Thread Rating:
  • 10 Vote(s) - 2.7 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Müstehabin Önemi ve Sevab Kavrami
#1
Dini-1 
   

Müstehabin Önemi ve Sevab Kavrami

SEVAB


İyi bir davranışa karşı Allah tarafından verilecek mükâfat; Allah'ın rızasına uygun ve âhiret mükâfatına lâyık iyi iş. İslâm dinine uygun olarak girişilen iyi davranışlara karşı Allah'tan umulan mükafatların tamamını dile getiren "sevab"ın karşıtı olarak dilimizde günah ve azap kelimeleri kullanılmaktadır.

İslâm terminolojisinde, kulların farz olan ibadetleri yerine getirdikleri takdirde sevap kazanacakları açıklanmakla beraber; bu terim daha çok, dinî görev olmayan ve kulların kendiliklerinden yaptıkları iyiliklerin Allah tarafından verilecek mükâfatlarını ifade etmektedir. Kur'an-ı Kerim azap ve sevabın sonsuz olduğunu, "Her kim kötülük eder de onun kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktir. Onlar orada devamlı kalırlar"; "İman edip yararlı iş yapanlara gelince, onlar da cennetliktirler. Onlar orada devamlı kalacaklar" (  el-Bakara, 2/81-82) âyetleriyle açıklamıştır.

Kur'an-ı Kerim, dünyada işlenen iyi-kötü, az-çok bütün amellerin karşılığının âhirette mutlak surette görüleceğini, bu dünyaya imtihan için geldiğimizi bir çok âyetinde vurgulamıştır (  el-Bakara, 2/155). İslâm'a göre insanın âhiretteki durumu sevap ve azabının çokluğuna göre değerlendirilecektir. Sevabı çok olanlar Cennet'e, az olanlar da belirli bir süre Cehennem'e gideceklerdir. Kur'an açısından sevap olarak tanımlanan ameller, "amel-i salih" diye nitelendirilmiştir. Kur'an birçok âyetiyle insanları iman etmeğe ve günahlardan sakınarak sevap kazanmağa çağırmıştır (  el-Bakara, 2/103). Bir başka Kur'an âyetiyle, dileyene dünya menfaati, dileyene de âhiret sevabının verileceği müjdelenmiştir (  Alû» İmran, 3/145). Kur'an'da sevap karşılığında mükâfat terimi de geçmektedir. Nitekim, Kim dünya mükâfatını isterse bilsin ki dünyanın da âhiretin de mükafatı Allah'ın nezdindedir. Allah hakkıyla işitici, kemaliyle görücüdür" (  en-Nisa, 4/134). âyetinde sevap bu manada kullanılmıştır. el-Mâide, 5/85 âyeti de aynı espri içinde değerlendirilmelidir. Bir başka âyette el-Kehf, 18/46 mal ve oğulların bu dünya hayatı için bir zinet olduğu, baki kalacak güzel amellerin ise Allah katında sevapça daha hayırlı olduğu açıklanmış, aynı mana Meryem, 19/76 âyetiyle de vurgulanmıştır. Güzel ameller işleyen kişi razı olacağı bir hayat, hoşnut bir geçim ve yaşayış içinde bulunacaktır.

Sevap ve günah terimleri bütün dinlerde, özellikle İslâm'dan önceki Musevilik ve Hıristiyanlıkta da mevcuttur. İçerik ve kapsam farklı olmakla beraber, bu iki dinde de sevap, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak ve insanlara yararlı olmak için girişilen her türlü iyi davranışları ifade için kullanılmaktadır. Kitab-ı Mukaddes'in genel esprisi, insanları sevaba teşvik ederek günahlardan sakındırmaktır. İslâm'ın zina, hırsızlık, haksız yere adam öldürme gibi haram ve günah saydığı hususlar, tahriften korunabilmiş Tevrat ve İncil metinlerinde de haram ve günah olarak kabul edilmiştir. Aynı şekilde İslâm'ın sevap saydığı davranışlar, Musevilik ve Hıristiyanlıkta da sevap olarak nitelendirilmiştir. Kur'an-ı Kerim dikkatle incelendiğinde insanları kötülüklerden uzaklaşmaya, hayır ve sevaba vesile olacak iş ve davranışlara yönelmeye teşvik eden bir çok âyet görülür. Bir müslüman öncelikle şunu bilmelidir; "Herkes bu dünyada yaptığının karşılığını âhirette muhakkak surette görecektir" (  el-Bakara, 2/281).

