerine O: Sen bunlardan hangisini kabul ettin dedi. Ben de: Kitab, Sünnet ve icmâ´ ile sabit olan bir hüküm bulamadığım zaman, Sahâbîlerden birinin sözüne uymayı tercih ettim... dedim. Sahâbîlerden sadece birine ait olan bir söze, başka birinin muhale­fet etmediği ise pek azdır.»[38]

3 Sahâbîlerin ihtilâf ettiği mes´eleler: Şâfü bu konuda Ebu Hanîfe gibi sahâbilerin sözleri arasında istediklerini tercih eder ve bütün sahâbîlerin görüşlerine aykırı bir şey söylemez. Onların söz­leri arasında Kitab, Sünnet ve icmâ´a yakın veya kuvvetli bir kıyas ile desteklenmiş olanları tercih eder. Size burada Şafiî´nin, konu ile ilgili kendi görüşlerini sunuyorum :

«Kitab ve Sünnet´de bulunan şeyleri işitenler için özür söz ko­nusu değildir, mutlaka onlara uymak gerekir. Kitab ve Sünnet´de bir şey yoksa sahâbîlerin veya onlardan birinin sözlerine başvuru­rUz. Eğer ihtilâf edilen meselede Kitab ve Sünnet´e daha yakın olan söze bir delâlet bulamazsak Ebu Bekr, Önier ve Osman (R.A.)m sö­züne uymamız daha iyi olur. Eğer bir sözün Kitab ve Sünnet´e da­ha yakın oîduuğna dair herhangi bir delâlet bulunursa o söze uyarız.»[39]

Bu ifadeden anlaşılıyor ki, sahâbîlerin ihtilâfa düştükleri bir meselede Şafiî, önce Kitab ve Sünnet´e daha yakın olan görüşü tet­kik etme cihetine gidiyor. Sahâbîlerin görüşlerinden hiçbirisinin Ki­tab ve Sünnet´e delâlet bakımından daha yakın olduğunu tesbit et­memesi pek azdır. Bu sebeple Şâfü, ikinci cihete yani taklide yönel­memektedir. O, böyle bir durumda İmamın (halîfenin) benimsediği tarafı tercih etmektedir. Dolayısıyla bu gibi ihtilaflı bir konuda ön­ce Ebu Bekr, sonra Ömer, daha sonra da Osman (R.A.)´ın benimse­diği görüşü kabul etmektedir. Şafiî bu tutumunu, şöyle izah eder: «İmamın (halîfenin) sözü herkesçe bilineceği için halkın buna uyması gerekir. Halkın uyması lâzım gelen kimsenin görüşü, bir ve­ya birkaç kişiye fetva veren kimsenin görüşünden elbette daha meş­hurdur. Çünkü onlar, böyle bir kimsenin fetvasını ya kabul eder, ya reddeder. Ekseri müftîler evlerinde veya meclislerinde özel kişilere Fetva verirler. Halk bunların fetvalarına halîfenin fetvaları kadar önem vermez. Gördük ki, ilk halîfeler önce fetva vermek istedikleri bir konu üzerinde Kitab ve Sünnet´de bir şey bulunup bulunmadı­ğını sormakla işe başlıyorlar ve görüşlerini açıklıyorlardı. Sonra on­lara görüşlerine muhalif haberler bildiriliyor, onlar da takva ve fa­ziletleri sayesinde kendi görüşlerinden vazgeçmekten çekinmiyorlar ve bu haberleri kabul ediyorlardı. O halde ilk halifelerden intikâl eden bir şey bulunmazsa, Peygamber (S.A.)´in diğer sahâbîleri de güvenümeye lâyık kimseler olduklarından onların sözlerini alırız. Sahâbilere uymak, onlardan sonrakilere uymaktan daha iyidir.»[40]

Bu ifade de gösteriyor ki Şafii, sahâbîlerin sözlerini delil ola­rak almakta, onların ihtilâf ettikleri konularda da birinin.delilini di­ğerinin deliline tercih edecek bir şey bulunmazsa, Hulefâ-i Râşidîn´i taklîd etmektedir.[41]



5- Kıyas


Yukarıda anlatılan kaynaklar konusunda, Şafiî, sadece nâkildir, müçtehid değildir. Ancak O, nass´larm mânâlarını kavramak, sahâ­bîlerin görüşleri arasında yaptığı gibi, mevcut görüşlerin bâzısını diğer bâzılarına tercih etmek için gayret göstermiştir.

Kıyas´a gelince; Şâfü, bu konuda uyulması gereken bir görüşü ortaya koymak hususunda bir ictihadda bulunmuştur. Bunun için­dir ki Şafiî, kıyasın bir ictihad olduğunu söyler. Şafii´nin misâl ola­rak ileri sürdüğü birçok meselelerden anlaşıldığına göre onun kıyas anlayışı, diğer usûl âlimlerinin kıyas hakkında yapmış olduğu tari­fe uyar. Buna göre Kıyas: Hüküm bakımından hakkında nass bu­lunmayan bir meseleyi, hükme esas teşkil eden. ortak bir illet se­bebiyle hakkında nass bulunan bir mes´eleye bağlamaktır.

Şâfii, kıyasın, İslâm´ın bir esası olduğunu isbat eder. Çünkü me­sele hakkında bir nass bulunmazsa, Kitab ve Sünnet´in delâlet etti­ği hüküm ancak kıyasla bilinir. Şafiî, kıyası şu iki mukaddime (ön­cül) üzerine dayandırır:

1 Şerîatin bütün Hükümleri umûmî olup muayyen hâdise ve zamanla kayıtlı değildir. Durum böyle olunca insanın karşılaştığı her hadisenin şer´î hükmünü açıklamak gerekir. Bu ise ya sarih bir nass´la sabit olur, ya nass´a atıfla olur. Buda hakkında nass bu­lunmayan bir meseleyi, hakkında nass bulunan bir meseleye kıyas­la mümkündür. Şafiî, bu konuda şöyle der: «Müslümanm karşılaş­tığı her mesele için ya apaçık bir hüküm veya hakîkata uygun şe­kilde bir delâlet mevcuttur. Eğer meseleyle ilgili doğrudan doğruya bir hüküm varsa, müslümanm ona .uyması gerekir. Eğer doğrudan doğruya bir hüküm yoksa, ictihad yapmak suretiyle hakîkata uy­gun olan delâleti araması icabeder. İctihad da, Kıyas demektir.»[42]

Bu sözün mânâsına göre şeriat umumîdir. Açık bir nass bulu­nursa ona uyulur, bulunmazsa şerîatin umûmî hükümlerinin işa­retine göre müctehid, meselenin hükmünü tâyin etmek için ictihad´a başvurur. Bu arada bâzı naşs´Iarm delâleti onu, bu nass´lar üzeri­ne kıyas cihetine sevkeder.

2 Şafiî, hükümlerle ilgili şeriat ilmini iki kısma ayırır:

a) Hükümlere kesin olarak delâlet eden (kat´î) nass´larla sabit olan kesin ilim.

b) Galip zan ile iktifa edilen zannî ilim.

İşte âhâd haberler ve kıyas bu kısma dâhildir. Şafiî, nass´lardan kat´î bir ilim elde edilmezse müctehidin galip zanla elde edilen ilim­le yetineceğini söyler.

Şafiî´ye göre; kesinlik ifade eden ilim, zahir, ve bâtına ait ilim­dir. Yâni bir müslüman onu inkâr edemez ve onun icabına uyarak amel etmek zorundadır. Galip zanla hâsıl olan ilim ise, zahire ait olup bâtmda onun icabına göre amel etmek ve ona boyun eğmek gerekmediği gibi, bunu inkâr eden kâfir de olmaz. İmam Şafiî, şe­riatın birçok hükümlerinde zahire göre hareket edilmesi gerektiği­ni misallerle anlatır. Meselâ, kadı şahitlerin şahadetiyle sanığı öl­dürür. Burada, şahitlerin doğruluk ve adaletli davrandıklarına, gö­rünüşte durumlarının iyi olduğuna, yalancı olmadıklarına veya bir tarafı tutmadıklarına delâlet edecek emarelerin bulunması şarttır[43]. Şahitlerin yanılmış veya yalancı olmaları mümkündür. Fa­kat kadı, zahire göre amel eder, bâtını (işin içyüzünü) Allah´a bıra­kır. Bunda toplumun maslahatı vardır. Çünkü şahitlerin yalancı ol­maları ihtimaliyle suçlular muhakeme edilmezse, nice mallar zayi ve kanlar heder olur. Böylece halk anarşi içinde kalır ve Allah´ın: «Kısasda sizin için hayat vardır...»[44] âyetindeki içtimaî yüksek mânâ gerçekleşemez.

O halde müctehidler, hükümleri delillere dayanarak ortaya koy­makla vazifeli oldukları gibi, imkânların kendilerini ulaştırdığı neti­ceye göre amel etmekle de mükelleftirler. Onlar, gözlerinden kaçan şeylerden ötürü günahkâr da olmazlar. Meselâ, bir kimse helâl diye bir kadınla evlense, karı-koca olduktan sonra onunla süt kardeşi olduğu anlaşılsa, bû kimse Allah´a karşı günah işlemiş olmaz. Çün­kü, durumu bilmiyordu, öğrenmek için yapmış olduğu araştırma da onu böyle bir bilgiye ulaştırmamıştı. Nihayet bilinmeyen nokta or­taya çıkınca evlenme akdi feshedilir. Bu durumda zahire göre bir hüküm, batma göre de ayrı bir hüküm terettüp eder: Zahire göre nesep sabit olur. İddet ve mehir gerekir. Bâtına göre de miras ve na­faka gerekmez,

Şafiî, kıyasın bir ictihad olduğunu isbat etmiş; fakat bunu müctehid tarafından ortaya konan bir hüküm saymamıştır. Aksine, Şafiî, bunu, müctehid´in ictihad´da bulunduğu meselenin şer´î hük­münün bir açıklaması olarak kabul etmiştir. Bu hususta Şafiî şöyle der: «Kitab ve Sünnet´in habe,ri, müctehidin isbat etmek için mânâ­sını araştıracağı bir madde (ayn) dir.»[45]. Yani kıyas, müctehidin bir­takım nass´larm mânâsını iyice kavraması, ictihad yaptığı mesele ile kıyasa esas teşkil eden mevcut nass´m delâlet ettiği mânâyı karşı-, laştırması bakımından Kitab ve Sünnete dayanır.

