Thread Rating:
  • 16 Vote(s) - 2.81 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Fıkıh Ansiklopedisi O ve Ö Harfi İle Başlayanlar
#1
Oku-1 
Fıkıh Ansiklopedisi O ve Ö Harfi İle Başlayanlar

ÖFKE İLE BOŞAMAK

Bir Müslüman karısına kızdığında "babanın evine git!" dese ve kalbinden bir şey düşünmeden bu sözü değişik zamanlarda üç defa tekrarlamış olsa durum ne olur?

Bize boşamanın Islâm Hukukundaki durumu sorulduğu için ona göre anlatmaya çalışacak ve başkalarının da bilgilenebileceği mülâhazasi ile meseleyi özetlemeyi deneyecegiz.

Islâmda karı ile kocanın birbirlerine üç itibarî bağla bağlıdırlar ve bu bağları koparma (boşama) yetkisi -bunu kendi isteği ile karısına vermemişse- erkeğe aittir. Her nasılsa boşanma gerektiğinde erkek bu bağları sözle de koparabilir ve aslolan (sünnî) bunları, cinsel ilişkide bulunulmamış üç ayrı temizlik içerisinde koparmak (boşamak) olmakla beraber, bid`at ve günah olsa dahî bir defada koparabilir. (Bunların niçini ve felsefesi sorulmadığından ona temas etmiyoruz.) Imdi erkek bu boşama yetkisini "sarıh" (açık) ve "kinaye" (üstü kapalı) olmak üzere iki tür beyanla kullanabilir. Arapça`daki "talâk" kelimesi ve Türkçe`deki "boşama" kelimesi bu konudaki açık ifadedir. Buna göre birisi karısına "sen boşsun"; "boş ol" "seni boşadım" gibi bu kökten türemiş bir irade beyanı kullanırsa, bununla neye niyyet etmiş olursa olsun, dış anlamı ile bu boşamadır, kocaya niyyeti sorulmaz. Ama aslında o, "sen boşsun" derken, aklın yoktur, hamile,değilsin, midende bir şey yok gibi birşeyi kastetmiş de olabilir. Bu durumda karısı kendisinden gerçekte (diyaneten, Allah indinde) boş değildir. Ama iş mahkemeye intikal ederse mahkeme açık bir beyanın bulunduğu böyle bir olayda kapalı olan niyyete itibar etmez. Ve ispatlanması halinde boşanmalarına karar verir. Buna da meselenin kazâî yönü (kazaen) denir.

Böyle açık bir ifade ile kullanılan "talâk" ya-da "boşama" o söz ile koca bir talâkı kastetmişse karısı bir ric`îi talâkla, üç talâkı kastetmişse üç talâkla boş olur; ikiyi kastetmiş olması halinde de bir ric`î talâkla boşanır. Çünkü bu sözün ikiye ihtimalı yoktur. Kayıtlanmamış boşama bir boşama demektir. Bu da ya bir tek olur veya bir bütün olur. Tesbiti için boşayanın niyyetine bakılır. "Ric`î talâk" yeni bir nikâha ihtiyâç olmadan erkeğin karısına dönebileceği talâktır. Açık (sarıh) ifadelerle bir ya da iki talâk verilmesi "ric`î" sayılır ve kaç talâk kalmışsa o kadar bağla koca karısına iddet süresi içerisinde istediği zaman dönebilir. Bu durumda kadının dönüşü kabul etmeme hakkıyoktur. Böyle açık (sarıh) boşama ifadeleriyle olan boşama, bir defada ya da ayrı ayrı üçe ulaşınca, kadın kocasından tamamen kopar (bâin talâk) ve normal şartlarda bir başka evlilik daha yaşamadıkça kocâsına ya da kocası, ona dönemez. Bu talâka "büyük kopma" anlamında, "beynûnet-i kübrâ" adı verilir. Kadına, az önce sözünü ettiğimiz gibi; bir "ric`î" talâk verilmesi ve iddet süresi içerisinde koca tarafından dönülmemesi (ric`at, yani müracaat edilmemesi) halinde, ric`î talâk bâin`e dönüşür ve artık yeni bir nikâh ve kadının rızası olmadan erkeğin dönebilme hakkı kalmaz. Buna da "küçük kopma" anlamında "beynûnet-i sugra" adı verilir. Üstü kapalı (kinayeli) boşama ifadelerine gelince, boşama ya da başka şeylere de ihtimalli bulunan ifadelerdir: "say bakalım!", "Rahmini ibra et", "sen bir teksin" gibi ifadelerle koca boşamayı kastetmişse, bir tek ric`î talâk olmuş olur. Çünkü bunlar tam kopmuş olmayı (beynûneti) açıkça anlatmayan kelimelerdir. Bunlarla olan talâkın ric`î olması bu yüzdendir. Bu üç ifadenin dışındaki kapalı ifadelerle talâk kastedilirse bâin talâk vakî olur. Bu ifadeler de; "sen kesin kopmuşsun, haramsın, ayrısın, yuların elindedir, kendi başına buyruksun, sülâlenin yanına!, Babanın evine git! Defol..:" gibi beyanlardır. Ister bir öncekiler, ister bunlar olsun, bunlarla ancak talâka niyyet edilmiş olursa talâk vâki olur. Bu sonuncularla bir talâka niyyet etmişse bir, üçe niyyet etmişse üç bâin talâk vâki olur. Yani bunlarla boşanan kadına koca yeni bir nikâh ve kadının rızası olmadan dönemez.

Bütün bunlar oldukça girift olan talâk meselelerinin bir özetinden ibarettir. Buna göre birinci soruda açık (sarıh) ifade ile karısına üç defa, hem de aynı anda "boş ol" demiş. Bu kişi, bir müftiye ya da hakime basvurmuş olsaydı ona sorulurdu: Ikinci ve üçüncü kez "boş ol" derken ayrı ayrı yani ikinci ve üçüncü talâka mı niyyet ettin, yoksa bunu, birinci defa "boş ol" sözünü tasdik ve te`kid için mi söyledin? Her bir defasında ayrı bir talâka niyyet etmiş ise, Hanefi Mezhebine göre kadın bir başka koca ile evlenmedikçe ona dönemez. Ancak böyle durumlarda başka mezheplerden yararlanmak Câiz olduğundan, bu kişiye nikâhı ile ilgili daha bir dizi sorular sorulur ve varsa diğer mezheplerden bir çıkış kapısı bulunur. Yok, eğer ikinci ve üçüncü sözleriyle birinci sözünü te`kid, takviye ve vurgulamayı kastetmişse karısını bir ric`î talâkla boşamış olur ve iddet süresi dolmadan doğrudan doğruya, dolduktan sonra ise bir yeni bir nikâh ve kadının rızası ile ona dönebilir. Fetva sorulan kişi, birinci sözündeki niyyetine bakmaz, çünkü "o boşama" anlamında açık bir ifadedir. Ikinci sorudaki, kapalı (kinâye) ifade kullanmış ve kalbinde boşamayı kastetmediğini söylemiştir. Buna müftü, hiçbir şeyin gerekmediğini söyler. Ancak müftüye değil de hakime gitmiş olsaydı hakim, bu sözü hangi münasebetle söylediğini sorar ve eğer karı koca kavgalaşırken ya da aralarında nikâh meselesini konuşurken söylediğini tesbit ederse, böyle bir durumda bu sözün başka bir maksatla söylenemeyeceğine hükmederek yine bâin bir talâkla karar verirdi. Gerçi haddi zatında bu, söyleyenin niyyetine bağlı bir sözdür.Bu sözle talâkı kastetmiş olması halinde, ilk söylediğinde karısı kendisinden boşanır. Artık ona nikâhsız denemez. Ikinciyi iddet süresi içinde söylemişse ikinci defa, üçüncüyü de ikinciden sonra iddet süresi içerisinde söylemişse üçüncü ve son defa boş olur. Birinciden sonra bir iddet süresi (üç hayız) geçmişse, artık diğer sözlerinin bir anlamı olmaz. Çünkü o tamamen yabancı bir kadındır.

OJELI PARMAKLA ALINAN ABDESTLE NAMAZ KILINIR MI?

Bilindiği gibi abdestin sahih olabilmesi için suyun, abdest azalarının dış kısmına, yani deriye ve tırnağa temas etmesi gerekir. Bu temasa mânî olan şey abdeste de mânidir. Kına yakmada âzada kalan şey sadece renktir, suyun temasına engel bir kalınlık (hacımli madde) yoktur. Oje ise, tırnağı balık pulu gibi kapatmakta ve suyun temasına engel olmaktadır. Öyleyse abdeste de engeldir. ( Mehmed Zihni Efendi, Nimet-i Islâm 45) Nitekim balık pulunun abdeste engel olduğu fıkıh kitaplarımızda açıkça zikredilmektedir. ( Vehbe ez-Zuhaylî, el-fıkhu`I-Islâmî I/239)

KIRAATTE VE DUADA ÖLÇÜ

Ibn Abidîn`in şu ifadesinden, konumuzla ilgili bir ölçü ve kistas edinilmesi mümkündür : "Bazıları, okuyan belirli olursa ücret caizdir, değilse değildir, demişler. Zâhidî, bu da kiraata ücretin câiz olduğunu gösterir, diyor. Bunu nasıl anlayacağız denirse şöyle cevap veririz :

Bizim yerleşmiş bir kaidemiz vardır ki, şudur : Fıkhî meselelerin kaynağı, Kitap`tan, sünnet`ten ya da icmadan, meşhur ve malûm bir esas ise, artık bu, hiç kimse için tartışma konusu değildir. Yok eğer kaynak ictihada dayanan bir esas ise bakılır, nakleden, müctehit ise delilini aramâksızın uyulması gerekir. Nakleden değil de, kendisinden nakledilen müctehitse ve naklin ondan yapıldığı sabitse, durum yine aynıdır. Ama kendi görüşüyse, ya da bir başka mukallitden nakledilmişse veya mutlak zikredilmişse ve fakat şer`i bir delil de gösteriyorsa, buna da bir diyeceğimiz yoktur. Aksi halde bakılır; eğer belli temel kaidelere ve muteber kitaplara uyuyorsa, onunla amel câizdir, âlim için de delilini araştırması gerekir. Bütün bu zikredilenlere uymuyorsa nazar-ı itibara alınmaz."Hasan Basri merhum`un şu sözleri bu konuya ışık tutabilir :"Duada ciğerlerini parçalayacak ve dinleyenlerin kulak zarlarını patlatacak gibi bağırıp çağırmak, süslü olsun ve beğenilsin diye tumturaklı tasannu`lara, seci` ve kafiyelere yer vermek câiz değildir.Bu, niyaz ettiğimiz Allah`ı saymamaktır. "Na`ra kemter zen ki, nezdîkest Huda = Duada bağırma ki, Allah uzak değil, yakındır" (Hasan Basrî Çantay, Kur`ân-ı Hakîm ve Meal-i Kerîm. Ist.1969, I/248.)

Buraya kadar aktardığimiz naslar, ictihatlar ve tahlillerden anlaşılan şudur: Insanlarda, hak olsun, batıl olsun, din ile tatmin arayışı fıtridir. Kendisini Müslüman olarak bulmuş, fakat Islâmi sağlam temelleriyle bilmeyen insanların, hatim ve mevlit gibi dînî görünümlü uygulamalara başvurmaları, ya da sığınmaları, bu fıtri duygunun eksik bilgi ile bütünleşmesi sonucudur. Adetâ bir meslek olarak, para ile Kur`ân-ı Kerîm, ya da mevlit okuma, ekonomik değil, psikolojik ve itikadî kökenlidir ve hadiste sözü edilen, Yahudi ve Hristiyan din adamlarını taklit ve izleme cümlesinden sayılabilir. Buna zaruretlere binaen cevaz vermek de mümkün değildir. Konu üzerinde Hanefi mezhebinin görüşü, takdir ve tercihe sayandır. Çünkü mesele etraflıca sadece bu mezhepte ele alınmış, enine boyuna tedkik edilmiştir. Hattâ "es-Seyfu`s-sârim" ve "Şifa`u`1-alîl" gibi müstakil risaleler yazılmıştır.

ÖLENİN ELBİSESİ

Ölen bir kimsenin elbise ve diğer şahsi eşyasını vasiyeti olmaksızın fakirlere vermek caiz midir?

Vârislerinin rızası olursa câizdir. Rızalarının olmadığı biliniyorsa, ya da olmama ihtimalı varsa, câiz değildir. Ancak ölenin bu konuda vasiyyeti varsa ve elbisesinin değeri; bıraktığı malın üçte birini aşmıyorsa, varislerin rızasına bakılmaz ve vasiyyeti yerine getirilir.

ÖLMÜŞ OLAN KİMSEYİ ÖPMEK CAİZ MİDİR?

Ölmüş olan kimseyi öpmekte beis yoktur. Zira Hz. Peygamber /sav( ruhunu Mevlasına teslim etmiş olan Osman bin Maz`un`u öptü.