Sevap sadece âhirete hazırlık gayesiyle girişilecek iyi faaliyetler bütünü değildir. Onun, dünya hayatını da ilgilendiren bir çok yönü vardır. Çevremize karşı göstereceğimiz iyi davranışlar buna vesile olur ve bize sevap kazandırır. Çünkü bir müslüman inanır ki; "Dünya sevabı da, âhiret sevabı da Allah'ın yanındadır" (  en-Nisa, 4/134). Sevap kazanmanın en güzel yollarından biri, yapılan bütün işlerde Allah rızasını kazanmak, Kur'an diliyle, " Allah'a güzel bir ödünç vermektir" (  el-Bakara, 2/245; et-Tegabün, 64/17).

Nice insanlar vardır ki, yaptıkları hayırları gizler ve başkalarına göstermeden yardımlarını onlara ulaştırırlar. Bu güzide insanlar hakkında Cenab-ı Hakk, Mallarını gece ve gündüz, açık-gizli hayra sarfedenlerin mükâfatları Allah katındadır. Onlar için ne bir korku, ne de üzülme vardır" (  el-Bakara, 2/274) buyurur.

İslâm dini insanları daima iyilik yapma yolunda yardımlaşmaya, kötülük yolunda ise bundan uzak kalmaya çağırmıştır (  el-Mâide, 5/2). Bu dünya hayatında müslümanın görevi Rabbinin huzuruna günahla değil, sevapla çıkmak olmalıdır; "Şurası muhakkak ki, kim Rabbine günahkâr olarak varırsa Cehennem sırf onun içindir. O ise orada ne ölür, ne de dirilir" (  Tâhâ, 20/74). Sevap konusunda bir noktaya iyi dikkat etmek gerekir :  Bu dünya hayatında kişilerin aklî ve bedenî kuvvetleri yerinde iken hayır ve iyilik yapmaları, sevaba vesile olacak faaliyetleri bizzat yürütmeleri gerekir. Yoksa ölüm gelip çattığı zaman dövünmenin bir faydası olmayacaktır. Nitekim; "Herhangi birinize ölüm gelip de; "Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!"demesinden önce size verdiğimiz rızıktan harcayın" (  el-Münâfıkû»n, 63/10) âyeti, durumu böyle olanların halini gayet güzel bir şekilde açıklamaktadır.

İslâm açısından sevap, müslümanlar arasında dayanışma ve sevgi bağlarının kuvvetlenmesini sağlayan güzel bir davranıştır. Sevap duygusu ve sevap işleme aşkı, Allah ile kulların birbirlerine bağlanmasını sağlayan en güzel bir köprüdür. Bu bakımdan dilimizde, "sevaba girmek", "sevap işlemek" ve "sevap kazanmak" vb. deyimler hayır işleri ve hayırlı teşebbüslerde daima hatırımıza ilk gelen cümleler olmuştur.

İslâm'a göre sevap kavramını iki ana grupta toplamak mümkündür :  1. Kullar için sevap, 2. Allah için sevap. Ancak kullar ve Allah için olan sevapların kesin hududunu çizmek de kolay değildir. Daha umumi bir açıdan İslâm'a göre sevabı, dinin kesinlikle vazife saydığı faaliyetler dışında kalan ve insanın kendi arzusuyla yaptığı fiiller diye tarif etmek mümkündür.

Sevap nedir?