Şafiî, re´y´e dayanan içtihadın çeşitlerinden ancak kıyası ka­bul eder. Sarih nass´lardan i´cmâ´ ve sahâbîlerin fetvalarından son­ra sadece kıyasa başvurulacağını, söyler ve bu konuda da şöyle der:, «Peygamber, ictihad ile emretmiştir. İctihad ise, bir şeyi talep et­mektir. Bu da, ancak delâletler vasıtasıyla olur. Delâletler de kıyas­tır. GörüyorUz ki, bir kimse başka birine bir köle satmak istese, bi­len kimseler; alıcıya, eğer piyasayı, köle ve cariyenin o gün kaçtan satıldığını bilmiyorsa, bunun kıymetini takdir et, demezler. Zira onun doğru bir kıymet takdir etmesi ve sözünün muteber olabilmesi için bu köleyi diğeriyle.mukayese yapması ve her ikisinin değerini bilmesi gerekir. Aynı şey, piyasayı bilmiyorsa, ´mal sahibi için de böyledir. Kölenin kaçtan satıldığını bilmiyen bir fakîh´e de bu köle veya cariyenin kıymetini, yahut şu işçinin ücretini ´takdir et, deni­lemez. Çünkü o, emsal göstermeksizin buna bir kıymet takdir eder­se haksızlık etmiş olur.»[46].

Bu ifadeden çıkarılan neticeye göre ictihad, ancak elde kendi­sine kıyas edilecek bir misâl bulunursa mümkün olur. Meselâ, bir kimse bir malın kıymetini takdir etmek istese, onun, önce bu ma­lın mahiyet ve faydasını, sonra da çarşıdaki emsalinin değerini göz­önüne alması gerekir. îşte fakih de böyledir. O da çıkaracağı hükmü, üzerine bina edecek mevcut bir aslı gözönüne almalıdır. Tâ ki yap­tığı iş, temelsiz ve gelişi güzel olmasın. Allah´ın emir ve nehiyleri yanında basit bir şey olan eşyanın kıymeti ancak emsali gözönüne alınmak suretiyle takdir edildiğine göre; müctehidin de, içtihadında en azından bir eşyanın kıymetini takdir ederken bağlı olduğu şey­lerle mukayyet olması lâzım gelir. İşte bu da, onun içtihadını üzeri­ne bina etmesi için mânâ yönünden benzeri bir nassın bulunması­dır.

İctihad´da kıyasa başvuran ilk imara, Şafiî değildir; İmam Mâ­lik de kıyası kabul etmiştir. Ebu Hanîfe ise kıyas fakîhlerinin üstadı sayılır. İbrahim Nahaî´den beri Irak ekolünde ictihad, kıyasa dayan­makta idi. Fakat Şafiî, zaman bakımından Irak ekolünden sonra ise de ve kendisini, kıyasların illetlerini ortaya çıkarma bakımından Ebu Hanîfe derecesinde saymasa da, onun bu esas üzerindeki üstün hiz­meti bir gerçektir. Çünkü kıyasın kaidelerini bir disipline bağlayan, fakîh veya müctehidin kıyasa göre hüküm çıkarırken uyduğu tak­dirde yanılmamasmı sağlayacak olan şartlan ortaya koyan İmam Şafiî´dir. Kıyasın derece ve kısımlarını açıklayan yine O´dur.

Buna göre, daha önce kıyası kullananlar varsa da, kıyasın ka­nunlarını istinbat eden ve onu bir nizama sokan Şafiî olmuştur. Yâ­ni Şafiî, kıyas İmamlarının açıklamadan bahsettikleri ilmin kâşifi sayılır.

Şafiî, kıyasın cereyan edip etmeyeceği yerleri zikretmiş ve onu fer´î meselelere nisbetle illetlerin açıklığı ve tesir kuvvetine göre derecelere ayırmıştır.

1 Fer´i mes´elede illet daha açık ve tesir bakımından daha kuvvetli olursa kıyas birinci dereceyi teşkil eder. Meselâ: bir şeyin azı haram ise, çoğunun evleviyetîe haram oluşu böyledir.

2 Fer´î mesele, illet bakımından asıl meseleye müsavi olur­sa, kıyas ikinci dereceye dâhil olur. Meselâ; yarı ceza alma bakımın­dan köleyi cariyeye kıyas etmek böyledir.

3 Fer´i mesele, hükmün illetine nisbetle asıl meseleden da­ha az açık olursa, kıyas, üçüncü derecede bir kıyas olur.

Fakihlerin ekserisi birinci ve ikinci dereceye dâhil olanları kı­yas saymazlar. Yani onlar, birinciyi «Delâletu´n-Nass» denilen mef-hum-ı muvafakat´a dâhil etmişlerdir. Şafiî de buna cevaz vermiş ve onun, kıyas babından çıkarılıp nass´lara dâhil edilmesine itiraz­da bulunmamıştır. Yine fakıhlçrin ekserisine göre, ikinci dereceye dâhil olanlar da kıyas sayılmazlar. Belki bunlar, teklif ifade eden hükümlerde erkekle kadın arasındaki müsavat kanununa tabidir­ler. İşte kıyası inkâr edenler, bu çeşit istinbatı kabul ederler.

Şafiî kıyasın derecelerini saymakla iktifa etmez. Ayrıca kıyas ile uğraşan fakihin uyması lâzım gelen ve kitabın baş tarafında açık­ladığımız ictihad şartlarını da tafsilatıyla [47]anlatır.[48]



Şafiî´nin Îstihsân´ı Îbtali


İmam Mâlik: «İstihsan, ilmin onda dokUzudur.» demişti. İmam Şafii de; «Kim istihsan yaparsa o, şeriata yeni bir ilâvede bulunur.» demiştir. O halde büyük bir İmamın değer verdiği ve aynı İmamın büyük bir talebesinin tanımadığı istihsan nedir Mâlikîler, İmam Mâlik´in dilindeki istihsânı, masâlih-i mürseleyi almakla tefsir eder­ler. Masâlih-i mürsele de, şeriatin hükümlerine uygun düşen ve hak­kında müsbet veya menfi bir nass bulunmayan maslahatlardır. İs­terse bu maslahatlar, kıyas konusu olsun isterse olmasın. Eğer kı­yas konusu olursa, bâzı Mâlikîler buna özel olarak «istihsan» adım verirler.

Kısaca, İmam Mâlik´in dilindeki istihsânm tefsiri, nass bulun­mayan yerde şeriatın hükümlerine uygun olan maslahatı almaktır. Şafiî bu istihsânı kesin olarak reddetmiş ve "bu konuda şu delilleri ileri sürmüştür:

1 İstihsânı kabul etmek, bâzı meselelerin hükmünü şeriat be­yan etmemiştir, demek olur. Halbuki Allah Kur´an´da: «İnsan ken­disinin başıboş bırakılacağını mı sanır »[49] buyurmaktadır. Buna göre apaçık bir nass veya ona hamledilen bir kıyas bulunmaksızın meselenin hükümsüz bırakılması, insanın başıboş bırakılması demektır. Bu ise bâtıldır.

2 İtaat yalnız Allah´a ve O´nun Resulü´nedir. Hüküm de yal­nız Allah´ın indirdiği iledir. Bu ise ya nass´m hükmü ile olur veya nass´a hamletmekle.

3 Peygamber (S.A.), fıkhî hükümleri istihsâna dayanarak açıklamamıştır. Uz. Peygamber, kendisine bildirilmeyen meselelerde vahyin gelmesini beklerdi. Eğer bir kimsenin istihsân ile hüküm vermesi caiz olsaydı, kendiliğinden konuşmayan Peygamber (S.A.)´-in istihsân ile hükmetmesi gerekirdi.

4 Peygamber (S.A.), sahâbîlerin istihsanları ile verdikleri hükümleri hoş karşılamamıştır. Meselâ, sahâbilerin bir ağaca sığı­nan kimseyi ağacı yakarak öldürmelerini kınadığı gibi, kılıç kor­kusu ile, Allah için müslüman oldum, diyen başka bir şahsı öldür­melerini de Peygamber (S.A.) hoş görmemiştir.

5 İstihsânın belli bir ölçüsü ve kaidesi yoktur. Bu ise ihtilâ­fa ve başıboşluğa sebep olmaktadır. Böylece herkes kendi arzusuna göre hüküm vermektedir.Kıyas, böyle değildir. Çünkü kıyasın baş­vuracak bir kaide ve esası vardır. O da, kıyasa esas teşkil eden nass´dır.

6 Maslahat hükmünde olan istihsân makbul olursa, şeriatı bilen de bilmeyen de onu kabul eder. Çünkü maslahatın bulunup bulunmadığım her ikisi de anlayabilir. Hattâ sanat erbabı, maslaha­tın bulunup bulunmadığını âlimlerden daha iyi bilirler.

Fakat bu noktaya şöyle bir cevap verilebilir: Maslahata daya­narak hüküm vermeyi kabul edenler, maslahatın şeriatça tanınmış olan maslahatlar cinsinden olmasını şart koşmuşlar ve hakkında nass bulunmayan konularda maslahata göre hüküm vermişlerdir. İşte bunların hepsini gözönüne alıp değerlendirecek olan kimsenin, an­cak şeriatın kaynaklarını ve tanımış olduğu maslahat çeşitlerini bi­len bir ilim adamı olması gerekir.

Hulâsa, İmam Şafiî, yukarıda anlattığımız delilleri el-Umm ve er-Risale adlı eserlerinde ileri sürerek, istihsânı reddetmiştir.[50]



Şafiî´nin Usûl-İ Fıkıh Çalışmaları


Şafiî´nin çağı gerçekten İslâm´ın ilim çağıdır. Âlimler, bu çağ­da ilimleri tedvine ve ilimlerin esaslarını tesbite yönelmişlerdir. Bu çağda Basra ve Küfe ekolleri, nahiv kaidelerini koymuş; Halil b. Ah-med, arUz ilmini meydana getirmiş ve Câhız, edeb´î tenkit usûlünü tesbite çalışmıştır.