Hz. Ebu Bekir es-Sıddık (ra) Refik-i A`laya intikal eden Hz. Peygamberi iki gözleri arasından öpüp: "Ey Peygamber, ey seçkin insan!” diyerek hasretini giderdi.

ÖLÜ GECELERİ

Günümüzde ölenin ardından okutulan "Kırk Hatmi" denen birşey var. Bunun aslı nedir?

Islâmda ölünün kırkıncı ya da elli ikinci gecesi diye bir şey yoktur. Bu tür inanışlar, müslümanların arasına başka bâtıl dinlerden girmiş olmalıdır: Kur`ân-ı Kerim okunup sevabı ölüye gönderilebilir; bunun bir zamanı ve mekânı yoktur.

ÖLÜLER HAYATTA OLANLARIN HALLERİNİ BİLİRLER Mİ?

Ölüler hayatta olan kimselerin yaptıklarını bilirler. Şayet iyi amel işlerse sevinirler, kötü amel işlerse üzülürler. Peygamber (sav) bir hadiste şöyle buyuruyor: "Amelleriniz, ölmüş akraba ve aşiretinize gösterilir. Ameliniz iyi olursa sevinirler, iyi olmazsa "Allah`ım onları hidayete erdirmeden ruhlarını alma” diyerek dua ederler".

ÖLÜLER ZİYARETLERİNE GELENLERİ TANIRLAR MI?

Ölüler ziyaretlerine gelenleri tanırlar. Bu hususta günler arasında fark yoktur. İbni Ebi ed-Dünya`nın rivayet ettiği bir hadiste, Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Herhangi bir kimse mü`min kardeşinin ziyaretine gider ve kabri yanında oturursa mutlaka ondan hoşlanır ve selamını alır”.

ÖLÜM DÖŞEĞİNDE BULUNAN KİMSENİN YANINDA YASİN-İ ŞERİF OKUNUR. BUNUN ASLI VAR MIDIR?

Ölüm döşeğinde bulunan kimsenin yanında Yasin-i Şerif okumak sünnettir. Peygamber (sav): "Ölülerinize Yasin okuyunuz” buyurmuştur. (Ebu Davud ve İbn Hibban rivayet etmişlerdir). İbn Hibban: Ölülerinize Yasin okuyunuz!” demekten maksat ölüm döşeğinde bulunan yani ölmek üzere olan kimseye Yasin-i Şerif okuyunuz demektir, der. Yalnız İbn er-Rif`a hadisi te`vil etmeden olduğu gibi kabul ediyor: "Yani ölmüş olan kimseler için Yasin-i Şerif okuyunuz”.

Peygamber (sav) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: "Ölüm döşeğinde bulunan kimsenin yanında Yasin okunsa mutlaka Allah Teala ölümünü kolaylaştırır”.

ÖLÜM HALİNDE AVRET

Kocasının ölmesi halinde, ölümünün ardından, karısının "bâin talak"la boşanmış olmasını gerektiren bir durum bulunmamışsa, erkek yıkayıcı bulunmaması durumunda karı kocasını yıkayabilir; ama aynı durumda, koca karısını yıkayamaz. (Fetâvâ-yi Hindiyye, I/I25.)

ÖLÜM HASTASININ HİBEDE BULUNMA YETKİSİ.

Ölümle sonuçlanan ağır bir hastalığa yakalanan kimsenin kavlî tasarrufları bazı kayıt ve şartlarla geçerli olur. Bu yüzden onlar kısmen kısıtlı sayılırlar. Ezcümle; hasta iken yaptıkları vakıf, borç ikrarı ve hibe gibi yükümlülük doğuran tasarrufları, ancak mallarının I/3 ünden geçerli olur. Fazlası, vasiyette olduğu gibi tenkise tabi tutulur (es-Serahsî, XIII,101 vd.; Ali Haydar, a.g.e, II, 736, 740; Mecelle, mad., 1595).

ÖLÜNÜN HAFTASI, KIRKINCI, ELLİİKİNCİ... GECESİ:

Bu tür şeyler Islâm`da bulunmayan ve İslam`ın canlı dönemlerinde uygulanmayan bid`at davranışlardır. Buna benzer bid`atler, hep dini hayatın ve inançların zayıflamasıyla ortaya çıkar ve iki şeyi ispata yarar: Bir; demek ki insanlar inançsız yaşayamazlar. Eğer Allah`ın gönderdiği gerçek dini öğrenip ona uymazlarsa kendilerinin icat ettikleri Saçma dinleri uygularlar. Iki; dini bütün ve A1lah`ın gönderdiği dini bilinçle yaşayan insanlar, bu tür bid`atlara ihtiyaç duymazlar.

Ancak bazı işlerin ölüye yarar sağlayacağı ve bazı davranışların sevabının onlara ulaşacağı da bir gerçektir. Âlimlerin çoğu meselâ; ölen birisi için verilen sadakanın, şartlarına uygun olarak okunan Kur`ân-ı Kerîm`in, yapılan duâların ona ulaşacağını söylemişlerdir. (bk. Nevevî, Fetâvâ 92; Ibn Âbidîn, el-Ukâd l1/297.) Fakat ölenin mü`min olarak gitmiş olması, bunun birinci şartıdır. Mü`min olarak ölmeyenler için yapılan bağış dileklerinin aslâ kabul olunmayacağını, Allah (c.c.) Kur`ân`da haber vermektedir. (Tevbe (9) 80.) Hattâ Kur`ân`ın bazı âyetlerini de olsa kabul etmeden ölen birisi için duâ etmenin, duâ edeni de kâfir edeceğini söyleyenler vardır. Çünkü onun kâfir olduğu, Allah`ın indirdiğini kabullenmemesiyle belli olmuştur. Allah ise kâfiri bağışlamayacağını bildirmiştir. Buna rağmen onun bağışlanmasını istemek, Allah`a karşı çıkmak sayılmış ve insanı küfre sokacağı bildirilmiştir.

Böyle belirli gecelerde toplanıp ölen için birşeyler yapmaktansa, imkân bulunulan herhangi bir zamanda onun ruhuna göndermek üzere Kur`ân okumak, onun için hayırlar yapmak. sadaka vermek gerekir.

ORGAN NAKLİ CAİZ MİDİR?

Organ nakli mes`elesi bir çok yönüyle yeni bir mes`ele olmakla beraber, bazı yönleriyle de eskiden beri bilinmekte ve Islâm Fıkıhçıları tarafından bu yönüyle ele alınmış bulunmaktadır. Konu açısından en önemli nokta elbette insanın değeri ve konumu mes`elesidir. Herhangi bir makine gibi insanın bir parçasını söküp diğerine takma, ya da beğenmeyip değiştirme, herhalde onun "keramet"ine nakîsa getirmediği ölçüde yapılabilmeli, ya da yapılamamalıdır. Yahut bir başka deyişle, bir organ nakli ameliyatı yapılırken bilimsellik putunu tatmin amacıyla, yapılanın doğru olup olmadığına bakmadan, insanın neler yapabileceğini değil, insana neler yapılabileceğini hesap etmek gerekir. Bu girişten sonra: Islâm`da Allah`ın yarattığı en değerli varlığın insan olduğunu, onun "zübde-i âlem" bulunduğunu, diğer her şeyin onun için yaratıldığını, ayet-i kerimeler de, hadis-i şerifler de, bunlara bağlı olarak Islâm uleması da enine boyuna açıklamıştır. Insanın genel anlamda üstünlüğü ve kerameti yanında; şekil güzelliği, yer yüzünde Allah`ın halifesi olması, ilimle şeref kazanması, meleklerin ona secde etmesinin istenmesi, yiyecegi ve içecegi şeyler bakımından üstünlüğü.. gibi yönleriyle onun varlık aleminin odak noktası olduğu bildirilmiş, canının korunması, dinin ana hedeflerinden (maslahat) sayılmış, hayatî uzuvlarına tecavüz dahi canına tecavüz kabul edilmiş, haksız yere bir insanın öldürülmesi bütün insanların öldürülmesi, ölümden kurtarılması da bütün insanların diriltilmesi gibi görülmüştür. Hatta Rasulüllah (sav), "Bir kardeşine silâh çekene melekler lanet eder"(Müsned, N/256, 505) buyurarak onu korkutmanın dahi ne büyük günah olduğuna işaret etmiştir. Insanlara kendilerini tehlikeye atmamaları emredilmiş, hastalıklara çare ve tedavi aranması istenmiştir. Bu yüzden Islâm alimleri insanın tek tek uzuvlarının dahi mal kabul edilemeyecekleri için satılamayacağını, eşya gibi kullanılamayacağını, bağışlama yetkisinin bile insanın elinde olmadığını hükme bağlamışlardır. Hatta ikrah (ölümle tehdit) durumuyla karşılaşan birisi, öldürülme endişesiyle başkasının, değil canına, bir uzvuna dahi tecavüzde bulunamaz. Tek tek her insan mükerremdir. Bu hükümlerden bir insan olarak kâfirler dahi ayrı tutulmaz. Birinin hatırına diğerinin kerametine halel getirilemez. Hatta açlıktan ölme durumunda olan birisi, başka insanın etini yiyemeyeceği gibi, Şafiîlerden çok azı dışında bütün Islâm hukukçularına göre, kendinin bir uzvunu da kesip yiyemez. Çünkü insân kendisinin maliki değildir. Ayrıca bu onun tamamen ya da kısmen satılamamasının da bir sebebidir. Çünkü satılan şeyin mülk olması gerekir. Insanın bu değer ve şerefi ölmekle de kaybolmaz. Onun için Rasulüllah Efendimiz (sav), "ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir" (Muvatta, Cenâiz 45; Ebu Davud, Cenaiz 60; Ibn Mâce, Cenâiz 63; Müsned, VI658,100) buyurur. Buna göre doktorların sahipsiz cenazeler üzerinde yaptıkları deneyler, kadavra vs. ye cevaz bulmak mümkün değildir.

Bütün bu ve benzeri sebeplerden ötürü bir insandan bir başkasına herhangi bir uzuv aktarılamayacağını, diğeri zaruret içerisinde de olsa bunun caiz olamayacağını fıkıhçılar çeşitli ifadelerle ve hemen hemen ittifakla söylemişlerdir.(Nevevî, el-Mecü`1, IX/45; Mugni`l-Muhtâc, VNI/163; Mecmâ`ul-Emtiur, N/528) Insanın kendi vücudundan kopan bir parçasının yerine takılmasına ise caiz demişlerdir. Delil olarak Rasûlüllah Efendimiz (sav)`in Bedir harbinde gözü çıkan Katâde`nin gözünü kendi elleriyle yerine iade etmesini göstermişlerdir.(Zaman 19.2.87 (Dr. Muhammed Zeynelabidin Tarih`in doktora tezinden)) Yapay organlar ve domuz dışındaki kemik vs. lerini bu gaye ile kullanmakta da sakınca olmadığını söylemişlerdir.(Abdüsselam, Naki ve Ziraati A`zâil-Insan;125) Yenilerde de bu görüşleri savunan fıkıhçılar tedavinin bu yöne kaydırılması gerektiğini, insandaki rahatsızlıklar için başka insanları kullanmanın, İslam`ın "zarara zararla mukabele edilmez" esasına ters düştüğünü ve tıbbın şu anda ulaştığı noktanın sanki son aşama gibi görülüp, başka hal çareleri arama kapısını kapayacağını, dolayısıyla buna cevaz vermenin aslında meşru yoldan ilmin ilerlemesine de engel teşkil edeceğini söylemişlerdir. En ihtiyatli görülen bu izaha göre: Insanın tek hedefi, nasıl olursa olsun yaşamak değil, ne kadar yaşarsa yaşasın bir gün nasılsa ayrılacağı bu dünyadan, asıl dünyasını kazanarak ayrılmaktır. Halbuki, insanları bir makine gibi parçalarına ayırıp, diğerine monte etmek isteyen mantalite bunu, insana olan saygısından değil, her türlü gücün üstünde olan bilme merakını tatmin ve dünyayı ölümsüzleştirmek için yapmaktadır. Bu yüzden yetişilemeyip ölenlerin artık işi bitmiştir. Hiç olmazsa işe yarar parçaları bir başkasına takılmalıdır. Böylece belki onu ölümsüzleştirmek mümkün olabilir. Çünkü ölüm (ona göre) safi kayıp ve herşeyin bitmesi demektir. Iki-üç ay önce Mısır`da basılan ve Dr. Abdüsselam`a ait olan konuyla ilgili bir kitapta bu ihtiyatli görüşü benimsemiş görülmektedir.

Ama geçtiğimiz yıl yine Mısır`da tartışılıp kabul edilen doktora tezinde Dr. Muhammed Zeynelabidin ise bazı şartlarla, organ naklini caiz görmekte ve bunları: Zaruretin bulunması, iki zarardan hafif olanının alınması diye özetlemektedir. Bizce ancak adil tabiplerin de katılacağı bir heyet icmaının halledebileceği bu mes`elede son söz henüz söylenmemiştir. Ancak caiz olmadığını savunan görüşün delilleri daha güçlü, daha ihtiyatli daha insanî görülmektedir.