İyi bir davranışa karşı Allah tarafından verilecek mükafat; Allah'ın rızasına uygun ve ahiret mükafatına layık iyi iş İslam dinine uygun olarak girişilen iyi davranışlara karşı Allah'tan umulan mükafatların tamamını dile getiren "sevab"ın karşıtı olarak dilimizde günah ve azap kelimeleri kullanılmaktadır.

Buna göre ahirette sevabı günahından yüksek olanlar ebedi saadete kavuşacak, cennete gönderilecek, günahı sevabından çok olanlarsa azap ile karşılacaklardır. Ehl-i Sünnette genel kanı Mü'min kişinin günahı sevabından çoksa bile, azabının ebedi olmayacağı, günahlarının cezasını bir süre azap çekerek gördükten sonra cennete alınacağı yolundadır. Haricilikte ise günahkar kişi dinden çıkmış sayılabilir ve bu sebeple öldüğünde ebedi azap görebilir.
En büyük sevaplar nelerdir?

1- Bir İnsanın hayatını kurtarmak.

2- Evlat edinmek.

3- Doğru ve dürüst olmak.

4- Daima ileri götüren yolları tanımak ve tanıtmak.

5- Fakirleri okutmak.

6- Ailen için harcama yapmak.

7- Elden ayaktan düşenlere, engellilere, aciz durumda olan canlılara yardım etmek.

8- İnsanlık için iyi şeyler yapmak.

9- Bir başkasının hayatı için kendi hayatını feda etmek.
İslam açısından sevap

İslam açısından sevap, müslümanlar arasında dayanışma ve sevgi bağlarının kuvvetlenmesini sağlayan güzel bir davranıştır Sevap duygusu ve sevap işleme aşkı, Allah ile kulların birbirlerine bağlanmasını sağlayan en güzel bir köprüdür Bu bakımdan dilimizde, "sevaba girmek", "sevap işlemek" ve "sevap kazanmak" vb deyimler hayır işleri ve hayırlı teşebbüslerde daima hatırımıza ilk gelen cümleler olmuştur.

İslam'a göre sevap kavramını iki ana grupta toplamak mümkündür :

1- Kullar için sevap.

2- Allah için sevap.

Ancak kullar ve Allah için olan sevapların kesin hududunu çizmek de kolay değildir Daha umumi bir açıdan İslam'a göre sevabı, dinin kesinlikle vazife saydığı faaliyetler dışında kalan ve insanın kendi arzusuyla yaptığı fiiller diye tarif etmek mümkündür.
Diğer dinlerde sevap

Sevap ve günah terimleri bütün dinlerde, özellikle İslam'dan önceki Musevilik ve Hıristiyanlıkta da mevcuttur içerik ve kapsam farklı olmakla beraber, bu iki dinde de sevap, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak ve insanlara yararlı olmak için girişilen her türlü iyi davranışları ifade için kullanılmaktadır. Kitab-ı Mukaddes'in genel esprisi, insanları sevaba teşvik ederek günahlardan sakındırmaktır. İslam'ın zina, hırsızlık, haksız yere adam öldürme gibi haram ve günah saydığı hususlar, tahriften korunabilmiş tevrat ve İncil metinlerinde de haram ve günah olarak kabul edilmiştir.
Sözlükte sevap ne anlama gelmektedir?

1- Hayırlı bir davranış karşısında tanrı tarafından verileceğine inanılan ödül.

2- Tanrı tarafından ödüllendirileceğine inanılan davranış.



Müstehab Nedir?


Lügatte, "sevilmiş şey" mânâsına gelir. Istılahta ise Resûlüllah Efendimizin (  asm) arasıra yapmış oldukları şeydir. Kuşluk namazı gibi. Peygamber Efendimiz (  asm), müstehab denilen hususları sevip zaman zaman yapmışlar, Selef-i Sâlihîn de bunları seve seve işlemiş ve diğer ehl-i îmânı da yapmaya teşvik etmişlerdir. Müstehaba, sünnet-i gayr-i müekkede hükmünü verenler olduğu gibi, mendub, nâfile, tatavvu`, edeb ismini verenler de vardır. Bilhassa güzel ve medhe lâyık bir haslet ve davranış olması sebebiyle, fıkıh kitablarında müstehab yerine edeb tabiri çok kullanılmıştır. Edeb`in çoğulu âdâb`dır.