Bu durumda şüphesiz fıkhın da istinbat kaideleri tesbit edilme­li idi. İmam Şafiî, fer´î hükümleri ihtiva eclen, tedvin edilmemiş ol­makla beraber, fakîhlerin istinbat esnasında tutmuş oldukları esas­ları gösteren fıkhî bir mirasa kavuşmuştur. O, çeşitli fıkıh ekolleri ile karşılaşmıştır. Meselâ, içinde yetiştiği Mekke ekolü, daha sonra gelmiş olduğu Medine ekolü ve kendisini sinesine çeken Irak ekolü burada anılmayı değer. Şafiî, bütün bu ekollerin içinde yaşamış ve bunlann hem ittifak, hem de ihtilâf ettikleri meseleleri incelemiştir.

Bu ekollerin ihtilâf ettikleri konular üzerinde bir hüküni vere­bilmek için bunların fıkıhda kullandıkları ölçüleri, görüşlerinin sa­kat ve sağlam yönlerini veya bunların en azından hakîkata yakın olanlarını bilmek gerekiyordu. İşte bu konuda sağlam metodu tâ­yin eden ölçüler, usûM fıkıh ilmini doğurmuştur.

Şafii´yi, bu yükü omUzlamaya sevkeden ve kendisini buna ehil gösteren âmiller vardır-.

a) Şafiî, Arap dilini tam olarak ve ihtisas derecesinde biliyor­du. Hattâ çağdaşı olan Câhız, fakîhler arasında Şafiî gibi Arap di­lini bilen bir kimse bulunmadığını söylemiştir. Öyle ki Şafiî, bu sa­yede Kur´ân´ı anlamak ve Kur´ân´daki lâfızların delâlet bakımından derecelerini bilmek için gereken kaideleri koyabilmiştir.

b) Şafiî Sünneti biliyordu, yâni Sünnetin rivayetlerini hıfzet­miş, sahihlerini kavramış; hem Irak, hem de Hicaz´da bilinen bütün hadîsleri öğrenmişti. İşte bu sayede O, hadîslerin çeşitlerini, hüküm­leri isbat bakımından kuvvet derecelerini açıklamış, istidlal mümkün olan veya caiz olmayan hadîsleri tâyin edecek ölçüleri keşfedebil-mistir.

c) Şafii, İmam Mâlik´in el-Muvatta´mı ezberlemiş, bu eseri çe­şitli yönlerden incelemiş ve diğer bütün ekollerin fıkhını öğrenmiş­ti. Bu arada sahâbîlerin görüşlerini, ittifak veya ihtilâf ettikleri fı­kıh meselelerini biliyor ve ihtilâf ettikleri meseleler arasında orta­ya koyduğu ölçülere dayanarak tercihlerde bulunuyordu.

d) Şafiî, küllilere yönelen.ve cüz´îler içinde dolaşıp durmayan ilmî aklı sayesindedir ki, hüküm istinbatı sırasında uyulması gere­ken mevcut görüşleri ölçüp tartarak, bunların sağlam ve sakat olan­larını tanımak için kıstas teşkil eden umumî kaideleri ortaya koy­ma bakımından çağındaki fakîhlerin en kudretlisi idi.

İşte Şafiî, kendisini ehliyetli kılan bu âmiller ve kendisinden ön­ceki ekollerin meydana getirdiği fıkhî mirasın hazırladığı imkân sa­yesinde usûl-i fıkıh ilmini kurmuştur.

Şafiî kurduğu bu ilmi veya tesbit ettiği usûl-i fıkıh kaidelerini iki maksatla kullanmıştır:

1 Bu kaideleri sağlam (sahih) görüşleri tanımak için bir öl­çü olarak kullanmıştır. O, İmam Mâlik´in, Iraklıların ve îmam Evzâî´nin görüşlerini bu ölçülere göre değerlendirmiştir.

2 Yeni hükümleri çıkarırken, bu kaideleri uyulması lâzım gelen külli bir kanun olarak kabul etmiş ve kendisi bundan ayrıl­mamıştır, îmam Şafiî, bu kaidelerle hem amelî, hem de nazarî bir yol tutmuştur. Yani O, tasavvur ve faraziyelerin içinde boğulup kal­mıyor, birçok meseleleri bir disipline bağlıyor ve sımsıkı sarılmak gereken metodun bu olduğunu söylüyordu.

İmam Şafiî´nin kıyası sadece tarifle değil, aynı zamanda misal­lerle açıklamasını sağlayan şey, belki de, kaideleri tesbit ve tatbik bakımından tutmuş olduğu bu yoldur.

Şafii´nin tekbaşma kendisini istinbat kaidelerini tesbite sevkeden bu amelî yönden çalışması, fıkhı, usûl ve kaideler üzerine otu­ran bir ilim haline getirmiş ve onu yalnız fetva, hüküm, vâki olan veya vâki olması farzedilen cüz´î meselelerin çözümünü içine alan bir mecmua olmaktan çıkarmıştır.[51]



Şafiî´nin Mezhebi


İmam Şafiî´nin mezhebi iki devreye ayrılır:

1 Bağdad´ta yaymış olduğu mezheb: Bunu Za´ferânî[52] riva­yet etmiş olup Şafiî´nin Bağdad´ta yazmış olduğu kitapları içine alır. Bu kitaplar da-, er-Risâle usûl hakkındadır , el-Umm ve el-Mebsut´dur.[53] Bunları Za´ferânî Şafiî´nin imlâsı (yazdırması) ile tedvin etmiş ve Bağdad´ta talebelerine okutmuştur. Za´ferânî bu kitap­ları, 260 Hicrî yılında ölünceye kadar - okutmaya devam etmiştir Halbuki İmam Şafii, Mısır´da görüşlerinin bir kısmını değiştirmiştir

2 199 Hicrî yılında Mısır´a geldikten sonra yazdığı mezheb Şafiî, Mısır´a gelince Irak´ta yazmış olduğu kitaplarını yeniden göz­den geçirmiş ve bâzı kısımlarını değiştirmiştir. Bu kitaplarından bi risi er-Risâle, diğeri de el-Mebsut´dur. O, bundaki görüşlerini yeni den incelemiş, bâzı görüşlerinden vazgeçmiş ve bâzılarında da ısraı etmiştir. İfadesinde iki çeşit görüşe ihtimal veren kısımları kesin biı şekle kavuşturmuştur. Halbuki Şafiî, daha önce bâzı meselelerir iki türlü halledilebileceğini söylerdi. Yeni mezhebine göre O, bu iki şekilden birini tercih etmiş veya her ikisinden vazgeçmiş, yahut üçüncü bir çözüm şekli ortaya atmış, veyahut daha önce bilmediğ: bir hadîs´e vâkıf olduğu için önceki görüşünün her ikisinden de vaz geçmiş, ya da hatırına gelen yeni bir kıyasa dayanarak birini öte­kine tercih etmiştir.

Şafiî´nin sonraki görüşlerine göre yazdığı yeni kitaplarını Rabi b. Süleyman el-Muradî el-Müezzin[54] rivayet etmiştir. Şafiî´nin ki­taplarını Mısır´da nakleden bu zattır. İslâm âleminin her tarafından Şafiî´nin kitaplarını okumak için onun yanına gelenler vardı. Rabf b. Süleyman, 270 H. yılında ölmüştür.

Şafiî, Mısır´da yazdığı kitaplarla Bağdad´ta yazdığı kitapları neshetmiştir. O, «Bağdad´ta yazdığım kitapları benden kimsenin ri­vayet etmesine cevaz vermiyorum.» demiştir.

Demek ki Şafiî, eski fikirlerini yeni fikirleriyle neshetmiştir. İs­terseniz, Şafiî eski kitaplarını yeniden düzelterek kaleme almış ve bunlar yeni kitaplarını teşkil etmiştir, diyebilirsiniz ki, bu, daha doğ­ru olur.

Şafiî´nin eski kitaplarında, yeni kitaplarında olduğu gibi, ba-zan bir konu üzerinde çeşitli görüşler yer alır. Bilhassa bunlar kıyas meselelerine aittir. O, kıyasa dayanan bir görüş (re´y) ü bâzan kesin olarak ifade eder, çoğu zaman bunu başka görüşlere tercih eder, bâzan da kıyas şekillerinden ikisi arasında tereddüde düştüğü için birini diğerine tercih etmez; hattâ üç kıyas şekli arasında tereddüt ettiği de vâkidir. İlim ve dînî hakikat uğrundaki ihlâsı, kendisini, böyle kıyasın üç şeklini birden, aralarında herhangi bir tercih yap­maksızın, kitabına koymaya sevketmiştir. Çünkü bunlar arasında tercihe medar olacak bir mesned bulamamıştır. Bu şekillerden her birini Şafiî´ye nisbet etmek doğru sayılır.

Bunlara şöyle bir misâl verebiliriz: Bir kimse zekâtını vermeden meyve veya tahılını satsa, sonra müşteri de bunların zekâtının ve­rilmediğini anlasa, müşteri, malın tamamının mı, yoksa zekât olarak verilmesi gereken miktarının mı satış akdini feshetme hakkına sa­hiptir Zekât olarak verilmesi gereken miktar da, arazîyi âletle sulamadıysa öşür (l/10) dur. Âletle suladıysa öşrün yansı (1/20) dır. Veya müşteri burada muhayyer midir Yoksa zekât çıkarıldıktan sonra kalan kısmı paranın tamamı ile alır mı, yoksa satışı fesh mi eder Şafiî bütün bu görüşlerin doğru olabileceğini zikreder.

Diğer bir misâl: Bir kimse, soyundan olmadığı birinin nesebin­den olduğunu iddia etse ve bu iddia ettiği neseb esasına göre bir ka­dınla evlense, sonra da kendisinin hem iddia ettiği nesebden, hem de kadının nesebinden aşağı bir soydan olduğu anlaşılsa durum ne olacaktır Şafiî bu meselede iki türlü görüş ileri sürmüştür: Birinci­sine göre kadının muhayyerlik hakkı vardır. İkincisine göre de ni­kâh bâtıldır.

Şafii mezhebinde görüşlerin çok oluşu bu mezhebin inkişafını sağlamıştır. Çünkü tercih kapısı daima açık bırakılmıştır. Şafiî, ta­lebelerine furû´da ictihad îtapısmı açmış ve mezhebin gelişmesini kolaylaştırmıştır.