ORGAN NAKLİ VE İSLAM:

Organ naklı mes`elesinin henüz yirmi-otuz yıllık bir ömrü var. Bu bir bakıma çok kısa bir zaman dilimi, bir bakıma da bu mes`ele ile beraber doğan bir çocuğun şartlarının bulunduğu bir ortamda nemalanmış olması halinde müctehid olabileceği ve onu ve benzeri bir çok mes`eleyi halledebileceği kadar uzun bir süre... Ama teoride böyle olsa da bütün kompleks bir mes`ele, böyle karışık bir zamanda ancak "heyet ictihadı" ile hükme bağlanabilir. Çünkü mes`elenin; biyolojiyi, tıbbı, ahlâkı, hukuku, akideyi vb. ilgilendiren yönleri vardır. Şöyle ki:

1. Hangi organ kişinin hayatiyetinde ne derece fonksiyona sahiptir? Doku uyumu ve nakil başarısı açısından bu operasyonların başarı, ya da kâr ve zarar oranı nedir? Bir insanı oluşturan canlı hücrelerle diğer insanınkiler birbirine ne ölçüde benzer?

2. Ölen bir insanın teorik olarak bütün uzuvlarının bâşkalarına dağıtılması halinde o insan yakınlarına göre ne derece onlarındır? Ölüye ihtiramın sınırı nedir? Diğer yönden, önemli bir organını başkasından alarak yaşayan birisi kendi yakınları için ne derece kendisidir? Elinin nakil olduğunu düşünürsek; çocuğunu okşarken, hanımına dokunurken ne ölçüde bir baba ve bir koca olarak davranabilir, ya da karşısındaki tarafından öyle algılanabilir? Organ naklinin sınırı ne olmalıdır? Aynı mülâhazalarla (eğer bağışlanırsak) faraza, kendisine başkasının "zekeri" nakledilen kocanınhanımı karşısındaki durumu; ya da meselâ rahmi nakil olan bir kadının kocası ve çocuğu karşısındaki durumu ne olacaktır?

3. Böyle bir babadan olacağı varsayılan çocuğun nesebi şaibeli olacak mıdır? Vefat eden ve uzuv alınacak olan tarafın ölümü nasıl tespit edilecektir? Bu, tıbba mı yoksa hukuka mı havale edilecektir? Lütfi DOĞAN hocamızın da değindikleri gibi, komaya giren ve doktarlarca yaşamasından ümit kesildiği için kalbi, böbregi vb. alınmasına karar verilen ama haddizatında ölmeyen bir kimsenin, o sırada doğacak, ölecek ya da bir başkasıyla nikahlanacak eşi ve yakınlarıyla aralarında ne gibi veraset ve sihriyyet problemleri doğacaktır? Faraza kendisine Babasının eli takılan (aksi de düşünülebilir) çocuğun zevciyet ilişkilerindeki ten teması, "hurmet-i masahara"ya yol açacak mıdır. Nakledilecek organ için kimin yetkisine başvurulacaktır? Ölmeden önceki kendi beyanına mı? Velilerin mi? O ya da öbürleri bu yetkiye sahip midir?

Milyonlarca insanı ve bir o kadar da başka canlıyı bir anda öldürmenin tekniğini üreten teknolojinin, hasta bir insanın kısa bir süre daha yaşamasını bu yolla sağlamaya çalışması insanî bir çaba mı yoksa öbür dünyaya inanmamanın ve burada ebedî kalma çırpınışlarının tezahürü mü? Bu yılın başlarında Ingiltere`de yaşanan "böbrek satışı skandali" ve yine kısa bir süre önce Afrika`dan organları alınmak üzere Amerika`ya götürülen çocuklar olayı, çok daha büyük boyutlarda tezahürlerle insanlık önüne çıkmayacak mı? (1990 başları)

4. Hasrın cismanî olduğunu söyleyen ehli sünnet ulemasına göre nakledilen bir organ, meselâ kalb, tekrar dirilmede kimin organı olarak dirilecek? Mü`minden kâfire, kâfirden mü`mine organ nakli yapılabilecek mi? Diyelim bir kâfirin kalbinin mü`mine takılması onun imanına etki edebilecek mi? Ya da bir mü`minin hayatî bir organının bir kâfire takılması iman açısından caiz görülecek mi? Görülürse Akaid kitaplarımızda yer alan "kâfirin ömrünün uzun olmasına duâ edilmez" ve benzeri hükümler yeniden ele mi alınacak?

Bu ve benzeri ihtimallerin bir kısmı elbette çok teferruattır, hatta gülünç de görülebilir. Ama yine de düşünülüp bir heyetçe karara bağlanmaları gerekir. Bu ihtimallerin hepsine müsbet sonuç göstermek de organ naklinin cevazı için elbette şart değildir.

Bütün bu noktaları ve -bilebildiğimiz kadarıyla nasları göz önünde bulundurduğumuzda olur ya da olmaz sonucuna varmadan ve sırf o sonuca varma yolunda olanlara fikri katkıda bulunmak gayesi ile şu bulgulardan söz edebiliriz:

l. Organ nakli ve aynı kategorideki operasyonlar hakkında açık (ibaresi, işareti, delaleti ve iktizasiyla bilgi veren) nas bilinmemektedir. Bu da bu mes`elenin -en menfî ihtimalı alınsa bile- dinin temel esaslarını zedelemeyeceğini gösterir (mi?). Yine aynı itibarla Hanefîlerin "istihsan"ını ya da Malikîlerin "masalih-i mürsele"sini ilgilendirdiğinden maslahata uygun olan uygulamayı tespit, sözkonusu heyet için zor olmayacaktır.

2. "Ölünün kemiğini kırmak, günahta canlısını kırmak gibidir", diğer bir rivayette "... canlı iken kırmak gibidir"(Muvatta, Cenâiz 45; Ebu Davud, Cenâiz 45; Ebu Davud, Cenâiz 60; Ibn Mâce, Cenaiz 63; Müsned, VI/ 58,100,105,169, 200, 264. (Bazı rivayetlerde "mü`minin" ya da "müslimin" kemiğini, denmektedir)) anlamındaki hadis-i şerif, hiç bir surette organ naklinin olamayacağını göstermez. Çünkü çeşitli ameliyatların yapılabileceğini, kangren olmuş bir uzvun kesilebileceğini kabul etmeyen yoktur.

3. Fıkıh kitaplarımızda değişik mes`eleler için sarfedilen bazı ibareler konuya müsbet bazan da menfî yönde ışık tutar gibidir. Meselâ:

a. Başkasının olan bir malı yutan birisinin; bunun ödeneceği terikesi, ya da ödeyecek birisi bulunmaması halinde karnı yarılıp o mal çıkarılabilir.(Ibn Abidîn, NI/246)

b. Malıkîler ve Hanbelîler, yukarıda geçen hadise dayanarak ölen hamile bir kadının çocuğunu almak için karnının yarılamayacağını söylerler. Çünkü böyle bir çocuk adeten yaşamaz. Kesin olan bir saygına (hurmete) mevhum (olabilmesi vehimden ibaret) bir işi sebebiyle saygısızlık edilemez. Şafiîler ise hem bunun için hem de yuttugu mal için karnının yarılabileceğini söylerler.(Vehbe, NI/521. (3) agk.) Malıkîlerin; ölümünden önce başkasına ait çok bir malı (zekat nisabi), kaybından korkma ya da bir özür sebebiyle yutanın karnının yarılabileceğini, hatta bunu mirasçıları ondan mahrum etmek için yutmuşsa az da olsa yarılacağını düşünürsek(3), hamile ile alâkalı hükmün illetinin (dayanağının) kesin bilememe olduğunu anlarız. Eğer durum bugün bunun aksine ise hükmün de değişecegi ortaya çıkar.

c. Aç kalan bir insan, kanı masum bir insandan başka yiyecek bir şey bulamazsa, o mü`min olsun, kâfir olsun, onu öldürmesi, ya da bir organını telef etmesi helâl olmaz. Çünkü o da onun gibi bir insandır. Binaenaleyh, kendini yaşatmak için onu imha edemez. Bunda ihtilaf yoktur (Bu ifade bu konuda icmain bulunduğunu ve canlıdan canlıya organ naklinin caiz olamayacağını gösterir). Bulduğu kişi harbî ve mürted gibi kanı helâl birisi ise bazılarına (kâdi) göre öldürüp yiyebilir. Çünkü öldürülmesi helâldir. Şafiî "ashap" fıkıhçılar da bu görüştedir. Çünkü onun saygınlıgı yoktur ve yabaniler hükmündedir... Eğer masum birini ölmüş olarak bulursa Hanbelî "ashab" fıkıhçılara göre yenmesi helâl olmaz, Imam Şafiî ve bazı Hanefilere göre helal olur. Evla olan da budur. Çünkü dirinin saygınlığı daha büyüktür. (Hükümde birbirine denk görülemezler) (Ibn Kudâme, el-Mugni, VNI/601-602.). (Bu sonuncuların görüşüne göre ölümle karşı karşıya olan birisi bir ölüden organ alabilir).

d. Hanbelîlere göre, yiyecek birşey bulamayıp zor durumda kalan kimsenin, kendi bazı organlarını yemesi caiz değildir. Çünkü bir organını kesmesi belki de onun ölümüne sebep olur ve kendini öldürmüs sayılır.(age. VNI/601) Ama "el-Minhâc" da Nevevî`ye göre, daha sahih (esah) olan, hepsini değil ama organının bir kısmını kesmesinin caiz olmasıdır ve bunun iki şartı vardır:

l. Meyte ve benzerinin bulunamayışı. 2. Kesmedeki tehlike, yemeyi terketmedeki tehlikeden az olması. Tehlike eşit, ya da kesmeden daha fazla olursa kesinlikle haram olur. Ama insanın aynı durumda olan başkaları için organlarını kesmesi de kesinlikle caiz değildir. Çünkü bu, tamamı kurtarmak parçayı feda etmek gibi değildir.(Sirbînî, Mugni`l-Uhtâc, I/190; Vehbe, I/577)

e. Şafiîlere göre insanın kırılan kemiği, temizi bulunamadığı için pis bir madde ile bağlanırsa sahibi mazurdur ve zaruretten ötürü namazı sahihtir, onu çıkarması gerekmez.(Sirbînî, age I6190-191). Eğer isin ehli (uzman doktorlar), insan eti ancak köpek gibi bir şeyin kemiği ile bağlanırsa çabuk tutar derse bu, Esnevî`nin de dediği gibi, özür sayılır. Bağlamasının haramlığı ve çıkarmasının gerekip gerekmeyeceği konularında kendi dışındaki bir insanın (ifadeye göre mü`min olsun kâfir olsun) kemiği (vs.`si) de pis olan kemik hükmündedir. Bu ifadenin zahirine bakılırsa muhterem olan insanla olmayan arasında da bir fark yoktur.(Sirbînî, age I6190-191)

f. Gazalî aç kalan insanların, ölmemek için içlerinden birini yemelerinin "garip mürsel bir maslahat" olduğunu, binanaleyh, caiz olmayacağını söyler.(Bûtî, Davâbitu`1-Maslaha (Sifâu`1-Galîl`den), 222)

Sonuç: 1. Bu fıkıh ibarelerini naslar gibi bağlayıcı saymak zorunda olunmadığı gibi, bütünüyle gözardı etmek de mümkün değildir. Özellikle Ibn Kudâme`nin "ihtilaf yoktur" dediği mes`ele canlıdan canlıya organ naklinin olamayacağını göstermesi açısından önemlidir.

2. Organ naklinin bir kalemde caiz olduğunu söylemek, aynı zamanda alternatif çarelerin de önünü tıkamak ve insanî gibi görülen bir uygulamanın, daha insanî olana engel olması anlamına gelebilir. Nitekim yakınlarda dinlediğim bir radyo haberine göre ABD`inde kadavra görevi üstlenecek yapay bir vücut geliştirilmiştir.

ORUÇ

Oruç; İslam`ın beş ana temelinden biridir. Ve müslüman, ergin, akıllı ve sağlıklı olan herkese farzdır. Farz olan oruçla, yılda bir kez gelen Ramazan Ayı orucu kastedilir.

Oruç, ibadet kastıyla sahurdan akşama kadar yemeyi, içmeyi, yeme-içme sayılan şeyleri ve cinsel ilişkiyi terketmekle tutulmuş olur.