Müstehabın önemi


Sual :  (  Sağdan başlamak, teke riayet etmek müstehabdır) deniyor. Müstehab nedir? Mesela, abdestte yüzü sağdan sola doğru yıkamak müstehab mıdır?
CEVAP
Evet. (  Allah sağdan başlamayı sever), (  Suyu sağdan dağıtın!), (  Sağ elle yiyip için, sağ elle alıp verin; çünkü şeytan, sol eliyle yiyip içer, sol eliyle alıp verir), (  Karşınıza iki yol çıkarsa, sağdan yürüyün!) hadis-i şeriflerine uymalı. Bir şey karıştırırken, mesela çay, çorba, ayran gibi şeyleri, sağdan sola doğru karıştırılmalı. Otobüse binince sağ tarafa oturmalı. Bir şey alırken veya bir şey verirken teke riayet etmeli, 1, 3, 5, 7 gibi tek olmasına dikkat etmeli. Teke riayet etmek de sağdan başlamak gibi sünnet-i zevaiddir. Bunlar müstehabdır.

Müstehab demek, Resulullah'ın “sallallahü aleyhi ve sellem” ömründe birkaç kere yaptığı şeylerdir. Müstehabı işlemeyene günah olmaz. Ama müstehabı işleyene sevab çoktur. (  İslâm Ahlâkı)
Bazen, müstehab deyince sünnet anlaşılır. (  S. Ebediyye)

İmam-ı Rabbânî hazretleri, Mevlana Salih’e bahçeden birkaç karanfil getirmesini emretti. Onun, altı tane karanfil getirdiğini görünce buyurdu ki :

(  Bizim en aşağı talebemiz, en azından (  Allahü teâlâ tektir, teke riayet edeni sever) hadis-i şerifini bilir. Teke riayet müstehabdır. İnsanlar müstehabı ne zannediyorlar? Müstehab, Allahü teâlânın sevdiği şeydir. Eğer dünya ve âhireti Allahü teâlânın sevdiği bir şey için verseler, hiçbir şey vermemiş olurlar.)

Bu kadar kıymetli olan müstehaba, bazı örnekler bildirelim :
Abdesti bozulunca tekrar abdest almak ve mekruh vakit değilse, o abdestle iki rekât Sübha yani abdest için şükür namazı kılmak müstehabdır. (  S. Ebediyye)

Abdestten artan suyu, kıbleye karşı ayak üzere içmek müstehabdır. (  İslam Ahlâkı)
Abdestten sonra çamaşırına biraz su serpmek müstehabdır. (  Mızraklı İlmihâl)
Namaz kıldıktan sonra, abdestli iken, yeni namaz için bir daha abdest almak müstehabdır. (  S. Ebediyye)

Abdest alırken dişleri temizlemek sünnettir. Bunu misvakla yapmak müstehabdır.
Abdest alırken, dua okumak veya her uzvu yıkarken kelime-i şehadet getirmek müstehabdır. (  S. Ebediyye)
Abdestte üzerine su sıçratmamak, kıbleye karşı almak, kimseden yardım istememek, kalan sudan içmek, abdestten sonra kurulanmak, kelime-i şehadet getirmek, üç kere Kadr sûresini okumak ve iki rekat namaz kılmak müstehabdır. (  İslam Ahlâkı)