Şafiî fakîhleri için, İmam Şafii´nin eski ve yeni mezheblerini in­celemek en büyük konuyu teşkil eder. Âlimlerden bir kısmı, bâzı meseleleri Şafiî´nin eski mezhebine göre ele almış ve fetva vermiştir. Şafiî´lerin ekserisi, İmam Şafiî´nin eski görüşünü destekleyen bir hadîs bulunursa ona uymayı ittifakla kabul etmişlerdir. Şafiî´nin yeni gö­rüşü sadece kıyasa dayanıyorsa, eski görüşü ile amel edilir. Çünkü Şafiî, «Sahih bir hadîs bulunursa benim mezhebim odur.» derdi.

Herhangi bir hadîs desteklemediği halde Şafiî´nin eski bir gö­rüşünü tercih etmek mümkün müdür Âlimlerin bir kısmına göre mezheb d e müetehid olanlar, onun böyle bir- görüşünü tercih ede­bilirler. Çünkü, bu da İmama ait bir görüştür. Sonradan bunun ak­sini ileri sürmesi, önceki görüşünden dönmüş olduuğnu göstermez. Fakat, bundan, kendisinin iki görüşe sahip olduğu anlaşılır. Âlim­lerin diğer bir kısmına göre ise, mezhebde müetehid olanlar, Şafiî´­nin mezhebidir, diye eski görüşünü tercih edemezler. Çünkü yeni görüşüne nisbetle eski görüşü birbirine zıt ve bir arada mütalâa edil­mesi imkânsız iki nass durumundadır. Ve sonraki görüşüne göre amel edilir. Bu anlayış, Şafiî´nin eski görüşünden vazgeçtiği yolundaki rivayetle bağdaşmaktadır.. Söylendiğine göre Şafii; «Ben, Bağ-dad´ta yazdığım kitaplarıma göre amel edenlerden beriyim.» diye­rek, eski görüşleriyle amel edilmesini yasaklamıştır.

Bu ihtilâf meselesi ne olursa olsun, gerçek odur ki, muayyen mes´elelerde Şafiî fakîhleri, İmam Şafiî´nin eski görüşünü tercih et­mişler, ona göre fetva vererek, yeni görüşünü terketmişlerdir. Bâ­zılarının tesbitine göre bu meselelerin sayısı ondörttür. Bâzılarına göre ise yirmiikidir. Gerçekte bunlar daha fazla olup bu mezhebin kitaplarında dağınık bir.şekilde mevcuttur.[55]



Şâfii Mezhebinde Tahric


Şafiî mezhebinde tahric, büyük bir yer işgal eder. Tahricle hal­ledilen meselelerin bir kısmı Şafiî´ye, bir kısmı da mezhebe izafe edi­lir. Bir kısmı ise, tamamen mezhebin dışında sayılır. Mezhebin dı­şında sayılan bu meseleleri tahric eden fakîhler, Şafiî´nin nass ve kaidelerine aykırı olarak hareket etmişlerdir. Çünkü, kendisinden nakledildiği sabit olan fetvalara aykırı düşen her hangi bir şeyi, İmam Şafiî´ye nisbet etmek mâkul olamaz. Bir kısım tahricler var­dır ki bunlar, İmam Şafiî´ye atfen mezhebe izafe edilmiştir. Bir kı­sım tahricler de Şafiî´nin usûlüne dayanmakta, fakat bunlar hakkın­da Şafiî´nin herhangi bir görüşü nakledilmemektedir. Şüphesiz ki bu tahricler, mezhebin görüş şekillerinden (vecihlerinden) birini teşkil eder; bunları İmam Şafiî söylememiş olsa da, onun usûlüne dayanmaktadır.

Bâzı tahricler de vardır ki âlimler bunların Şafiî mezhebine nisbetinde tereddüt etmişlerdir. Bunlar şöyle sıralanabilir:

a) Hakkında İmam Şafiî´den bir şey nakledilmeyen ve onun usûlüne dayanmayan fürû´a dair tahricler: Tahriç yapan (muharric), Şafiî mezhebine mensup olduğu halde, mezhebin fürû´u ile bun­lar arasında bir uygunluk yoksa, ekseriyete göre bunlar mezhebden sayılmaz. Eğer bunlarla mezhebin fürû´u arasında bir uygunluk varsa mezhebden sayılır.

Bu, tahriç yapan fakîhin mes´elede Şafiî´nin usûlüne bağlı kal­madığını açıkça söylemiş olmasına göre böyledir. Eğer tahric yapan fakîh, bunu açıkça söylemezse durum değişir: Şafiî fakîhlerinin ek­serisine göre tahriç yapan kimse, Ebu Hâmid el-Gazzalî gibi Şafiî usûlüne bağlı olmakla tanınan biri ise, bu tahricler mezhebden sayılır, değilse sayılmaz.

b) Müctehid, İmam Şafiî´nin açık bir ifade ile vazgeçtiğini bildirdiği bir görüşünü tercih etmişse bu, ittifakla mezhebden sayıl­maz.

c) Müctehid, bir mes´elede İmam Şafiî´nin re´y´ine muhalif olan bir görüşü tercih etmiş ve bu mes´elede bir hadîs´e dayannıışsa, Şa­fiî fakîhlerinin çoğuna göre bu, mezhebden sayılır. Çünkü Şâfii: «Sahih bir hadîs bulunursa benim mezhebim odur.» demiştir. Fakîhlerin diğer kısmı burada tereddüt etmiştir; fakat çoğunluk birinci görüşü benimsemiştir.[56]



Şafii Mezhebinde Müctehîdler


İmam Şafiî´nin Irak´ta, Mekke´de ve Mısır´da talebeleri vardı. Şam´da, Yemen´de, daha sonra Nişâbur ve Horasan´da yerleşmiş olan Şâfiîler bulunuyordu. Yâni, böyle birbirinden Uzak ülkelerde birçok kimseler aynı mezhebe mensup bulunuyorlardı. Bunlar ara­sında Şafiî mezhebine göre müntesip müçtehidler, Şafiî´den rivayet edilen fürû´ mes´elelerine, Şafii´nin açıkladığı kıyas ve esaslara (usûle) göre tahric yapan müçtehidler vardı.

Şüphesiz bunlar, tahriclerde bulunurlarken değişik olan çevre ve meşreblerinin, karşılaştıkları hâdiselerin, bu hâdiseleri halletme­de kullandıkları metodların tesirlerinde kalmışlardır. Şüphesiz ki bu da,, onların ayrı ayrı görüşe sahip olmalarına yol açmıştır. Gerçi hepsi de, aynı kaynaktan ilham alıyor, aynı usûle bağlı kalıyorlardı.

Eğer biz Horasan, Nisâbur ve Irak´taki Şafii fakîhlerinin görüş­lerini araştırırsak ve onları bu araştırmanın ışığı altında tahlil edecek olursak, onlarda değişik çevre ve temayüllerin tesirini görürüz. Bu fakîhlerden bir kısmı, Şafiî´den nakledilen furû´a şiddetle bağlanı­yor, bir kısmı da bu konuda şiddet göstermiyordu. İmam Muhyiddin en-Nevevi şöyle der: «Bilmiş ol ki, Irak´lı arkadaşlarımızın Şafiî´nin nass´larını, mezhebinin kaidelerini ve seleflerimizin çeşitli görüşle­rini nakilleri, Horasanlıların nakillerinden umumiyetle daha sağlam ve daha esaslıdır. Horasanlılar ise tertip, fer´i mes´eleleri ortaya koyma ve Şafiî mezhebinin nass ve kaideleri üzerinde tasarruf ba­kımından ekseriya daha iyidir.»

Şafiî mezhebine mensup tahric yapan müçtehidler, Horasan ve Nisâbur´da Şiî - İmamî mezheb´le, Yemen´de de Zeydî mezhebi ile te­mas etmişlerdir. Farklı mezhebler arasında kimi yönlerden temasın bulunuşu, bir kısım mes´elelerde çatışma doğursa bile, bu mezhep­lerden her birine mensup olanların birbirini anlamasını ve iyi bul­duğu hususları kabul etmesini mümkün kılar. Çünkü fikrî ve mad­dî temaslar, görüşler arasında ister istemez mübadeleyi sağlar.

Şafii mezhebi, Arap ülkelerinden Uzak bu yerlerde Hanefî mez­hebi ile de yüzyüze gelmiştir. Her iki mezheb arasında çok şiddetli bir çatışma başlamış ve bu son haddine varmıştır. Bu maksatla ca­milerde ve bütün toplantı yerlerinde münazaralar yapılıyordu. Her bilgin kendi mezhebini savunmak, mezheb ve görüşlerini destekle­yen, diğer mezheb ve onun görüşlerini zayıflatan delilleri serdetme-yi Allah´a ibâdet sayıyordu. Hattâ yas törenleri bile mahalle mes­citlerinde tertiplenen fıkıh münazaraları ile ihya ediliyordu. Bunun üzerine şu iki husus ortaya çıkmıştır:

1 Mezheb taassubu şiddetlenmiş ve bâzı yazarlar bu husus­ta çok ileri gitmişlerdir. Hattâ bâzıları, İmam Şafii´nin; «İnsanlar, fıkıhta Ebu Hanife´nin îyâlidir» diye övdüğü ve herkesçe münâkaşasız bir şekilde, Irak fakîhlerinin üstadı olduğu kabul edilen îmanı Ebu Hanife´ye dil uzatacak kadar ileri gitmiştir. Bunun, hem Şafii hem de Hanefî âlimleri üzerinde çok kötü ve üzücü tesirleri olmuş­tur. Öyle ki, bir kısım Şafiî âlimleri, İmam Ebu Hanîfe´nin menkı­belerini yazmaya teşebbüs etmek suretiyle o büyük îmam´a karşı yapılan yergi (ta´an) damgasını Şâfiîlerden silmeye çalışmıştır.

2 Doğu İslâm memleketlerinde, bilhassa Hanefîler, Şâfiîler, Zahiriler ve Şiîler (İmamîler - Ca´ferîler) arasında çok şiddetli mez­heb münakaşalarına girilmiş ve bunlar, zaman zaman büyük fitne­lerin doğmasına sebep olmuştur. Hattâ bu yüzden birçok insanların kanlan bile boşa akıp [57]gitmiştir.[58]



Şafiî Mezhebinin Yayılışı


Şafiî mezhebi, özellikle Mısır´da yayılmıştır. Çünkü İmam Şafiî, hayatının son kısmını burada geçirmiştir. Bu mezheb, Irak´ta da ya­yılmıştır. Zira Şafiî, fikirlerini neşretmeye önce orada başlamıştır. Irak yoluyla Horasan ve Maveran´ün-Nehr´de de yayılma imkânı bulmuş ve bu ülkelerde fetva ile tedrisatı Hanefî mezhebi ile pay­laşmıştır.