"Orucun sevabı Allah`tan başka kimsenin takdir edemeyeceği kadar büyüktür." (bk. el-Heytemî`, ez-Zevâcir, 1/156.) "Oruçlunun, acıkmaktan doğan ağız kokusu Allah için miskten daha güzeldir." (Mûslim, savm 161.) "Oruç, ateşten koruyan bir kalkandır." (Müslim, savm 162-163.) "Oruçlu, duâsı geri çevrilmeyen üç gruptan biridir." (Beyhakî, Sünen NI/345, Tecrid NI/253. ) "Ramazan orucunu, -dünya ile ilgili faydalardan ötürü değil de- sadece Allah için tutanın geçmiş günahları bağışlanır." (Nesai, siyam 39; Tirmizî, savm 1.) "Özürsüz olarak tutulmayan bir günlük Ramazan orucunun kaçırılan sevabı bütün zaman süresini oruçlu geçirmekle dahi karşılanamaz." (Tirmizî, savm 27. )

Oruç insanın meleklik yönünü güçlendirir ve insanı meleklerden yüce yapar. Hayvanî duygularını köreltir. Nefsinin taşkınlığını önler. Insanı başıboş olmaktan kurtarır, ona Rabbini hatırlatır. Acıktıkça O`nun verdiği ‚ nimetlerin kadrini öğretir. Aç ve muhtaçların halini hatırlatır.

Oruç insana sabrı öğretir. Onu ilâhlaşmaktan ve zorbalıktan kurtarır. Vücudunu dinlendirir, sıhhatini artırır, psikolojisini ve sinirlerini düzeltir. Insana sırf midesi için yaratılmadığını hatırlatır.

Allah: "Oruç benim içindir, onun mükâfatını da ben veririm." (Müslim, savm 163. ) buyurur. Demek ki, diğer yararların hepsi bir yana, oruç, Allah`ın rızasını sağlar. Kur`ân-ı Kerîm`de de orucun farzediliş hikmeti olarak onun insanı takvaya götürdügü zikredilir." (K. Bakara (2) 183)

ORUC HAKKINDA ÇEŞİTLİ KONULAR

Oruçlu iken bir şeyin tadına bakmak, çiğnemek, kendine güveni olmayanın kucaklaşması ve öpmesi mekruhtur ancak orucu bozmaz.

Orucunu yemekte olan âdetlinin âdeti, ya da lohusanın âdeti gündüzleyin sona ererse, o günü akşama kadar oruçlu gibi geçirmeleri, ayrıca kaza etmeleri gerekir.

Oruçlunun iftarda acele etmesi, sahuru son anına kadar geciktimesi müstehaptır.

Ramazan orucunun keffaretinin aralıksız tutulması gerekir. Kadının âdet görmesi buna engel değildir.

Ramazan Bayramı`nın ikinci günü, Sevvâl`in altı gün orucuna başlanabilir.

Kadınlar, kocalarının izni ile evlerinde namaz için ayırdıkları odada itikâf yapabilirler.

Itikâfta bulunanın, cima yapması, öpmesi ve her türlü cinsel davranışı yasaktır. Unutarak da, gece de yapsa itikâfi bozulur.

ORUC HAKKINDA GENEL BİLGİLER

Farz olan Ramazan orucundan başka, vacip, müstehap ve haram olan oruçlar da vardır.

Vacip olan oruç; Ramazan`da kasten bozulan orucun kefareti, Zihâr keffareti, hatâ ile adam öldürme keffareti, yemin keffareti, hacdaki hatâlardan doğacak keffaret, kaza edilen itikâf orucu, adak oruçları gibi oruçlardır.

Müstehap olan oruçlar; Muharrem Ayının dokuzuncu ve onuncu günleri orucu, her kameri ayın onüç, ondört ve onbeşinci günleri orucu, her Pazartesi ve Perşembe günleri tutulan oruç, gibileridir. Bunlara nafile oruç da denir.

Haram olan oruçlar ise; Kurban Bayramı`nin dört günü ile, Ramazan Bayramı`nın ilk günü tutulan oruçlardır.

Ramazan orucu, belirli bir güne adanmış adak oruç ve nafile oruca akşamdan, kaba kuşluğa kadar niyyet edilebilir. Orucun niyyeti, içinden oruç tutmaya karar vermiş olmaktan ibarettir.

Kaza, gün belirtilmeyen adak ve keffaret oruçları için sahur bitmeden önce niyyet etmek, yani içinden karar vermiş olmak gerekir.

Ramazan takvimle ve hesapla değil, Ramazan hilalinin görülmesiyle, ya da Şaban Ayı`nı otuza tamamlamakla başlar.

Ramazan`a başlarken Şaban`ın son günü mü, Ramazan`ın ilk günü mü diye, şüpheye düşülen gün, konuyu iyi bilmeyenlerin oruç tutmaması daha iyidir. Ancak Ramazan hilalinin görüldüğü ilan edilirse, o gün şüpheli olmaktan çıkar. Ramazan olduğu kesinleşir.

Bayram da yine takvimle değil, Şevval hilâlinin görülmesiyle başlar. Ancak bayram hilâlini en az iki adil şahidin görmüş olması gerekir.

Orucu Bozup Keffareti Gerektiren Şeyler:

l. Gıda ve ilaç türünden birşeyi kasten yeme ve içme,

2.Kasten cinsel ilişkide bulunma ve bulunulma,

3.Kan aldırıp ya da gıybet edip, orucu bozuldu sanarak yiyip içmek suretiyle kasten orucunu bozma.

Orucu Bozulup Sadece Kaza Etmesi Gerekenler

l. Âdetli ve lohusa,

2. Oruç tutmakla hastalığı artan hasta,

3.Körpe çocuk emziren anne ya da süt anne,

4.Yolcu,

5.Oruca niyyet etmeden yiyen kimse (Bir isyan olarak kasten yiyenlerin, niyyet etmemiş

olsalar bile keffaret tutmaları gerektiği söylenmiştir). .

6.Öpme, okşama ve el ile (masturbasyon) boşalan,

7.Güneş batmadığı halde battı sanarak iftar eden,

8.Ve şafak söktügü halde sökmediğini sanarak sahur yiyene keffaret gerekmez. Bunlar sadece kaza ile yetinir.

Şimdi sayacağımız şeylerden biri, kasten yapılmış olsa da, oruç bozulur; ancak keffaret gerekmez:

l. Sağ olan kadının önü ve arkası ile, erkeğin arkasından başka herhangi bir varlıga, ya da organa cima etme,

2. Yenilmesi arzu edilmeyen ve gıda özelliği taşımayan taş, demir ve çelik gibi şeyleri yutma,

3. Kendi isteği ile bilerek ağız dolusu kusma.

4. Burundan alınan sıvının boğaza ulaşması,

5. Hukne (lavman) kullanma (Arkadan aletle kalın barsağı temizleme),

6. Kulaga ilaç, yag, v.b. bir şey akıtma,

7. Derin yaraya, karın boşluğuna işleyecek özellikte ilâç koyma.

8. Baştaki yarığa ilaç akıtma,

9. Unutarak yedikten sonra, orucu bozuldu sanıp kasten yeme,

10. Uyurken birisinin boğazına su döküp midesine gitmesi,

11. Uyurken cima edilme,

12. Ramazan`a niyyet etmeden yeme ,

13. Yanılarak yeme,

14. Zorla yedirilme.

ORUÇLU İKEN GÖZE MERHEM SÜRMEK VEYA DAMLA DAMLATMAK CAİZ MİDİR?

Oruçlu olan kimse gözüne merhem sürebildiği gibi damla da damlatabilir. Bunun için hiç bir mani yoktur. Fakat buruna damla damlatmak, hiç şüphe yok ki orucu bozar.

ORUÇLU OLAN BIR PİLOT OKSİJEN TENEFFÜS EDEBİLİR Mİ?

Yükseklerde uçan pilot veya denizlere dalan bir dalgıç oruçlu olduğu halde oksijen teneffüs edebilir, orucuna bir halel gelmez. Çünkü oksijen ne yenir ne de içilir. Hatta duman gibi hacmi olmayan bir şey boğaza girerse yine oruç bozulmaz.

ORUÇLU OLAN KİMSENIN KULAĞINA İLAÇ VEYA SU AKITILSA ORUCU BOZULUR MU?

Oruçlu olan kimsenin kulağına ilaç veya su akıtılsa orucunun bozulup bozulmayacağı hususunda ihtilaf vardır. Şafii mezhebinde kuvvetli olan kavle göre ilaç ile su arasında fark olmaksızın her ikisi de kasden kulağa akıtılsa orucu bozulur. Yalnız kulağın dış tarafını yıkamak isterken içine girerse oruç bozulmaz.

Hanefi mezhebinde ise İmam-ı A`zam`a göre kulağa konulan ilaç orucu bozar. Su ise bozmaz. Müfta bih olan bu görüştür. İmameyn`e göre ise kulağa ne akıtılırsa akıtılsın orucu bozmaz.

ORUÇLU OLAN KİMSENIN, ABDEST ESNASINDA AĞZINA SU VERİRKEN BOĞAZINA SU KAÇARSA ORUCU BOZULUR MU?

Oruçlu olan kimsenin, abdest esnasında ağzına su verirken boğazına su kaçsa; oruçlu olduğunu hatırlamadan ağzına su almışsa ittifakla orucu bozulmaz. Oruçlu olduğunu hatırladığı takdirde ağzına su verirse Hanefi mezhebine göre orucu bozulur.Bilahare bir gün kaza etmek zorundadır.

Şafii mezhebine göre ise oruçlu olduğunu bildiği halde mübalağa yapmadan ağzına su almış ve boğazına kaçmışsa orucu bozulmaz. Amma mübalağa etmiş ise orucu bozulur. Yalnız abdest ve gusül gibi mecburi olan şeylerden başka bir maksat için ağzına su verirse mutlaka orucu bozulur.


ORUÇ KEFFARETİ NE ZAMAN GEREKİR?

Ramazan-ı şerifte oruç niyetini getirip özürsüz olarak kasden orucu bozmakla keffaret lazım gelir. Yani –varsa- bir köleyi hürriyete kavuşturmak, imkan yoksa ara vermeden iki ay oruç tutmak, buna da gücü yetmezse altmış fakire yemek yedirmektir. Ama niyet getirmeden orucu yemek kazadan başka bir şey gerektirmez.

Şafii mezhebinde Ramazan-ı Şerifte oruçlu olan kimse cinsi münasebette bulunduğu takdirde kendisine keffaret lazım gelir. Yemek yemek ve su içmekle keffaret söz konusu değildir. Sadece gününe gün kaza etmek lazım gelir.

Oruç tutmamayı meşru kılan özürler
İsa Sevgili
İsa Sevgili
Kurucu



Namaz Zamanı

    B2B Toptan Satış Pazaryeri

    Kral Yolu
    kralyolu.com
    Gusül (boy) abdesti nasıl alınır?
    Gusül abdesti yada boy abdesti nasıl alınır? Ayrıntılarıyla gusül abdestini öğrenin
    Namaz nasıl kılınır?
    Namaz nasıl kılınır? Namaz kılmayı öğrenmek hiç bu kadar kolay olmamıştı.
    Abdest nasıl alınır?
    Abdest nasıl alınır? Namaz kılmak için kadınlar ve erkekler nasıl abdest alırlar?
    İnşirah Suresi
    İnşirah suresi, İnşirah suresinin anlamı, tefsiri, yazılışı ve okunuşu videolu anlatım
    Yasin Suresi
    Yasin suresi, Yasin suresinin anlamı, tefsiri, yazılışı ve okunuşu ile videolu anlatım
    Çocuğunuz için namaz etkinlikleri
    Çocuğunuzun namazı sevmesi için neler yapmalısınız? Örnek etkinlikler
    Cenaze namazı nasıl kılınır? Cenaze namazı kılınışı
    Cenaze namazı nasıl kılınır? Cenaze namazı kılınışı, Özet maddeler halinde anlatım

ORUÇ TUTMAMAYI MEŞRU KILAN ÖZÜRLER

Beş kimse, imkân bulduğunda kaza etmek üzere Ramazan orucunu tutmayabilir, tutmakta ise bozabilir.

1. Oruçla hastalığının uzamasından ya da artmasından korkulan hasta.

2. Sefer süresi kadar yola çıkan yolcu,

3. Oruca güç yetiremeyen ihtiyar (Her gün için bir fitre verir. Sonradan güçlenirse ayrıca kaza eder),

4. Kendine ya da çocuğuna zarardan korkulan hamile kadın,

5. Kendine ya da çocuğuna zarardan korkulan emzikli kadın.


İhtilâm olmak ve cünüp olarak sabahlamak oruca mâni olur mu?

Oruçlu iken ihtilâm olmak (kendi kendine rüyalanmak) orucu bozmaz. Dokunma, oynaşma ve öpme olmadan, sadece bakmak ve düşlemekle boşalma da o orucu bozmaz. Bu durumlarda sadece yıkanır ve orucuna devam eder: Dokunma ve öpme ile boşalırsa, oruç bozulur; ama sadece kaza gerekir.(66 M. Zihnî 590, 597 )

Oruçlu olduğunu bilerek, ama elinde olmayarak boğazına su kaçsa, orucu bozulur sadece kaza gerekir. Gündüz ihtilâm olan oruçlunun namaz vakti geçmeyecek bir süre içerisinde yıkanması şarttır. Ancak yıkanmaması oruca engel değildir. Yani yıkanmazsa, namazı terk etmiş olacağı için büyük günah işlemiş olur; ama orucu oruçtur.

Cünüp olarak sâbahlamak oruca mâni olmaz. Gündüz yıkanması gerekir. Yıkanmayı iftardan sonraya bırakırsa, namazı terketmiş ve büyük günah işlemiş olur.

Iğne, diş Çektirme, Misvak ve Oruç

Diş çektirme, doldurtma, dişlerini misvakla ya da macunla yıkama, iğne yaptırma... orucu bozar mı, bozarsa kazâsı nedir?

Diş çekimi orucu bozmaz. Ancak dişin çıktığı yerden akan kan; tadı ağzın her tarafına dağılacak kadar çok olur, ya da karıştığı tükürüğün yarısından çok olur ve yutulursa orucu bozar, kaza gerekir.(67 Bilmen 289 (md.106)) Diş dolgusu konusu da vücudun herhangi bir yerindeki yarayâ ilâç koyma gibidir; Dolgu maddeleri sıvı olmayıp, dimağa ve karın boşluğuna ulaşamadıkları için orucu bozmazlar. Ancak kanala zerkedilen ilâç, ya da dolgu maddesi, sıvı olur ve beyne ulaşırsa, Imâm Ebû Hanîfe`ye göre oruç bozulur, diğer imamlara göre yine bozulmaz. Diş çekimi için uygulanan ve halk arasında morfin diye bilinen uyuşturucu (anestezik) etkili iğne de vücudun herhangi bir yerine yapılan iğne gibidir. Imam Ebû Hanîfe`ye göre orucu bozar. Ihtiyata uygun olduğu için kabul edilen görüş de budur. Ancak onun arkadaşları olan diğer imamlar, vücuda yarayışlı olmayan ve tabii yollarla vücuda girmeyen şeyler, orucu bozmaz görüşündedirler. Dolayısıyla onlara göre, yaralara her nasıl olursa olsun ilâç koymak, yine nasıl olursa olsun iğne yaptırmak, orucu bozmâz.(68 M. Zihnî 594, 599; Bilmen 293.) Buna göre durumları âcil olmayanların, diş çekimi ve iğne işini akşama bırakmaları tavsiye olunur. Ama bundan gecikmekle zarar görecek olanlar, oruçlu iken de iğnelerini yaptırır, dişlerini çektirir, ya da doldurturlar. Dolgu dışındakileri yaptıranların sonradan kaza etmeleri daha ihtiyatli olur.

Dişleri, özsuyunun tadı hissedilecek kadar taze bir misvakla temizlemek orucu bozmaz ama, mekruhtur. Bu tadı duyulmayan misvakla ya da firçalarla dişleri yıkamak oruca hiçbir zarar vermez. (69 M. Zihnî 610; Bilmen 287-88 `) Dişlerin macunla fırçalanması, ya da tuzlu su ile gargara yapılması hallerinde macunun ve tuzun tadı boğaza kadar ulaşmış olacağından oruç bozulur. Misvaktan kopan ve yutulân parçalar buğday tanesi kadar, yada daha fazla olursa orucu bozarlar. Dişlerin kendiliğinden kanaması halinde, kan tadı duyulacak kadar olur ve bilerek yutulursa oruç bozulur. Az olur ve farkına varmadan yutulursa bozulmaz. Bütün bu durumlarda orucun bozulması halinde sadece kaza gerekir.


ORUÇ, FARZİYETİ, HİKMETİ VE FAYDALARI

a. Farz Oluşu

Insanların ve cinlerin niçin yaratıldıklarını bizzat yaratıcı bildirir: "O`na ibadet etsinler, yani O`nu tanısınlar diye." (51/56) Ancak sınırlı bir akılla sınırsız bir varlığın tanınması zor, hattâ hakkıyla tanınması imkânsız olduğundan nasıl tanıyacağımızı ve nasıl kulluk edeceğimizi de biz yine O öğretmiş ve kullukla ilgili bazı fiilleri zorunlu (farz) kılmıştir.

Yani Allah`ı (c.c.) tanımanın ve O`na kulluğun asgari şartı bu zorunlu ibadetlerdir. Oruç da bu ibadetlerden.biridir. Allah Resulü (s.a.v.), bir mübarek sözlerinde, bu temel ibadetleri bir arada anar ve buyurur ki: "Islam beş şey üzere kuruludur: Allah`ı birlemek (tevhid), namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve hac yapmak." (Müslim Iman 5) Tek başına bu hadis bile, orucun farz olduğunu bildirmeye yeter. Ancak bundan önce Kur`an-ı Kerim de orucun inananlar için bir farz olduğunu vurgulu bir ifade ile bildirmiştir: "Ey mü`minler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılınmıştır ki, sakınasınız."(2/183) Daha önceki semavî dinlerde de oruç bulunduğu için, Allah Resulü Efendimiz orucu biliyordu ve Medine-i Münevvere`ye hicret etmezden önce, Aşûre orucuna da devam ediyordu. Hicretten sonra, ikinci yıl Muharrem`in onunda, çocuklara varıncaya kadar bütün müslümanlara oruç tutturmuş ve aynı yıl Ramazan orucu farz kılınınca: "Aşûre günü dileyen oruç tutsun, dileyen terketsin." buyurmuşlardır. Yani Ramazan orucu ilk defa Hicretin ikinci yılı içerisinde farz kılınmıştır. Farz kılınışı büyük Bedir Harbinden bir ay ve birkaç gün önceye rastlar. Bedir Harbi ise, aynı yıl Ramazan`ın onyedinci Cuma günü vuku bulmuştur. Buna göre Ramazan orucunun farz kılınışı, Şaban ayı içerisinde olmuş olur. (Tâhir`ül-Mevlevî, Müslümanlıkta Ibadet Tarihi, l05-106; T`aberî, N/132; Suy`ûti, ed-Dürrü`l-Mensûr, I/176; Sabûnî, Ravâyi`/193) Allah Resûlü dokuz sene Ramazan ayı orucunu tuttuktan sonra vefat etmiştir. (Ibn Kayyim, Zâdü`l-mâed,152 (en-Nedvî, Dört Rükün, 205)) Bu, farz olan Ramazan orucudur. Bunun dışında vâcip, sünnet, müstehap, nâfile, mekruh ve haram olan oruçlar da vardır. (Bk. Tâhirü`l-Mevlevî, a.ge.112 )Farz olduğu, Kitap ve sünnetin kesin delilleriyle sâbit olduğu için, orucu inkâr küfürdür, insanı dinden çıkarır. Hafife ve alaya almanın da aynı olduğunu söylemişlerdir. Hatta, inanmakla beraber; ibadetleri yapmamak insanı dinden çıkarmasa bile, herkesin göreceği yerlerde açıkça oruç yemenin, orucu hafife alma anlamına geleceğinden, küfür olduğunu söyleyenler de vardır.Özürsüz olarak bozulan bir günlük Ramazan orucunun kaçırılan sevabı, bütün zaman sürecini oruçla geçirmekle dahi karşılanamaz. (Zehebî, Kitâbu`l-kebâir, 40-4l: el-Heytemî, ez-Zevâcir,I/195) Diğer yönden, tutulması halinde, "Orucun sevabı; Allah`tan başka kimsenin takdir edemeyeceği kadar büyüktür." "Her iyiligin karşılığı on ilâ yediyüz katıyla verileceği halde, orucun karşılığını ancak Allah bilir." "Oruçlunun acıkmaktan doğan ağız kokusu, Allah için miskten daha güzeldir.", "Oruç, ateşten koruyan bir kalkandır. tutana Kıyamet günü şefaatçidir.", "Oruçlu, duası geri çevrilmeyen üç gruptan biridir.", "Ramazan orucunu dünya ile ilgili faydalardan ötürü değil de, sadece Allah için tutanın geçmiş günahları bağışlanır.", "Ramazanda yapılan nâfile bir ibadet, sevap bakımından diğer günlerdeki farzlara denktir. Farz ise, diğer günlerdeki yetmiş farza denktir." (Bu ve benzeri hadisler için bk. el-Heytemî, age. I/196-l98)

Hikmeti ve Faydaları

Orucun hikmetleri, aynı zamanda faydası sayılacağından, bu ikisini birlikte ele alıp, bazan fayda, bazan da hikmet diye açıklayacağız. Ancak anlaşılmasını kolaştırmak için, konuyu bir başka açıdan ikiye ayırarak isleyecegiz: a) Orucun keyfiyeti ile ilgili hikmetler, b) Dünya ve Ahirete yönelik faydaları.

Ancak burada çok önemli bir noktaya deginmek zorundayız: Orucun esas hikmeti -diğer ibadetlerde olduğu gibi- herşeyden önce "HAKİM" bir zat tarafından emredilmiş olmasıdır. Ya da onu emreden "Hakîm"dir, yani her yaptığı yerli yerindedir; bir hikmete dayalıdır, işlerin en yerinde olanıdır. Öyle ise oruç da böyledir. Bu yüzden oruç aklımızın kavrayacağı falan ya da filan faydalardan ötürü farz kılınmıştır demek çok hatalı olur. "Onlar ki, görmeden inanırlar." (2/3), "Görmedikleri halde RAHMAN`dan ve Rablerinden korkarlar." (36/1l, 67/12). Kaldı ki, ibadetler hikmetlere değil, illetlerine binaen farz olunurlar. Hikmetler çoğu zaman akılla kavranılsa bile, illetler, farz kılan (Şâri) açıklamadıkça kesin olarak kavranılamaz. Bu yüzden orucun illeti, ya da en büyük hikmeti, farz olduğunu bildiren ayette gösterilen hedef olmalıdır." "Allah`tan sakınasınız, yani takvâ sahibi olasınız diye:.." (2/183). Aynı ayetin "Ey iman edenler..." hitabı ile başlaması da, orucun maddî fayda ve hikmetlerinden ötürü değil, ancak imandan ötürü tutulabileceğini gösterir. Nitekim modern tıp, orucun bazı faydalarını tesbit etmiş olmakla beraber, inanmayanların hiçbirisi müslümanlar gibi oruç tutuyor değillerdir. A1lah Resûlü de makbul olan orucu, iman ve ihtisab (sadece Allah için yapma) şartına bağlamıştır. (Buhârî, Müslim.) Ancak aslolan bu olmakla beraber, orucun akılla kavranan birçok hikmetleri de yok değildir.

ORUCA NE ZAMAN NİYET EDİLİR?

Şafii mezhebine göre niyetin vakti oruç farz olursa gecedir. Gündüze bırakılmaz. Gece niyet getirilmediği takdirde bayramdan sonra gününe gün kaza etmek lazımdır.

Hanefi mezhebine göre ise kazaya kalmış Ramazan, nafile ve muayyen nezir oruçları için niyet gece vakti getirilebildiği gibi gündüz öğleden önce de getirilebilir. Bunun için İbn Hacer diyor ki: Şafii olan kimse Ramazan`da niyetini unutup gece vaktinde getirmeyen kimse Hanefi mezhebini takliden gündüz öğleden evvel niyet getirsin. Maliki mezhebine göre Ramazan-ı Şerifin başında bir niyet getirilirse kafidir. Her gece niyet getirmek gerekmez. Bunun için Şafii veya Hanefi olan kimse Ramazan-ı Şerifte "ben şu Ramazan-ı Şerif ayında oruç tutmağa niyet ettim" dese iyi olur. Çünkü bir günün niyetini unutacak olursa da Maliki mezhebine göre orucu sahih olur.

ORUCLUNUN KEYFİYETİ İLE İLGİLİ HİKMETLERİ

Oruç sıkıntılı Mekke döneminde değil, imkânların oldukça bollaştığı Medine döneminde farz kılınmıştır, tâ ki, oruç (En-Nedvî, Dört Rükûn ) iktisadî şartların zorlaması ile konulan bir farzdır, denmesin. Bundan, imkânları bollaşıp, karnı doyan insanın, gayesini unutabileceği anlamı da çıkarılabilir. Farz olan oruç ise panzehirdir. Ilacın fazlası zararlı, azı faydasızdır. (ed-Dihlevî, Huccetüllâhi`l-Bâliga )

Orucun bir ay oluşunda İslamın her şeyde orta yolu tuttuğunun işareti de vardır. Çünkü daha önceki dinlerde de oruç vardı, ancak bazısında çok uzun, bazında da çok kısa idi.

Oruç günün beli bir zamanı ile sınırlandırılabileceği gibi, yemeyi içmeyi azaltmakla da olabilirdi. Islam birinciyi seçti. Çünkü ikinciyi tayin ve uygulama zor olduğu gibi, insanların vücud yapıları ve ihtiyaçları değişik olduğundan, bunda adaletsizlik de söz konusu olurdu. (agk.)