Bununla beraber, bu ülkelerde Hanefî mezhebi hâkim durumda idi. Çünkü o, Abbasî Devletinin resmî mezhebi idi. Şafiî mezhebi, halk üzerinde Hanefî mezhebi ile hâkimiyet mücadelesi yapmış, Mı­sır ve Suriye´ye Fatura Devleti hakim olduktan sonra bile Mısır´da halk üzerindeki otoritesini korumuştur.

Mısır´da iktidar Eyyûbîlerin eline geçince, Şafiî mezhebi daha da kuvvetlenmiş, hem halk, hem de devlet üzerinde en büyük otori­teye sahip olmuştur. Şafiî mezhebinin bu durumu Kölemenler dev­rinde Sultan Zahir Baybars´a kadar devam etmiştir. Bu sultan, ka­dıların \dört mezhebe göre tâyin edilmesi fikrini ortaya atmıştır. Bunun üzerine her mezhebin kendi görüşlerine göre hükmeden ve mezheb mensuplarının dâvalarına bakan ayrı bir kadı tâyin edilmiş­tir. Fakat adı geçen sultan da, Şafiî mezhebine diğer mezheblerden üstün bir yer tanımıştır. Şöyle ki: Taşra şehirlerine kadı (nâib) tâ­yin etme hakkı ile yetim ve vakıf mallarını kontrol hakkı yalnız Şa­fiî mezhebine ait idi. Şafiî mezhebinden sonra Mâliki mezhebi, bun­dan sonra da Hanbelî mezhebi geliyordu. Fakat Subh el-A´şâ´da zikredildiğine göre İbni Batûta, Melik Nâsır´dan beri Mısır´da mezheblerin derecelendirildiğini ve Hanefî mezhebinin Mâliki mezhebinden önce geldiğini söyler.

Osmanlılar, Mısır´ı zaptedince, Hanefî mezhebini birinci dere­ceye almışlardır. Mehmet Ali Paşa Mısır´a hâkim olunca, Hanefî mez­hebinden başka diğer mezheblerle resmiyette amel edilmesini ilga etmiştir. Fakat Şafiî ve Mâliki mezhebleri halk üzerindeki mevkiini korumuştur.

Şamlılar, kazâî konularda, 302 H. yılında ölen Ebu Zur´a ed-Dimaşki eş-Şâfiî[59] Şam Kadılığına tâyin edilinceye kadar, Evzâi mez­hebine bağlı idiler. Lâkin Şafiî mezhebinin bundan önce de halk ara­sında yüksek bir mevkii vardı.

Bir kısım Iraklılar katında Şafiî mezhebinin büyük bir itibarı olduğu halde, bu mezheb, halk üzerinde tamamen bir kuvvet gös­teremediği gibi, kaza (yargı) bakımından da Hanefî mezhebini ye­nememiştir. Nihayet Halîfe el-Kadir Billâh Bağdad´a Şafiî bir kadı tâyin etmiş; fakat halk, buna karşı ayaklanmıştır. Meydana gelen fitneler karşısında Halife, halkın çoğunluğunu memnun etmek zo­runda kalmış ve Şafiî kadıyı vazifesinden ayırmıştır.

Şafiî mezhebi, İran´a da girmiştir. İbn u´-Subkî «Tabakâtu-Şâfiîyye» sinde; «İran´da Şafiî mezhebi ile Davud-i Zâhirî´nin mezhe­binden başka bir mezheb yoktu» demiştir. Zannedirim ki, bu ifade­de bir mübalâğa vardır.

Şafiî mezhebi, Hicrî üçüncü asrın sonunda Merv ve Horasan´a gelmiştir. Bu mezhebi buralara getiren âlimler, hem mezhebin ki­taplarını münevverler arasında, hem de Şafiî fıkhını halk arasında yaymaya çalışıyorlardı. Bu Şafiî âlimleri, sadece bunlarla yetinme­mişler, hâkim ve sultanları da ikna etmek için uğraşmışlar, onların yâli veya hâkim oldukları memleketlerde bu mezhebi uygulamaları­nı istemişlerdir.

Şafiî mezhebinin Endülüs ve Mağrib ülkelerinde bir yer işgal etmediği söylenebilir.

Bugün Şafii mezhebinin, mâzîde girmiş olduğu ülkelerde devam ettiği düşünülebilir. Şafiî mezhebi, günümüzde (Yemen tarafların­da) Zeydî mezhebi ile halk üzerinde hâkimiyet mücadelesi yapmak­ta, İran´da da Şiî mezhebi ile yanyana bulunmaktadır.[60]

Allah, İmam Şafiî´ye rahmet etsin ve ondan razı olsun![61]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/307.

[2] Hadîsin senedini teşkil eden râvîler az ise, yani hadis sened bakımın­dan Peygamber (S.A.)´e yakın ise buna «Alî Hadîs» denir. Hadîs, râvî­ler silsilesi fazlalaşmak suretiyle Peygamber (S.A,)´e yalan değilse bu­na da «Nazil Hadîs» denir. Çeviren.

[3] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/309.

[4] Şi´b: Mekke´de Ebû Talibin oturduğu semtin adıdır. Çeviren.

[5] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/310-311.

[6] Biraz önce «Şafii´nin doğumu ve Nesebi» başlıklı yerde Şafiî´nin Gaz-ze´de doğduğu söylenmiştir. Esasen Şafiî´nin doğum yeri ile ilgili biz­zat Şâfiîye dayanan üç rivayet vardır: 1 Gazze. Ekseri tarihçiler bu­nu kabul etmişlerdir. 2 Askalân. Burası Gazze´ye üç fersah uzaklıkta bir kasabadır. 3 Yemen. Bazısı da, bu üç rivayeti birleştirmek: ama-ciyle Şafiî´nin Yemen´de doğup Askalân ve Gazze´de büyüdüğünü´ söy­lemiştir. (Bak: M. E. Zehra el-İmam eş-Şâfiî, Mısır 1948, s. 14.)Çeviren

[7] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/311-313.

[8] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/313-315.

[9] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/315.

[10] Bir kısım şiilerle mezheb taassubunda boğulup kalanlar İmam Şafii nin ataları arasında yer alan Şafii b.Saib in Kureyşlilerden Ebu Leheb in azatlı kölesi olduğunu ve böylece İmam Şafii nin soy bakımından Kureyş´e mensup olmadığını iddia etmişlerdir. Çeviren.

[11] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/316-317.

[12] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/318-319.

[13] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/319-320.

[14] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/320-321.

[15] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/321-322.

[16] İmam Şafii Fustat (Kahire)´da vefat etmiş olup el-Mukattam dağının eteğindeki Benû Abdilhakem türbesine defnedilmiştir. Türbesi üzerin­deki bugünkü muhteşem kubbe, Eyyûbî sultanlarından el-Melik el-Kâmil tarafından 608 H. yılında yaptırılmıştır. Burası önemli bir ziyaret yeri­dir. Salâhuddîn Eyyûbî tarafından Şafii´nin türbesi yanma büyük ve geniş bir medrese yaptırılmıştır. Burada bugün, bir de Ulucâmi vardır.Çeviren.

[17] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/322-324.

[18] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/324-325.

[19] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/326-327.

[20] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/328.

[21] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/328.

[22] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/328-329.

[23] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/329.

[24] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/329-331.

[25] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/332-333.

[26] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/333-334.

[27] Asıl adı, Ebu Ali el-Hüseyin b. Ali´dir (öl. 256 H.) Çeviren.

[28] Ali İmrân Sûresi, 173.

[29] Talâk Sûresi, 1.

[30] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/335-336.

[31] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/336.

[32] el-Umm, c. VII, s. 246.

[33] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/336-339.

[34] Bu kongre, 29 Aralık 1957 -13 Ocak 1958 tarihleri arasında yapılmıştır.Çeviren

[35] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/339-341.

[36] Şâfiîye göre bir memleketin icmâ´ı, icmâ´ olamaz. Bir asırdaki bütün müslüman memleketlerinde mevcut olan bilginlerin icmâ´ı, ancak bir icmâ´ olur. Medînelilerin icmâ´ ettiği ileri sürülen meselelerin aksini söyleyenler, bizzat Medîneliler arasında mevcuttur. Metinde de zikredildiği gibi Medînelilerin icmâ´ ettiği konular, sadece onlara ait değildir. Diğer fslâm ülkelerinde de aynı şeyler üzerinde icmâ´ edîlmiştr. (Bak. M. Ebu Zehra, el-İmam eş-Şâfîî, Kahire 1948, s. 259.)Çeviren.

[37] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/341-343.

[38] er-Rîsale, s. 597, el-Halebî baskısı ve merhum Ahmet Şakır neşri, Ka­hire 1940.

[39] el-Ümm, c. VII. s. 246.

[40] Aynı eser, c. VII, s. 246.

[41] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/343-345.

[42] er-Risale, s. 477.

[43] Başka bir misâl: Bir kimse görünüşte müslüman olsa, içinden de gay­rimüslim olsa, biz zahirine bakarab, ona müslüman muamelesi yapmak mecburiyetindeyiz.Çeviren.

[44] Bakara, 179.

[45] er-Risâle, s. 504.

[46] Aynı eser, s. 506.

[47] Bak. s. 103-110.

[48] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/345-349.

[49] Kiyâme Sûresi, 36.

[50] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/349-350.

[51] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/350-352.

[52] Asıl adı, Ebu Ali el-Hasen es-Sabbah ez-Za´ferânîdir. Çeviren.