Oruç herkesin kendisi için seçecegi bir ayda, ya da güneş yılına göre bir ayda değil de, senenin her mevsimini dolaşan Ramazan ayında farz kılındı. Böylece hem cemaat şuuru sağlandı. Çünkü bazı zor işler, topluca yapıldığında, zorluğu hissedilmeden kolaylıkla yapılır. -hem de dünyanın değişik bölgelerindeki insanların bir kısmının devamlı uzun ve sıcak günlerde, diğer kısmının da devamlı kısa ve serin günlerde oruç tutmaları gibi bir adeletsizlik önlendi.

Ayrıca; insana misyonunu öğreten, doğruyu yanlıştan ayıran Kur`an-ı Kerim, Ramazanda inmiş ve onu şereflendirmiştir. Oruç için bir ay seçilecekse, elbette ondan daha uygunu bulunamayacaktır.

Dünya ve Ahirete Yönelik Faydaları

Insan diğer varlıklara göre çok daha değişiktir ve o merkez durumundadır. Hayvanlarda sadece istiha (arzu, şehvet) vardır, akıl yoktur. Melekler ise sırf nurdan yaratılmışlardır, çeşitli arzulara (şehvetlere) sahip olmayan yüce varlıklardır. Insan bu iki konumdan da nasibi olan varlıktır. Akla, ruha ve şehvetlere birlikte sahiptir. Onun için melek, yüceliği; hayvan da aşağılıgı temsil eder. Ama meleklerinkini aşan yücelikler bulunduğu gibi, hayvanları çok yücelerde bırakan aşağılıklar da vardır. Işte insan, bu uçsuz bucaksız arenada, kendi yerini seçme hürriyetine sahip tek varlıktır. Arzularını aklının ve ruhunun emrine vermekle, yükseldikçe yükselecek, belki de melekleri bile aşacaktır. Zıddı ile, aklını ve ruhunu arzularının eline vermekle de "hayvanlardan da aşağı" olacaktır. Yaratıcısının istediği; onun, münker adına üzerinde bulunan ağırlıklarını atarak, olabildiğince yükselmesi ve Rabbini "Yakîn" ile bilmesidir. Bu vasıf meleklerin vasfıdır. Işte oruç, insanın meleklik yönünü güçlendiren ibadetlerin başında gelir. Çünkü onlar da yemezler ve içmezler. Yine çünkü aşırı yeme içme ve nefsî arzuları tatmin ile aşırı meşgul olma, hayvani nitelikleri geliştirir, nefsi besler ve güçlendirir. Nefis ise Allah`ın düşmanıdır ve "Işi gücü kötülükleri emretmektir." (12/53). Öyle ise ona yenilmemek ve başını ezmek gerekir. Bunun en kestirme yolu da açlıktır. Nitekim bir hadis-i şerifte, Allah`ın nefse: "Ben kimim, sen kimsin?" diye sorduğu, nefsin de: "Sen sensin, ben de benim" dediği, buna karşılık Allah`ın onu Cehenneme atmak gibi bir sürü eziyetlerle cezâlandırmasına rağmen onun, her seferinde sorulan bu soruya aynı cevabı verdiği, nihayet onu açlıkla deneyince, "Sen benim merhametli Rabbimsin, ben ise Senin âciz bir kulunum" dediği nakledilir. (Bedîuzzamân, Mektûbât, 373)

Oruç insanın gafletten uyanmasını, başıboş olmadığını anlamasını, ve Rabbini tanımasını sağlar.

Oruç, Allah`ın nimetlerini hatırlayarak O`na olan teşekkür borcunu ödemektir. Çünkü her zaman her istediğini yiyebilen insan, oruç tutmakla: "Bu nimetler benim mülküm değil, ben bunları yiyip içmekte hür değilim, başkasının malıdırlar, yemek için O`nun emrini bekliyorum" demiş ve manevî bir şükür yapmış olur.

Oruç zenginlere fakirlerin durumunu hatırlatmak; böylece sosyal dayanışmayı, yardımlaşmayı, sevişmeyi ve toplum düzenini kolaylaştırmak demektir. Zira başka yolla "zengin fakirin halinden bilmez." Bu yüzden Mısır`in kıtlık yıllarında, Hz. Yusuf un bütün zahire ve erzak ambarları elinde olduğu halde, üç günde bir yemek yediği ve sebebini soranlara; "Benim karnım tok olursa, zahire almaya gelen zavallılara acıyabilir miyim?" dediği nakledilir. (Risâle-i Hamidiyye,127; (Sifâ`dan nakil), Sabûnî, Ravâi` I/218)

Oruç, gücüne, kuvvetine, varlığına güvenip ululuk taslayanları, firavunlaşma ve karunlaşma istidadında olanları, açlığın kırbacıyla acıtıp onlara âciz olduklarını ve bir Kadîre muhtaç bulunduklarını hatırlatır. Zira: "Dünyada açlık kadar müessir ma`şeri bir vicdan oluşturan başka bir motif yoktur." (Mustafa Ateş, Diyanet gazetesi, sy. 327 s. 2) Yine "bu yolla insanın mayasında bulunan kibir, gururu, enaniyet ve üstünlük gibi şeytânî tekebbürü de mahviyet, tevazu ve teslimeyete dönüştürür." (Aynı kaynak.)

Oruç, maddî ve manevî bir perhiz ve bu itibarla önemli bir, ilaçtır. Nitekim Allah Resulü "Sıhhat bulmak için oruç tutun." buyurmuştur. (Orucun sindirim, dolaşım ve sinir sistemlerine ve özellikle karacığere, damar sertliğine, böbreklere, kan yapısına, strese olan olumlu tesirleri için bk. Dr. Halûk Nurbâkî, Diyanet Gaz. Sy. 327, s. 6) Oruç zor zamanlarda ve olağanüstü durumlarda, uzun süre açlığa tahammülü sağlayacak iyi bir eğitim ve cihad hazırlığıdır.

Oruç, vücutta bir fabrika durumunda olan mideye hizmetçi pozisyonundaki bir sürü organın, fabrika sanki yıllık bakıma alındığı için, onunla irtibatlarının kesilmesi, onların sırf mideye hizmet için yaratılmadığını, melekleşme yolunda da görevlerinin bulunduğunu hatırlatmaktır. "Ayrıca oruç, şehvânî arzuların doruk noktasında bulunan genci, sapık ilişkilere zorlayan hormon birikimini ta`dil eder: " .. Kimin evlenme masraflarına gücü yetmezse oruca sarılsın. Çünkü orucun şehveti kırıcı özelliği vardır." (Buhâri, Savm ) hadis-i şerif buna işaret eder. (Ateş, agm. s. 3)

Ramazan, özellikle Kur`an ayıdır ve Kur`an`la tam bir ilişkisi vardır; Kur`an-ı Kerim onda inmiştir. Kur`an bütün hayırları kendisinde toplar. Ramazan da öyledir. Kadir Gecesi ise Ramazan`ın özü ve lübbüdür. (Imâm Rabbânî, Mektûbât, No:162)

Ramazan, Ahiret yurdu için kârlı bir pazar, hasat için münbit bir zemin, amellerin gelişip yeşermesi için bahardaki nisan yağmuru, Mevlânın saltanatına karşı beşer kulluğunun resm-i geçiş yapması için en parlak ve kudsî bir bayram hikmetindedir. (Bediüzzamân, Mektûbât, 371) Bu ayda sâlih amellere muvaffak olanlar, bütün sene muvaffak olurlar. Bu ayda manevî hayırları kaçıranlar, bütün sene kaçırırlar. (Imâm Rabbânî, Mektûbât, No: 45) Her iyiliğin karşılığı 10 ilâ 700 katı ve fazlasıyla verileceği halde, Allah Teâlâ orucu diğerlerinden ayırmış ve "O benim içindir." buyurmuştur. Çünkü, oruç bir şeyi yapmak değil, yapmamak şeklinde bir ibadet olduğu için, görünen bir ibadet değildir. Bu yüzden sırf riya için yapılamayacak, belki de tek ibadettir. Sonra oruç Allah`ın düşmanları olan şeytanı, nefsi, dolayısıyla şehvetleri kahretmektedir. Bu yüzden ona nisbet edilmesi uygundur. (Mustafa M. Ammâra, et-Tergib, N/143 (Ihyâ`dan nakil)) Yeme, içme ve cinsî ilişki gibi dünyevî ihtiyaçları terketmekle, insanda Allah`ın bu vasıf larının tecelli etmesiyle de Oruç O`nun olmaya lâyıktır. Allah`dan başkasına yapılmayan tek ibadet oruç olduğundan, böyle buyurulmuştur da denmiştir. Ya da oruçta, oruçlunun nefsinin hiçbir payı olmadığı için böyle denmiştir denilebilir. (Bk. Ammâra,age. N/79)

Ancak bilmek gerekir ki, oruç için sayılan bu menfaatların çoğuna, iftar ve sahurda yemeği fazla kaçırıp letâif`i (rahmet alıcılarını) öldürmemekle ulaşılabilir. Yoksa normal öğün adedi zaten iki olduğundan, orucun sair zamanlardan bir farkı kalmayabilir. Nitekim nafaka ve fidyeler iki öğün hesabıyle verilir.

ORUÇLUNUN KOLONYA KULLANMASI, DİŞLERİNİ FIRÇA VE MACUN İLE YIKAMASI ORUCUNU BOZAR MI?

Kolonya az da olsa içinde alkol bulunduğu için Şafii mezhebine göre kullanılması haramdır ve necistir. Kullanılmasına asla cevaz verilmemiştir. Hanefi mezhebinde ise üzümden imal edilmiş şarap kesin olarak haramdır. Hakkında ihtilaf varid olmamıştır. Necaseti galize ile müteneccistir. Üzümden başka şeylerden işlenen alkollü madde hakkında üç çeşit görüş vardır.

1- Necaset-i muğallazadır.

2- Necaset-i muhallefedir.

3- Tahirdir.

Racih görüş, necaseti muğallaza olması görüşüdür. Kolonya ister muhaffefe olsun ister muğallaza olsun şayet necis olarak onu kabul edersek Ramazan-ı Şerifin içinde ve dışında kullanılmasında beis yoktur.

Dişleri macun ile fırçalamak meselesine gelince fırça misvak gibidir. Hatta fıkha göre misvak sayılır. Hanefi mezhebinde oruçlu olan kimse kuru olsun, yaş olsun, öğleden evvel olsun öğleden sonra olsun her zaman kullanılabilir. Ancak bazı rivayetlere göre Ebu Yusuf oruçlu olan kimsenin yaş misvakı kullanmasının mekruh olduğunu söylüyor. Şafii mezhebine göre öğleden evvel kullanılmasında beis yoktur. Öğleden sonra mekruhtur. Hülasa Hanefi mezhebinde müftabih olan kavle göre her zaman fırçanın kullanılması caizdir. Şafii mezhebinde öğleden evvel olursa beis yoktur. Öğleden sonra mekruhtur.

ORUCU BOZMAYAN ŞEYLER

Uyurken rüyalanma (ihtilam), kan aldırma, bakmakla boşalma, macunsuz diş fırçası ve misvak kullanma, koku sürünme, sürme çekme, öpme, kendi isteğiyle olmaksızın kusma, kulağa su kaçma, unutarak yeme içme ve cima etme, kendi isteğiyle ağız dolusundan az kusma, boğazına toz, duman, sinek kaçma, dişleri arasında kalıp toplamı nohut tanesinden az yiyecek kalıntılarını yutma, (nohut tanesi kadar olursa kaza gerekir), kan aldırma, erkek kamışının deliğine yağ ve merhem akıtma, karnına ok, mızrak, kılıç girme, suya girme, yüzme, yemeğin tadına dili ile bakıp tükürme, çiğnenilmiş, renksiz ve tatsız sakız çiğneme (bu mekruhtur), yağlanma.

ÖŞRÜ –ZEKATI- ÇIKARILMAMIŞ MAHSÜLÜ SATMAK VEYA İPOTEK ETMEK CAİZ MİDİR?

Öşrü –zekatı- çıkarılmamış mahsulde alış-veriş gibi bir tasarrufta bulunmak Şafii mezhebine göre caiz değildir. Çünkü mutaç olan kimseler bu malda ortak sayılır.

Binaenlaleyh adı geçen malın zekat miktarında yapılan tasarrufu batıldır. Onu geri çevirmek icabeder.

Hanefi mezhebine göre de öşrü çıkarılmayan malda tasarruf etmek haramdır. Tasarruf edildiği takdirde öşür –zekat- miktarı, satanın zimmetine geçer, onu ödemesi gerekir.

ÖŞÜR

Ondalık; onda bir; toprak ürünlerinden veya diğer bazı kazançlardan alınan bir tür vergi anlamında bir Islâm hukuku terimi; vergilendirmede kullanılan ve müslüman vergi mükelleflerinden belirli sınıflar için, mahsulden alınan onda veya yirmide bir oranındaki verginin adı.