[53] el-Mebsut veya el-Hucce adlı eserini Mısır´da yeniden kaleme almış ve el-Umm adım vermiştir. Bu eserinde O, fıkıh meselelerini enine boyuna ele almış ve ihtilaflı meselelere dair hem kendi görüşlerim hem de diğer fakîhlerin görüşlerini aynen anlatmıştır. er-Risale, el-Umm´ün mu­kaddimesi mahiyetini arzeder. er-Risale, Ahmed Muhammed Şakir ta­rafından tahkik edilerek, Kahire´de 1940 senesinde neşredilmiştir. el-Ümm de 7 cilt halinde Mısır´da 1321´de basılmıştır. Şafiî´nin hadîs´e dair el-Müsned adlı eseri de Mısırda 132Tde basılmıştır. İmam Şafii´nin Mekke´de iken eser telif ettiğini bilmiyorUz. Fakat Bağ-dad´a gelince kitap telifine başlamış ve burada Önce «er-Risale» sini neş-retmiştir. Daha sonra fıkıh ve füru´a dair görüşlerini büyük bir eser halinde toplamış ve ona «el-Hucce» adını vermiştir. İbni Nedim´e göre Za´ferânî´nin rivayet ettiği bu eser «el-Mebsut» adını almıştır. Şafiî Mı­sır´da yeniden gözden geçirerek ilâve ve çıkmalarda bulunduktan sonra bu eserine «el-Umm» adını vermiştir.

Menâkıbu Şafiî´de Beyhakî şöyle der: Şafiî´nin Bağdad´ta yazdığı el-Hucce´yi Zaferânî rivayet etmiştir. Hüseyin b. Ali el-Kerabîsî ile Ebu Abdirrahman b. Yahya eş-Şâfiî tarafından rivayet edilen kitapları da vardır. Ben, Ebu Abdirrahman´ın rivayet ettiği «es-Sîyer» kitabının bir nüshasını gördüm. Bunda başkalarında olmayan zryadelikler vardır. Ebul-Velid Musa b. Ebil-Cânıd´un da ondan rivayet ettiği bir muhta­sarı vardır. Bunda da bâzı sdyadelikler mevcuttur. İmam Şafiî´nin Mısır´da yazdığı eserleri şunlardır:

1 el-Umm,

2 Kitabu´s-Sünen,

3 el-Emâlî el-Kübrâ,

4 el-tmlâ´ es-Sagîr.

Buvaytî (ÖL 231 H.) ile Müzeni (öl. 264 H.), Şafiî´den işittiklerini «el-Muhtasar» adh birer kitap halinde toplamışlardır. (Bak. M. Ebû Zehra, el-lmam eş-Şâfiî, Kahire 1948, s. 154. 155). Çeviren.

[54] Bu zat, Mısır fâtihi Arar b. el-As tarafından inşâ edilen Fnstat´dakl Ulu-câmî´de müezzin idi. Çeviren.

[55] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/353-356.

[56] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/356-357.

[57] Elimizdeki metinde (2) rakamı yazıldığı halde bu ikinci husus zikredilmemistir. Biz bu kısmı, yazarın el-Imam eş-Şâfiî (Kahire 1948) »dil ese­rinin 374-377. sayfalarından Özetliyerek tamamladık. Çeviren.

[58] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/357-358.

[59] Asıl adı, Muhammed b. Osman´dır. Çeviren.

[60] Anadolu´muzun doğu kesimlerinde, Kafkasya, Azerbaycan, Hindistan, Fi­lipin, Seylân ve Malaya müslümanlan arasında Şefiî mezhebine men­sup olanlar nayli kabarıktır. Endonezya adalarında ise hâkim olan mez-heb, sadece Şafiî mezhebidir. Çeviren.

[61] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/358-360.





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply
#2
Cennet ile müjdelenmiş olan Ehl-i sünnet vel-cemaatin dört büyük mezhebinden biri olan Şafii mezhebinin reisidir.

Adı, Muhammed bin İdris’tir. Dedesinin dedesi Şafi, Kureyş kabilesinden ve eshab-ı kiramdan olduğu için, Şafii adı ile meşhur olmuştur. Şafi’in dedesinin dedesi de Haşim bin Abdi Menaf’dır.

150 (m.767) senesinde Gazze’de doğdu. 204 (m.820)’de Mısır’da vefat etti. Kabri, Kurafe kabristanlığında büyük bir türbe içindedir.

Henüz beşikte iken babası vefat etmişti. Annesi onu iki yaşında, asıl memleketleri olan Mekke'ye getirdi. Orada büyüdü. Yedi yaşına gelince Kur'an-ı kerimi ezberledi. Bundan sonra ilim öğrenmeye başladı.

Daha küçük yaşta iken Mekke'de bulunan zamanın meşhur âlimlerinin derslerine ve sohbetlerine devam etmeye başlamıştır. Kendisi, ilim öğrenmeye başladığı bu ilk günleri için şöyle demiştir: "Kur'an-ı kerimi ezberledikten sonra devamlı Mescid-i harama gidip, fıkıh ve hadis âlimlerinden pek çok istifade ettim. Fakat çok fakir idik, bir yaprak kağıt almaya bile gücümüz yoktu. Derslerimi ve öğrendiğim meseleleri yazmakta çok sıkıntı çekerdim."

Mekke'deki bu ilk tahsilinden sonra Arapçanın inceliklerini ve edebiyatını öğrenmek için, Huzeyl kabilesinin arasına gitti. Bu hususta da şöyle demiştir:
"Ben Mekke'den çıktım. Çölde Huzeyl kabilesinin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabile, Arapların dil bakımından en fasihi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım, ok atmayı öğrendim. Mekke'ye döndüğüm zaman, bir çok rivayet ve edebiyat bilgilerine sahip olmuştum."

Daha on yaşında iken, o zamanın en meşhur âlimi imam-ı Malik'in "Muvatta" adlı hadis kitabını, dokuz günde ezberlemiştir. Gençliğinin ilk yıllarında kendini tamamen ilme verip, Mekke'deki Süfyan bin Uyeyne, Müslim bin Halid ez-Zenci gibi fakih ve muhaddislerden ilim tahsil etti. Hadis, fıkıh, lügat ve edebiyatta çok yükseldi. Mekkeli gençler arasında, ilimde parmakla gösterilen bir dereceye ulaştı.

Tahsilinde en önemli safha, imam-ı Malik hazretlerine talebe olmasıyla başlamıştır. Mekke'den Medine'ye gidip, imam-ı Malik'den ders almasını şöyle anlatmıştır:
"İlk zamanlar Mekke'de, Müslim bin Halid'den fıkıh öğrendim. O sırada Medine'de bulunan Malik bin Enes'in büyüklüğünü ve müslümanların imamı olduğunu işittim. Kalbime geldi ki onun yanına gideyim, talebesi olayım. Sonra onun meşhur eseri olan "Muvatta"nın bir nüshasını, Mekke'de birinden tekrar geri vermek üzere alıp dokuz günde ezberledim. Mekke valisine gidip, birini Medine valisine birisini de Malik bin Enes'e vermek üzere iki mektup alıp Medine'ye gittim. Medine'ye varınca, Medine valisine gidip ona ait olan mektubu verdim ve Medine valisi ile birlikte imam-ı Malik'in yanına gittik, imam-ı Malik dışarı çıktı. Uzun boylu ve gayet heybetli bir görünüşü vardı. Medine valisi, Mekke valisinin gönderdiği mektubu imama takdim etti. Mektupta "Muhammed bin İdris, annesi tarafından şerefli bir kimsedir. Ve hali şöyle şöyledir..." diye yazılı olan kısmı okuyunca "Sübhanallah! Resulullahın ilmi şöyle mi oldu ki, mektup ile yazılıp, sorulup, talep olunur" dedi. Ben de durumumu ve ilim öğrenmek istediğimi anlattım. Sözlerimi dinledikten sonra bana baktı. Adın nedir, dedi. Muhammed'dir dedim. Ey Muhammed, dedi, ileride büyük bir şânın olacak, Allahü teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir. Onu masiyetle söndürme! Yarın birisi ile gel, sana Muvatta'yı okusun buyurdu. Ben de onu ezberledim, ezberden okurum dedim. Ertesi gün imam-ı Malik'e gelip okumaya başladım. Her ne zaman, imamı üzme korkusundan okumayı bırakmak istesem, benim güzel okumam onu hayretler içerisinde bırakır, ey genç daha oku derdi. Kısa zamanda Muvatta'yı bitirdim."

İmam-ı Malik'in yanına geldiği zaman, yirmi yaşlarında bulunuyordu. İmam-ı Malik onu himayesine alıp, dokuz yıl müddetle ilim öğretti. İlimde yüksek bir dereceye ulaşan imam-ı Şafii Mekke'ye dönünce, oraya gelen Yemen valisi, onu Yemen'e götürüp kadılık vazifesi verdi. Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra, Bağdat’a giderek, ilmini ilerletmek için, imam-ı a'zamın talebesi olan imam-ı Muhammed'den ders almaya başladı. İmam-ı Muhammed onu kendi himayesine alıp, yazmış olduğu kitaplarını okutmak suretiyle, Irak'ta tedvin edilen fıkıh ilmini ve Irak'ta meşhur olan rivayetleri öğretti, imam-ı Muhammed ayrıca İmam-ı Şafii'nin üvey babası idi. İmam-ı Şafii onun ilminden ve kitaplarından çok istifade etmiştir.

Ebu Ubeyd şöyle demiştir:
İmam-ı Şafii'den duydum, buyurdu ki, "İmam-ı Muhammed'den öğrendiğim meselelerle ve ilimle, bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşiğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Kufe âlimlerinin çocuklarıdır. Onlar da Ebu Hanife'nin çocuklarıdır." Yani bir babanın çocukları için lazım olan nafakayı kazanıp, çocuklarını beslemesi gibi, imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri de kendinden sonrakileri böylece ilimle beslemiş ve doyurmuştur.

İmam-ı Şafii, Bağdat’ta imam-ı Muhammed'den aldığı dersleri tamamlayıp, Mekke'ye döndü. Burada bir müddet inceleme ve araştırmalar yapıp, ayrıca talebelere ders verdi. Bilhassa hac mevsiminde çeşitli İslam beldelerinden gelen ilim adamları ondan ilim öğrenirlerdi. Mekke'deki bu ikameti dokuz yıl kadar sürdü. Sonra tekrar Bağdat’a gitti. Bu sırada Bağdat İslam âleminin önemli bir ilim merkezi idi. Burada bulunan âlimler, imam-ı Şafii'ye hürmet göstermiş ve ilim talebeleri onun etrafında toplanmıştır. Bağdat âlimleri dahi ondan ders almışlardır. Daha önce Mekke'de imam-ı Şafii ile görüşen ve ondan hadis dinleyen Ahmed bin Hanbel talebe olmuş, onun üstünlüğüne hayran kalmıştır. Yine imam-ı Şafii ile emsal olan Ishak bin Raheveyh ve benzerleri ondan ilim tahsil etmiştir. Herkes onun dersine koşuyor ve verdiği fetvalara hayran kalıyordu. Ders ve fetva vermekte uyguladığı usul, geniş olarak açıkladığı istinbat (kaynaklardan hüküm çıkarma) usulü olan, usul-i fıkıh ilmi idi.