Bu kelimenin, Asurluların altın veya ayn olarak aldıkları "ışru-u" adlı vergiden veya Ibranice "ma`şer" denilen, tapınak yahut krallara verilen onda bir oranındaki verginin adından geldiği ileri sürülmüştür. Bu duruma göre öşür, etimoloji bakımından, İslam`ın çıkışından önceki bazı toplumların vergi statüsünü ifade etmektedir. Islâm, zekât yükümlülüğünü getirirken, bazı arazı mahsullerinden alınacak zekat miktarını da belirlemiş ve buna "öşür" adını vermiştir. Öşür vergisi daha sonra, mülk arazının bir çeşidine ad olmuş ve müslümanların elindeki öşre tâbi arazıye "öşür arazısi" denilmiştir (Ali Şafak, Islâm Arazı Hukuku, Istanbul 1977, s. 105).

Öşür vergisi Kitap, Sünnet ve Icmâ delillerine dayanır. Tahıl ve meyvelerde zekâtın gerekli olduğu, Kur`an-ı Kerim`de ifade edilmektedir. "Ey iman edenler, kazandıklarınızın temizlerinden ve size yerden çıkardıklarımızdan sarfedin" (el-Bakara, 2/267). Ayetteki; Kazandığınız şeylerden maksat ticaret malları olup, bunların zekâtı söz konusudur. Size yerden çıkardığımız şeylerden maksat ise tarım ürünleri olup, bunların da öşrü kastedilir (es-Serahsî, el-Mebsût, III, II). Başka bir ayette bazı ürünlerden şöyle söz edilir: "Çardaklı ve çardaksız bağları, tatları çeşitli ekin ve hurmaları, zeytin ve narı birbirine benzer ze benzemez şekilde yaratan O`dur. Ürün verdiği zaman ürününden yiyin. Devşirildiği ve biçildiği gün de hakkını verin" (el-En`âm, 6/141). Ibn Abbas (ö. 68/687) ve Enes b. Mâlik`e (ö. 91/717) göre buradaki "hak"tan maksat, farz olan zekât olup, bu da, onda bir veya yirmide bir nisbetinde alınır.

Hadislerde şöyle buyurulur: "Toprağın bitirdiği mahsulde onda bir zekat vardır" (es-Serahsî, a.g.e., III, 2).

"Nehirlerin ve yağmur sularının suladığı mahsullerde öşür (onda bir); hayvanla sulanan mahsullerde yarım öşür (yirmide bir) vardır" (Sahîh-i Müslim, terc. ve Şerh. A. Davudoğlu, Istanbul 1977, V, 280).

Öşür yükümlüsünün müslüman olması gerekir. Gayrı müslümlerden öşür vergisi alınmaz. Mümeyyiz ve gayrı mümeyyiz küçüklerle akıl hastalarının ürünleri de, arazı, öşür arazısi olunca öşre tabidir. Çünkü öşür bir ibadet olmaktan çok, nimetin külfeti kabılinden sayılmıştır. Halbuki öşür dışındaki diğer zekât yükümlülerinin âkıl ve bâliğ olmaları şarttır. Bu konuda ibadetle yükümlü olmayanların zekâtla da yükümlü olmayacakları prensibi benimsenmiştir (es-Serahsî, a.g.e., III, 4; Ibn Nüceym, el-Bahru`r-Râik, el-Matbaatül-Ilmiyye, (t.y), II, 254).

Öşür, nimetin külfeti ve verimli toprağın ürünü üzerinden alınan bir vergi olduğu için, Islâm devleti tarafından zorla alınıp mahalline sarfedilebilir.

Öşür için toprağın öşür arazısi statüsünde bulunması gerekir. Hz. Peygamber devrinde başlayıp giderek gelişen ve çeşitlenen arazı statüleri şunlardır: Mülk, mîrî, vakıf, metruk ve ölü (mevât) arazı. Bunlardan mülk arazı, mülkiyeti ve yararlanma hakkışahıslara ait olan arazıler olup, üçe ayrılır:

a. Süknâ ve tetimme-i süknâ denilen yerler: Evler, arsalar, meskûn mahaller, köy, kasaba ve şehir içindeki topraklardan ibarettir. Bunlar için öşür vergisi söz konusu olmaz. Islâm devleti başka vergi koyabilir.

b. Harac arazısi: Fetih sırasında, gayrı müslim olan eski sahiplerinin elinde bırakılan ve haraç vergisine tabi bulunan arazılerdir.

c. Öşür arazısi: Düşmanla, yapılan savaş neticesinde ele geçirilerek gazıler arasında paylaştırılan arazılerle, isteyerek Islâm`ı kabul eden toplum fertlerinin ellerinde bırakılan topraklardan ve müslümanlar tarafından imar ve ihyâ edilen yerlerden ibarettir.

Öşür arazısinin menşei ve meydana geliş yılları:

a. Silah zoruyla fethedilip sahiplerinden zorla alınan ve savaşçılara veya savaşa katılmayanlara dağıtılan topraklar. Buna Hayber toprakları örnek verilebilir. Hz. Peygamber`in Hayber`i fethetmesi üzerine, yahudilerle arazıler için ziraat ortakçılığı sözleşmesi yapılmış; Hz. Ömer devrinde yahudiler bu bölgeden sürgün edilince, arazıler beytülmâle ve gazılere intikal etmiştir (Ibn Hişam, es-Sîre, Mısır 1938, III, 255, 256).

b. Islâmı kendi istekleriyle kabul edenlerin ellerinde bırakılan arazıler. Yemen ve Bahreyn toprakları gibi... Hz. Peygamber devrinde Yemen halkı kendiliğinden Islâm`a girdiği için topraklarına dokunulmadı. Resulullah (s.a.s) onlara dinlerini öğretmek üzere Ebû Musa (ö. 44/664) ve Muaz b. Cebel (ö. 18/639)`i gönderdi ve dört çeşit üründen zekât alınmasını emretti. Bunlar; buğday, arpa, kuru hurma ve kuru üzümdür (es-Seyyid Sabık, Fıkhu`s-Sünne, Kahire 1368, I, 294).

c. Ölü (mevât) arazıden müslümanların ihyâ ettiği topraklar.

Sahipleri öşür arazısi üzerinde dilediği şekilde tasarruf edebilirler. Alınıp satılması, kiralanması, rehin, hibe veya âriyet olarak başkasına verilmesi mümkün ve caizdir. Öşür arazılerinden elde edilen mahsuller öşre tabi olur (Ebû Yusuf, Kitabül-Harâc, Mısır 1352, s. 62, 63).

Hangi çeşit toprak ürünlerine öşür gerekir?

Ebû Hanîfe`ye göre toprağın bitirdiği her çeşit ürüne onda bir veya insan eliyle sulama vb. masraf yapılmışsa yirmide bir zekât gerekir. Tahıl, sebze, meyve gibi... Bu konudaki ayet ve hadisler umum (genellik) bildirir. Ayette şöyle buyurulur: "Topraktan sizin için çıkardığımız mahsulden (zekât) veriniz" (el-Bakara, 2/267). Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

"Yağmur suyu ile sulanan yerden çıkan mahsulde öşür vardır" (Buhârî, Zekât, 55; Müslim, Zekât, 8; Ebû Dâvud, Zekât, 5,12; Tirmizî, Zekât,14).

Odun, kamış, ot ve saman gibi şeyler genellikle kendiliğinden yetiştiği veya ziraattan maksat bunları ekip biçmek olmadığı için öşre tabi bulunmazlar (es-Serahsî, el-Mebsût, III, 2). Ebû Hanîfe`nin her çeşit mahsulün öşre tabi olduğu görüşü, Ibrahim en-Nehaî, Mücahid, Hammad, Imam Züfer ve Ömer b. Abdülazîz`in benimsediği görüş olup, Ibn Abbas (r.anhümâ)`dan nakledilen bir rivayete dayanır (A. Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Terc., V, 281).

Ebû Yusuf ve Imam Muhammed`e göre, özel bakım gerektirmeden, bozulmaksızın bir yıl kalabilen ölçü veya tartı ile alınıp satılan mahsullerde öşür gerekir. Ancak dayanıklı olmayan ve uzunca süre bozulmadan kalamayan sebzelerle kavun, karpuz ve hıyar gibi ürünlerde öşür yoktur (es-Serahsî, a.g.e., III, 2-4).

Bir arazıden hem öşür, hem vergi veya harac birlikte alınmaz.

Imam Şâfiî`ye göre, topraktan çıkan, biriktirilebilen, gıda maddesi yapılan ve insan eliyle yetiştirilen buğday, arpa, pirinç, mercimek gibi tarım ürünlerinde öşür gerekir (es-Seyyid Sabık, a.g.e., I, 295, 296).

Hasan el-Basrî, (ö. 110/728) eş-Şa`bî (ö. 103/721) ve es-Sevrî`ye (ö. 161/777) göre tarım ürünlerinden yalnız haklarında nass bulunanlar zekâta tabidir. Hadiste sayılan maddeler ise şunlardır: Buğday, arpa, Mısır, hurma ve kuru üzüm.

Toprak ürünlerinin öşre tâbi olması için belirli bir nisap miktarı konulmuş mudur? Çok az miktarda çıkan ürünlerden de öşür vermek gerekir mi?

Ebû Hanîfe`ye göre; öşür toprağından çıkan ürün az olsun çok olsun, özel sulama yapılmamışsa, yani yağmur veya nehir suları ile sulanmışsa onda bir; dolap, su motoru, baraj ve benzeri teknik vasıtalarla sulanan toprak ürünlerinden ise yirmide bir nispetinde zekât alınır.

Ebû Yusuf ve Imam Muhammed`e göre, toprak mahsulleri beş vesk (bir ton)`a kadar zekâttan muaftır. Hadiste "Beş vesk`ten az olan mahsulde zekât yoktur" (eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, IV, 126,138; Buhârî, Tecrîd-i Sarıh (Terc.), V, 32, H. No: 692) buyurulur. Bir vesk 200 kg.lık bir ağırlık birimidir. Öşür, mâlî bir hak olup, Allah`ın teklif etmesiyle vacib olmuştur. Bu yüzden diğer zekât nisabında olduğu gibi burada da nisaba itibar edilir. Ebû Hanîfe ise öşrü, ziraat yapılabilen toprağın külfeti sayar ve bu yüzden nisabı gerekli görmez. Yukarıdaki beş vesk hadisini de ticaret mallarının zekâtı ile ilgili olarak kabul eder (es-Serahsî, a.g.e., III, 3).

Öşür, arazıden elde edilen ürünün tamamı üzerinden verilir. Ekip, biçme ve sulama masrafları, yükümlünün diğer borçları veya aslî ihtiyaçları dikkate alınmaz. Zaten masraflı bir tarım yapılmışsa -sulama, gübreleme gibi- zekât miktarı yirmide bir`e düşeceği için, masraf fazlalığı bu yolla giderilmiş olur. Bir yıl içinde birden fazla ürün elde edilirse, her ürün için ayrı ayrı öşür gerekir. Kısaca tarım ürünlerinin öşrü için yıllanma zorunluluğu yoktur (Ibnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, II, 8-9; el-Fetâvâl-Hindiyye, I, 187).

Öşür, topraktan yararlanmanın bir karşılığı olduğu ve nimete karşılık bir külfet kabılinden sayıldığı için, bunun Islâm devleti aracılığı ile toplanması ve Tevbe Süresi 60 ncı ayette belirlenen yerlere sarfedilmesi asıldır. Zekâta tabi mallar bâtınî ve zahirî olmak üzere ikiye ayrılır. Nakit paralarla, altın, gümüş; evlerde veya mağazalarda bulunan ticaret malları bâtınî çeşidine girer. Bunların zekâtı İslam`ın ilk devirlerinde devlet tarafından toplanıp, gerekli yerlere sarfedilirken; Hz. Osman devrinden itibaren sahiplerinin diyânetine bırakılmıştır. Zekât yükümlüsü bunların zekâtını yoksullara bizzat verir. Ancak bu hükme uymadıkları ortaya çıkarsa, Islâm Devleti zekâtı zorla alıp, yoksul ve muhtaçlara dağıtabilir. Hz. Ebû Bekir, hilâfeti zamanında zekât vermek istemeyenlere karşı savaş açmıştır.

Sâime denilen hayvanlar, öşür ve memleket arazısinin ürünleri, madenler, yer altındaki hazıneler, gümrüklere uğrayan ticaret malları zahirî mal adını alır. Bunların zekâtını ve belirli oranlardaki vergilerini Islâm devleti, görevli memurları aracılığı ile tahsil ederek yerlerine sarfeder.