O buna göre açıklamalarda bulunuyordu. Güzel ve açık konuşması, ifade ve izah tarzı, münazara kuvveti ve tesir bakımından çok güçlü idi. İmam-ı Şafii Bağdat’ta bulunduğu sırada (el-Kitab-ül Bağdadiyye) adını verdiği eserini yazdı. İmam-ı Şafii'nin üstün şahsiyetine ve yüksek ilmine hayranlık duyarak, ondan ders alıp ilim öğrenen talebelerinden bir kısmı şunlardır: Ahmed bin Hanbel, İshak bin Raheveyh, ez-Zaferani, Ebu Sevr İbrahim bin Halid, Ebu İbrahim Müzeni, Rebi' bin Süleyman-ı Muradi gibi bir çok âlim. Daha sonraki asırlarda, Şafii mezhebinde yetişmiş âlimlerden meşhur olanlardan bazıları da şunlardır: Hadis âlimlerinden imam-ı Nesai, kelam (akaid) âlimlerinden Ebul-Hasen-i Eşari, imam-ı Maverdi, imam-ı Nevevi, imam-ül-Haremeyn Abdülmelik bin Abdullah, imam-ı Gazali, İbni Hacer-i Mekki... Kaffal-ı Kebir, İbni Subki, imam-ı Suyuti v.b.

İmam-ı Nesai'nin (Sünen)'i meşhurdur, imam-ı Eşari, Ehl-i sünnetin itikaddaki iki imamından birisidir. Hocalarının zinciri imam-ı Şafii'ye ulaşır.

İmam-ı Şafii hazretleri, ilim, zühd, marifet, zeka, hafıza ve nesep bakımlarından zamanındaki âlimlerin en üstünü idi. Onüç yaşında iken, Harem-i şerif de "Bana istediğinizi sorunuz" derdi. Onbeş yaşında iken fetva verirdi. Zamanının en büyük âlimi olan ve üçyüz bin hadis-i şerifi ezbere bilen imam-ı Ahmed bin Hanbel, ondan ders almaya gelirdi. Çok kimse imam-ı Ahmed'e, "Böyle büyük bir âlim iken, karşısında nasıl oturuyorsun?" dediklerinde, "Bizim ezberlediklerimizin manalarını o biliyor. Eğer onu görmeseydim, ilmin kapısında kalacaktım. O, dünyayı aydınlatan bir güneştir, ruhlara gıdadır" derdi. Bir kere de, "Fıkıh kapısı kapanmıştı. Allahü teâlâ, bu kapıyı, kullarına imam-ı Şafii ile tekrar açtı" dedi. Bir kere de, "İslamiyet’e, şimdi Şafii'den daha çok hizmet eden birini bilmiyorum" dedi. İmam-ı Ahmed yine buyurdu ki: (Allahü teâlâ her yüzyılda bir âlim yaratır, benim dinimi, herkese onun ile öğretir) hadis-i şerifinde bildirilen âlim, imam-ı Şafii'dir. Hadis-i şerifte (Kureyş'e sövmeyiniz. Zira Kureyşli bir âlim, yeryüzünü ilimle doldurur) buyuruldu. İslam âlimleri bu hadis-i şerif, imam-ı Şafii'nin geleceğini bildirmiştir, demişlerdir.

İmam-ı Ahmed bin Hanbel'in oğlu Abdullah, babasının imam-ı Şafii'ye çok dua ettiğini görerek sebebini sorunca: "Oğlum, imam-ı Şafii'nin insanlar arasındaki yeri, gökteki güneş gibidir. O, ruhların şifasıdır" demiştir. Bir seferinde de; "Eline kalem kağıt alan herkesin imam-ı Şafii'ye şükran borcu vardır" demiştir.

İmam-ı Şafii hazretlerinin rivayet ettiği hadis-i şerifler, Sahih-i Müslim'de, Sünen-i Ebi Davud, Sünen-i Tirmizi, Sünen-i Nesai, Sünen-i ibni Mace ve Sahih-i Buhari'nin ta'likatında yer almıştır.

İmam-ı Şafii hazretleri, ikinci defa Bağdat’a gidişinden sonra, Bağdat’taki siyasi ve fikri kargaşalıklar sebebiyle Mısır'a gidip, ömrünün sonuna kadar orada kalmıştır. İmam-ı Şafii, imam-ı Malik'in ve imam-ı a'zamın talebesi imam-ı Muhammed'in derslerine devam ederek, imam-ı a'zamın ve imam-ı Malik'in ictihad yollarını öğrenip, bu iki yolu birleştirdi ve ayrı bir ictihad yolu kurdu. Kendisi çok beliğ, edip olduğundan, âyet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin ifade tarzına bakıp, kuvvetli bulduğu tarafa göre hüküm verirdi, iki tarafta da kendi usulüne göre kuvvet bulamazsa, o zaman kıyas yolu ile ictihad ederdi. Böylece müslümanların ibadetlerinde ve işlerinde uyacakları bir yol göstermiştir. Onun kendi usulüne göre şer'i delillerden çıkardığı hükümlere, yani gösterdiği bu yola "Şafii Mezhebi" denildi. Ehl-i sünnet itikadında olan müslümanlardan, amellerini yani ibadet ve işlerini, bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara "Şafii" denir.

Menkıbeleri ve methi:
Süfyan-ı Sevri şöyle demiştir:
"İmam-ı Şafii'nin aklı, zamanındaki insanların yarısının akılları toplamından fazladır."

Abdullah-i Ensari buyurdu ki:
"İmam-ı Şafii'yi çok severim. Çünkü evliyalıkta hangi makama baksam, onu herkesin önünde görüyorum."

Az yer, az uyurdu. "On altı senedir, doyasıya yemek yemedim" buyurdu. Sebebi sorulunca, "Çok yemek bedene ağırlık verir, kalbi zayıflatır, anlayışı, idraki azaltır, çok uyku getirir ve böylece insanı ibadetten alıkoyar. Kulluğun başı az yemektir" buyurdu.

İmam-ı Şafii'nin siması, gayet güzel ve sevimli idi. Üstün bir zekaya ve kabiliyete sahip idi. Peygamber efendimizin sünnetine son derece riayet ederdi, ilmi, tevazusu, heybet ve vakarı ile kalblere tesir ederdi. Kur'an-ı kerim okurken dinleyenler kendinden geçerdi.

Orta halli giyinirdi. Heybetli bir görünüşü vardı. O bakarken, yanındakiler su dahi içemezlerdi. Yüzüğünde, (el-bereketü fil-kana'ati) Bereket, kanaat etmektedir, yazılı idi.

Harun Reşid, her sene Bizans imparatorundan vergi olarak çok para ve mal alırdı. Bir sene imparator, âlimlerle münakaşa etmek için ruhbanlar gönderdi: "Eğer bizi yenerlerse onlara vergilerimizi vermeye devam edeceğiz. Yok biz yenersek vermeyiz" dedi. Dörtyüz hıristiyan geldi. Halife, bütün âlimlerin Dicle kenarında toplanmasını emretti. İmam-ı Şafii'yi çağırarak, hıristiyan ruhbanlara sen cevap ver dedi. Herkes Dicle kenarında toplandı. İmam-ı Şafii seccadeyi omzuna alıp nehre doğru gitti. Seccadeyi nehre atıp üzerine oturdu ve, "Benimle münakaşa etmek isteyenler buraya gelsin" dedi.
Bu hali gören ruhbanların hepsi müslüman oldu. Bizans imparatoru, adamlarının imam-ı Şafii'nin elinde müslüman olduğunu öğrenince; "İyi ki, o buraya gelmedi. Yoksa buradakilerin hepsi müslüman olurdu, kendi dinlerini bırakırlardı" dedi.

Bir kere ders verirken, ders esnasında on defa ayağa kalktı. Sebebini sorduklarında, buyurdu ki:
"Seyyidlerden bir çocuk, kapının önünde oynuyor. Kapının önüne gelip, kendisini gördüğüm zaman, ona hürmeten ayağa kalkıyorum. Resulullahın torunu ayakta dururken oturmak reva değildir."

Vefatı
İmam-ı Şafii hazretleri, din-i İslama hizmet uğrunda tükettiği hayatının son anlarını, Kur'an-ı kerimi dinleyerek geçirmiştir, ömrünün sonuna kadar her gün bir hatim olmak üzere, ayda otuz hatim okurdu. Ramazan-ı şerifte ise gece ve gündüz birer hatim olmak üzere, altmış hatim okurdu. Artık vefatının yaklaştığı sırada takatsiz düşmüştü, önceki gibi okuyacak durumda değildi. Fakat okuyan birinden dinlemek arzu ediyordu. O bu halde iken, talebesi Ebu Musa Yunus bin Abdül-a'la’ya okutup, huşu içinde dinliyordu. Son nefeslerini vermek üzere iken, halini sordular. "Dünyadan göçüyorum. Artık ondan ayrılıyorum. Ümit şerbetini içiyorum. Kerim olan Rabbime gidiyorum" buyurdu. Vefatı İslam âlemi için büyük bir kayıp oldu. Duyulduğu her yerde, derin üzüntü ve gözyaşları ile karşılandı. Kabri kazılırken etrafa misk kokusu yayıldı. Orada bulunanlar bu kokunun tesirinde kalıp, kendilerinden geçtiler. Kahire'de el-Mukattam dağının eteğinde Kurafe kabristanına defnedildi. Daha sonra kabri üzerine bir türbe yapılmıştır. Türbesi üzerindeki şimdiki muhteşem kubbe, Eyyubi sultanlarından el-Melikel-Kaim tarafından; 608 (m. 1211) yılında yapılmıştır. Selahaddin Eyyubi tarafından da, türbesinin yanına büyük bir medrese yaptırılmıştır.

Kıymetli sözlerinden ve nasihatlerinden bir kısmı şunlardır:

"Allahü teâlâyı bilen necat (kurtuluş) bulur. Dininde titizlik gösteren, kötülüklerden kurtulur. Nefsini ıslah eden saadete kavuşur.”

"Kim şu üç şeyi yaparsa imanı kâmil olur:
1- Emr-i bil-maruf yapmak, yani Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yaymak.
2- Nehy-i anil-münker yapmak, yani Allahü teâlânın yasaklarını yapmamak ve yapılmaması için uğraşmak.
3- Her işinde Allahü teâlânın dinde bildirdiği hudutlar içinde bulunmak.”

“Dünyada zahid ol, dünya malına bağlanma! Ahireti isteyici ol, onun için çalış! Her işinde Allahü teâlâyı hatırla. Böyle yaparsan, kurtulmuşlardan olursun. Ruhsat ve teviller ile uğraşan âlimden fayda gelmez.”

“İnsanları tamamen razı ve memnun etmek çok zordur. Bir kimsenin bütün insanları kendinden hoşnut etmesi mümkün değildir. Bunun için kul, daima Rabbini razı ve memnun etmeye bakmalı, ihlas sahibi olmalıdır.”

"İlmi, kibirlenmek, kendini büyük görmek için isteyenlerden hiçbiri felah bulmuş değildir. Ama ilmi tevazu için, âlimlere ve insanlara hizmet için isteyen, elbette felah bulur, kurtulur."

"Senden daha çok malı ve parası olan kimseyi kıskanma. O malına ve parasına hasretle ölür. İbadeti ve taatı çok olan kimselere gıpta et. Yaşayanlar da sonunda ölecekleri için, onların dünyalıklarına özenmeye değmez."

"Hiçbir kimse yoktur ki, dostu ve düşmanı olmasın. Madem ki böyledir, o halde Allahü teâlâya itaat edenlerle beraber bulun, onları sev."

"İlim, ezber edilen şey değil, ezber edilen şeyden temin edilen faydadır."

"Resulullahın ve Eshabının yolunda olmayanı havada uçar görsem, yine doğruluğunu kabul etmem."

"Herkese akıllı denmez. Akıllı kimse, kendisini her türlü kötülükten koruyandır."

"Kalbine ilahi bir nur penceresinin açılmasını isteyen şu dört şeyi yapsın:
1- Günün belli bir vaktinde yalnız kalsın ve huzura dalsın.
2- Midesini pek fazla doyurmasın.
3- Sefih kimselerle düşüp kalkmayı bıraksın, kötü kimselerle düşüp kalkmasın.
4- İlimleriyle yalnız dünyalık arzu eden kimselere yaklaşmasın."

“Dünyayı ve Yaradanını bir arada sevdiğini söyleyen kimse yalancıdır.”

"Hiç bir vakit yoktur ki, ilim mütalaası, hüzün ve kederi yok etmesin, ilmi mütalaa, kalbin en ince ve en gizli noktalarını harekete geçirir, insanda yüce duygular uyandırır.”

"Sadık dost, arkadaşının hüzün ve sevinçte ortağı olandır."

"İki kişinin, darıldıktan sonra birbirinin ayıplarını ortaya çıkarması, münafıklık alametidir."

"Haksız sözleri tasdik eden, dalkavuk ve iki yüzlüdür."

"Sadık dost, arkadaşının ayıplarını görünce ihtar eder, ifşa etmez."

"İbret almak istersen, hata sahibi kişilerin akıbetlerine bak da kalbini topla."

"Dünya sevgisi ile Allah sevgisini bir arada toplarım iddiasında bulunmak, yalandır."

"Âlimlerin güzelliği, nefslerini ıslah etmeleridir, ilmin süsü, şüpheli şeylerden sakınmak, yumuşak olup, sertlik göstermemektir."

"Dünya işlerinde bir darlığa ve sıkıntıya düşen kimse, ibadete yönelmelidir."

"Gururlanıp böbürlenmek, adi ve bayağı kimselerin vasfıdır."

"Hizmet edene, hizmet edilir."

"Dostlar ile yapılan sohbetten sevimli bir hareket yoktur. Dostların ayrılığı kadar da gam ve keder veren şey yoktur."

"İlmi sevmeyende hayır yoktur. Böyle kimselerle dostluk ve bağlılığını kes. Çünkü, ilim kalblerin hayatı, gözlerin aydınlığıdır."

"Sadık dost ve halis kimya az bulunur, hiç arama!"

"Bütün düşmanlıkların aslı, kötü kimseler ile dostluk etmek ve onlara iyilik yapmaktır."

"İlim öğrenmek, nafile ibadetten üstündür."

"Kendini bilmeyene ilim öğreten, ilmin hakkını zayi etmiş olur. Layık olandan ilmi esirgeyen de, zulmetmiş olur."

"Resulullahtan sonra insanların en üstünü Hazret-i Ebu Bekir, sonra Hazret-i Ömer, sonra Hazret-i Osman, sonra Hazret-i Ali'dir.” (radıyallahü anhüm)

"İlim öğrenmek için üç şart vardır: Hocanın maharetli, talebenin zeki olması ve uzun zaman."

"Kimin düşüncesi, arzusu, maksadı yemek içmek (dünya) ise; kıymeti, bağırsaklarından çıkardığı kazurat kadardır."

"Dünyada en huzursuz kimse, kalbinde haset ve kin taşıyanlardır."

"Başkalarını senin yanında çekiştiren, senin bulunmadığın yerde de seni çekiştirir."

"Kanaatkâr olmak, rahatlığa kavuşturur."

"Sırrını saklamasını bilen, işinin hakimidir."

İmam-ı Şafii hazretlerinin divanındaki şiirlerinden bazılarının tercümesi şöyledir:
"Günlerin beraberinde getirdiği hadiseler, seni tesiri altına almasın. Sen iyi bir insan olmaya bak. Zaman içerisinde gelen musibetler ve belalardan dolayı sabırsızlık gösterme. Dünyanın bela ve musibetleri devamlı değildir.

İnsanlar arasında hata ve ayıbın çok olsa bile, ahlakın; iyilik, cömertlik ve vefa (sözünde durmak) olsun, iyilik ve cömertliğin ile, hata ve ayıplarını ört. Cimriden iyilik bekleme. Çünkü Cehennemde, susuz kimseye su yoktur.

Dünyanın sevinci de, kederi de, bolluğu da, darlığı da devamlı değildir. Kanaatkâr bir kalbe sahip olduğun zaman, sen ve dünyaya sahip olan kimse eşitsiniz. Ölüm, kimin yanına gelirse, artık onu ölümün elinden kurtaracak ne yer ve ne de gök vardır. Gerçi Allahü teâlânın yarattığı şu yeryüzü geniştir. Fakat, bir kere Allahü teâlânın hükmü gelince, feza bile dar gelir. Ölümün asla devası (ilacı) yoktur."

"Başımda ağaran saçların ortaya çıkmasıyla, nefsimin ateşi sönüp gitti. Başımda beyaz saçların yanmasıyla, benim gecem oldu. (Çünkü bunlar, ölümün habercileri idi.) İhtiyarlığın habercileri yanaklarıma indikten sonra, ben nasıl rahat yaşarım, insanın ömrünün en iyi kısmı, ihtiyarlıktan öncekidir. Halbuki, gençliği yok olan bir nefs, yok olmuş demektir, insanın rengi sararıp, saçları ağardığı zaman, güzel ve tatlı günleri de, o güzellik ve tatlılığını kaybeder. Yeryüzünde büyüklenerek yürüme. Çünkü, bir müddet sonra bu yer, seni de içine çekip alacaktır."

"Sefih ve cahil bir kimse konuşunca ona cevap verme. Sükut, ona cevap vermekten daha hayırlıdır."

"Öğrenmenin acısını bir müddet tatmayan, hayatı boyunca cehaletin zilletini yudumlar."

"Bütün düşmanlıkların sevgiye dönüşmesi umulur. Fakat hasetten dolayı olan düşmanlık böyle değil."

"Allahü teâlâyı sevdiğini söylersin, halbuki, Ona isyan edersin. Böyle sevgi olmaz. Eğer sevginde samimi olsaydın, Allahü teâlâya itaat ederdin. Çünkü seven, sevdiğine itaat eder."

"Senden görüşünü istemeyene, görüşünü verme. Çünkü böyle yaparsan, övülmediğin gibi, görüşün de o kimseye fayda vermez."

"Müslümanların önderi imam-ı a'zam Ebu Hanife, memleketleri ve içerisinde yaşayanları, ilmiyle verdiği hükümlerle süsledi. Doğuda, batıda ve Kufe'de onun bir eşi yoktur. Allahü teâlâ ona rahmet eylesin."

"İlim öğren, kimse âlim olarak doğmaz, ilim sahibi ile cahil bir olmaz."

"Bir kavmin büyüğünün ilmi yoksa, herkes ona yönelip geldiği zaman o küçüktür. Kavmin makam ve mertebe sahibi olmayan ve ilim sahibi olan küçüğü, ilmi meclislerde kavmin büyüğüdür."

"Sana gelene sen de git. Sana kötülük ve eziyet edene sen eziyet etme."

"Ey insan, dilini muhafaza et, seni sokmasın. Çünkü o, büyük bir yılandır. Kabirlerde, kahraman ve cesur kimselerin bile kendileriyle karşılaşmaktan çekinip, dilinin kurbanı giden nice kimseler vardır."

"Hakkı doğruyu kim söylerse söylesin kabul ediniz."

Eserleri:
Ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve eser yazmak suretiyle, İslamiyet’e hizmet yoluna sarf eden
imam-ı Şafii hazretlerinin pek çok kıymetli eseri vardır. Bazıları şunlardır:

1) El-Ümm: Fıkıh ilmine dair olup, imam-ı Şafii’nin ictihad ederek bildirdiği meseleleri ihtiva eden bir eseridir. Yedi cilt olarak basılmıştır.

2) Kitab-üs-Sünen vel-Müsned: Hadis ilmine dairdir.

3) Er-Risale fil-Usul: Usul-i fıkha dairdir. Usul-i fıkhın kitap halinde yazıldığı ilk eserdir.

4) El-Mebsut
5) Ahkam-ül-Kur’an
6) İhtilaf-ül-Hadis
7) Müsned-üş-Şafii
8) El-Mevâris
9) El-Emali el-Kübra
10) El-Emali es-Sagir
11) Edeb-ül-Kadi
12) Fedail-i Kureyş
13) El-Eşribe
14) Es-Sebku ve’r-Remyü
15) İsbat-ün-Nübüvve ve Reddi alel-Berahime





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)