Sonuç olarak, insan eliyle yetiştirilen ve ekonomik değeri olan tüm tarım ürünlerinin prensip olarak onda bir veya yirmide bir oranında zekâta tâbi olması daha uygundur. Hadîs-i şeriflerde bazı tarım ürünü çeşitlerinin isim olarak belirtilmesi, "örnek kabılinden" sayılabilir. Amaç, toprakta insan emeğiyle yetiştirilen ürünlerin bir bölümünden yoksul kesimi yararlandırmak ve bu arazılerden yararlananlara bir vergi yükü getirmek olduğuna göre, bu prensibi tüm toprak mahsullerine uygulamak gerekir. Toprak sahibinin yoksulluk sınırını aşması için bir ton`luk nisap muâfiyetinden yararlandırılması da hakkanıyete uygun düşer.


Otobüste namaz

Genellikle otobüslerle yolculuk yapıyoruz. Vakit namazları içi bazısı duruyor, bazısı durmuyor. Biz durup kılmak istersek yolculardan itiraz edenler oluyor. Bu durumda namazlarımızı nasıl kılmalıyız?

Fıkıh kitaplarımızda "Binek (hayvan) üzerinde Namaz" diye bir başlıkvardır ve mes`elenin esası bu başlıkaltında incelenir. Özetlemeye çalışırsak şunları söyleyebiliriz:

Seferde binek üzerinde nafile namaz kilinabileceğine mezhepler ittifak halindedir. Çünkü Resûlüllah Efendimiz kendileri binek üzerinde nafile namaz kılmışlar ve ashabına da kılmalarını emretmişlerdir. Bununla ilgili rivayetler fıkıh kitaplarımızın âz sonra çeşitli vesilelerle atıfta bulunacağımız yerlerinde bolca bulunmaktadır. Bu meyanda Kenzü`1- Ummâl konuyla ilgili onüç kadar rivayeti bir araya getirmiştir.(el-Hindî, Kenzü`1-ûmmâl, VNI/38S-87) Bütün bu rivayetleri ve belki de daha başkalarını bir arada değerlendiren fıkıhçılarımız şu sonuçlara varmışlardır:

Şehir dışına çıktıktan sonra, sefer süresinden daha kısa bir yolda olsa dahi (en az diyenler bunu bir mile kadar indirir)(bk. E1-Inâye (F.Kadir ile birlikte), I/463) nafile namazlarını, bineği üzerinde, ima ederek kılabilir. Imayı, ruküda biraz, secdede daha fazla eğilmek suretiyle yapar. Çünkü nafileler için belli bir zaman yoktur. Nafile kılmak için bineğinden inmesini söylemek, nafile kılma azmini kırabilir ve yolculuğuna engel olabilir.(Serahsî, I/350) Binek üzerinde nafile kılmakla hiç bir zarar etmiş olmaz. Halbuki, kılarken sırf dilini koruması, kendini vesveseden ve kötü duygulardan muhafaza etmesi bile bir kazançtır.(Serahsî, I/349) Bu mûlâhazalarla nafilenin binek üzerinde her halükarda kılınabileceğine cevaz verilmiştir. Ne tarafa dönebilirse kıblesi o taraftır. Bineği üzerindeki pislik de ekseriyete göre namaza mani değildir.(Fethiu l-Kadîr, I/467) Atların çektigi araba da binek gibidir.(agy) Böyle nafile bir namaza yerde başlayıp bineğinde devam etmek namazı bozar ama, binekte başlayıp yerde bitirmek bozmaz.(Serahsi I/251; bu hüküm için gösterilen sebep ilginçtir. Hayvana binmek "amel-i yesîr=fazla bir iş", inmek ise "amel-i yesir=az bir iş" sayılmıştır. Buna göre günümüzde otobüslere inip binmeyi buna kıyaslama imkanı yoktur. Ya da binme halinde "kuvvetli zayıfâ" inme halinde ise "zayıf kuvvetliye" bina edilmiş olur. Ki, caiz olan ikincisidir denmiştir.) Mes`ele kıyasa muhalif bir mesele olduğu ve böyle durumlarda ona başkası kıyas edilemeyeceği için Imam Azam`a göre binek üzerinde iken şehir içinde nafile kılamaz. Ebu Yusuf ve Muhammed`e göre kılabilir ancak Muhammed bunun mekruh olacağını söyler.(Serahsî, I/250) Imam Azam vitiri de binek üzerinde kılamayacağını söylerken bu iki imam onu da kılabileceği görüşündedirler. Çünkü Resulüllah`ta bu uygulamanın örneği vardır.(Serahsî, I/25:-251) Kenzü`l-Ummâl da bu doğrultuda Abdurrezzâk ve Ibn Ebi Şeybe`den iki rivayet nakleder.(Kenzül-Ummâl, VNI/386)

Farzlara gelince: Genellikle fıkıhçılarımızın, özellikle de Hanefi fıkıhçılarının görüşü şudur: Sefer süresi yolda dahi olsa kişi, farz namazları, özrü (zaruret) olmaksızın binek üzerinde kılamaz. Çünkü farzların belli vakitleri vardır. O vakitlerde biraz durup namazı kılmak zor değildir. Arkadaşı varsa onlar da zaten ona destek olacak ve beraberinde kılacaklardır.(Serahsî, I/250; Ibn Hümâm, I/463; Ayrıca bk: Ali el-Kârî, Irsâdü`s-Sâri, 41) Cabir b. Abdillah hadisinde: "Resulüllah (sav) bineği üzerinde iken, kendisini ne tarafa çevirirse o tarafa doğru nafile kılardı. Farz kılmak istediğinde ise bineğinden iner ve kıbleye dönerek kılardı."(el-Hindî, kenzü`1-Ummal, VNI/385) denmektedir. Vitir için indigi rivayeti de vardır.(Serahsî, I/249) Sonra, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, binek üzerinde nafilenin kılınması kıyasa rağmen nas ile sabittir. Öyleyse farz ona kıyas edilemez, netice itibari ile de zaruret (özür) bulunmadan binek üzerinde kılınamaz. Burada, eskilerin binek dedikleri ile, günümüzdeki ulaşım vasıtaları arasında bu konularda fark olmadığını da söyledikten sonra bu mesele için nelerin özür kabul edildiğini görelim: Yol arkadaşlarının inip kendisini beklememesi, inmesi halinde hırsız, yırtıcı hayvan, düşman korkusu bulunması, ortalığın yağmur ve çamur olması, ihtiyar olup, inip binmede yardımcısının bulunmaması, bineğinin huysuz olması... vb. şeyler özür olarak görülmüş ve böyle durumlarda farzların da binek üzerinde (otobüste) kılınabileceği söylenmiştir.(Serahsî agk.; Ibn Hümâm, agk.; el-Hindî Ibn Asakir`den Rasulüllah (sav)`in çok çamurlu bir hengamda bir merkep üzerinde farz kıldığını nakleder. VNI/387) Buna göre namaz vakitlerinde durmayan bir otobüs yolcusu koltugunda ima ile farzlarını kılabilecek ve bu, şehir dışı için bir ruhsat olmuş olacaktır. Ima ederken ön koltuga secde etme yerine, dönebildiği kadar kıbleye dönüp, rükü için biraz, secde için ise biraz daha fazla eğilerek kılacaktır. Oturduğu koltugun pis olması zarar vermez. Ama yolcu işin fetvasından önce azimeti deneyecek, şöförü güzellikle iknaya çalışacak, gerekirse yolculardan da destek arayacak, duraklarda namaz kılmayanları huzursuz edecek şekilde geç kalmayacak, diğerlerini namazdan ve namaz kılandan nefret ettirmeyecektir. Böyle bir endişe söz konusu ise bütün sünnetleri bırakıp sadece farzları kılacaktır. Ama şöföre hatırlatma işini her seferinde yapacak ve gerekirse tutumunu, ilerideki yolculuklarında firma seçimi için ölçü alacağını sezdirecek, ama kesinlikle çekişmeye ve tartışmaya girmeyecektir. Güzel bir ikazı nazarı itibara almayan şöför, huysuz bineğe fevkalade kıyas edilir ve bu, farzı arabada kılmak için bir özür sayılabilir. (Allah u a`lem).

OTUZ İKİ FARZ

"Otuziki Farz" terimi, özellikle yurdumuzda, dolayısı ile Hanefi mezhebinin hakim olduğu yerlerde Islamın önemli temel prensiplerinin, avam anlayışı ile bir araya getirilmesini anlatır ki şunlardır: Imanın şartları (6) Islamın Şartları (5), Namazın farzları (12) Abdestin farzları (4) ,Gusulün farzları (3), Teyemmümün farzları (2), toplam. (32) Bu otuz iki önemli farz "Elli Dört Farz"a göre daha tutarlı ve daha önemli sıralama olmakla beraber bu da ilmî bir temele oturmamaktadır ve genel olarak bütün müslümanların anlayışını yansıtmaz. Çünkü:1. Öncelikle en önemli farzlar bunlardan ibaret değildir. Cihad, anneye-babaya ihsan, yakınlarla iyi ilişkiler gibi bazı prensipler, Otuz iki Farz`da sayılanların bazılarından daha önemli olabilir. Binaenaleyh, böyle bir sınırlama, Islamı bu yolla öğrenen birisini dinin isteklerinin bunlardan ibaret olduğu vehmine düşürebilir.2. Bu prensiplerin tamamı ibadetlere, dolayısı ile ahiret alemine ait prensipler olması; Islamın dünya düzenine hiç yer vermediği tamamen Allah`la kul arasında bir din olduğu kanaati uyandırabilir. Nitekim bunların hiç birisi hukuki prensipler değildir. Oysa Islami prensiplerin pek çoğu dünyaya bakan hukukî düzenlemelerdir ve kanunla belirlenmiş müeyyidelere sahiptirler.3. Iman, Islam, namaz, abdest, gusül ve teyemmüm gibi esaslar bütün Islami mezheplerde bulunmakla beraber, bunların farzları ya da şartları herkese göre aynı sayıda değildir. Mesela abdestin farzları Hanefilere göre dört iken Şafiilere göre altıdır. Dolayısıyla onların otuz iki farzdan değil, otuz dört, belki de kırk farzdan sözetmeleri gerekir. Nitekim Hanefilerin de hepsi otuz iki farzdan sözetmezler. Bazıları bunun otuz üç farz olduğunu söylerler. Bu fark da teyemmümün farzlarının iki ya da üç.olarak sayılmasından kaynaklanır. Kısaca "iki darp (vuruş) bir niyet" ifadesiyle anlatılan bu farzlar, mahiyet olarak aynı olmakla beraber, iki vuruş (darp)un, vuruş olmalarına göre bir farz, yada iki ayrı vuruş olmalarına göre iki farz sayılması bu farkı doldurur. Nitekim şu anda Yugoslavya`da yaşayan müslümanlar arasında "Otuzüç farz" teriminin bulunduğu ve onların, "otuz iki" diyenlerin yanlışlık yaptıklarına hükmettiklerini öğreniyoruz.4. Otuz iki farz arasında bulunan "Islamın şartları"nın, aslında "kelime-i sehadet" dışındakiler Islamın şartı değil, Islamın rüknü ve hadisteki ifadesiyle; üzerlerine Islamın bina edildiği esaslardır. Şart, bulunmadığında meşrutun dahi bulunmadığı şeydir: Mesela abdest namazın şartıdır. Namaz meşruttur. Abdest olmasa namaz da olmaz. Oysa namazı, orucu, zekatı ve haccı bulunmayan, insan müslüman değildir denilemez. Demek ki bunlar Islamın şartı değillerdir. Belki rükünleridirler. Diğer yönden bir hadiste Islamın beş şey üzerine oturduğu söylenir ve bu rükunler sayılır ama başka Hadislerde daha değişik sayılarda ve daha değişik rükünlerden de söz edilir. Öyleyse Islamın rükünlerini dahi beşle sınırlamak doğru olmaz. Keza, iman esasları da altı maddeden ibaret değildir: Icmalen daha aza indirilebilecekleri gibi, tafsilen daha çoğa da çıkarılabilirler.5. "Otuz Iki Farz" sayılırken hem imanın şartlan hem de Islam`ın şartları sayılmış, ama bunların pek çoğunun kendi içindeki şartları ayrıca sayılmadığı halde, Islamın şartlarından gösterilen namazın ayrıca şartları sayılmış, hatta daha ileri gidilerek namazın şartlarından birinin (abdestin) şartları dahi bu sayıya dahil edilmiştir. Buna göre zekatın, haccın ve orucun; hatta haccın şartı olan Ihramın da şartları sayılabilir ve bu rakam çok daha kabarık olabilirdi. Bütün bunlar, bu rakamın hem sistematik, hem ilmi hem de Islami olmadığını gösterir. Binaenaleyh, en olumlu yaklaşımla nihayet şöyle söylenebilir: Farzları otuz iki ile sınırlandırmak, çocuklara ve avama en az bu sayıdaki önemli farzı bilme kolaylığı sağlar ve onlara bir son tayin ederek en azından bu kadarını öğrenmelerini kolaylaştırır. Yoksa Islamın farzları otuz ikiden ibaret değildir.





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)