Tuvalete özel pijama ile ve başı örtülü olarak girmek müstehabdır. (  S. Ebediyye)
Taharetlendikten sonra, arta kalan yaşlığı kurulamak müstehabdır. (  S. Ebediyye)
Kağıt oyunlarını oynadıktan sonra tekrar abdest almak müstehabdır. (  Ebussuud Efendi Fetvaları)
Misafiri üç gün ağırlamak sünnet, daha fazlası ise müstehabdır. (  S. Ebediyye)
Kabir ziyaret ederken, kıbleyi arkada bırakıp, meyyitin yüzüne karşı oturup selam vermek müstehabdır. (  İhya)

Duaların sonunda hamd etmek müstehabdır. (  Berîka)
Dua ederken avuçları açmak, iki el arası açık olmak, kolları göğüs hizasına kaldırmak, duadan sonra elleri yüze sürmek müstehabdır. (  İslam Ahlâkı)
Duayı abdestli okumak müstehabdır. (  S. Ebediyye)

Bir yere toplanırken, oradan dağılırken, abdest alırken, abdestten sonra, kitap okurken, dînî sohbete ve önemli işlere başlarken salevat okumak müstehabdır. (  Redd-ül-muhtar)
Kurban etinin üçte birini fakirlere vermek müstehabdır. (  S. Ebediyye)
Kendi mezhebinde mekruh değilse, başka mezheplerdeki farzları yapmak müstehabdır. Mesela Mâlikî veya Hanbelî olanın uyluklarını kapatması farz değil, ama Hanefî ve Şâfiî'de farzdır. Mâlikî ve Hanbelî olanın uyluklarını kapatması müstehab olur. (  Redd-ül-muhtar)

Başka mezhebin farzlarına ve müfsidlerine uymak müstehabdır. Mesela Hanefîlerin yabancı kadına dokununca abdest almaları müstehab olur. (  İbni Abidin)
Güzel giyinmek, güzel koku sürünmek müstehabdır. (  Bahr)

Diğer üç mezhepte abdesti bozacak şey olunca, abdest almak müstehabdır. (  İslam Ahlâkı)
Hayız bittikten sonra, gusletmeden vaty caiz ise de, gusletmek müstehabdır. (  Dürr-ül muhtar)
Mevlid Kandili’nde, mevlidi Allah rızası için okumak, salevat-ı şerife getirmek, tatlı şeyler yedirip içirmek, hayrat ve hasenat yapmak, böylece, o gecenin şükrünü yerine getirmek müstehabdır. (  Ni'met-ül kübrâ, Hadîka, M. Nasihat)

Yatsı namazını kış aylarında gecenin üçte birine kadar geciktirmek müstehabdır. Vitir namazını ise gece yarısından sonra kılmak müstehabdır. (  Mektubat-ı Rabbânî)
Sabah namazını cemaatle kılarken her mevsimde ortalık aydınlanıncaya kadar beklemek müstehabdır. (  S. Ebediyye)

Son teşehhütte Rabbena’dan sonra, âyet ve hadislerde geçen duaları okumak müstehabdır. (  S. Ebediyye)
Rükû ve secde tesbihlerini 5, 7, 9 veya 11 kere söylemek müstehabdır. (  S. Ebediyye)
Kapalı yerdeyken deprem olursa, oradan dışarı kaçmak müstehabdır. (  Bezzaziyye)

Son sünneti, farz ve ilk sünneti kıldığı yerden başka yerde kılmak müstehabdır. (  İmdad-ül-fettah)
Yalnız kılanın, gece kıldığı farz veya nâfile namazlarında, sesli okuması müstehabdır.
Evvabin namazı kılmak müstehabdır. O vakitte 6 rekât kaza namazı kılan Evvabin namazı da kılmış olur. Çünkü müstehab ve sünnet, farzın yanında denizde damla bile değildir. (  Mektubat-ı Rabbânî)
Öğlenin ve yatsının farzından sonra dört rekât ve akşamın farzından sonra altı rekât daha kılmak müstehabdır. (  S. Ebediyye)

Yatsının farzından önce 4 rekât namaz kılmak müstehabdır. (  Dürr-ül muhtar, İhtiyar, Halebî)
Beş vakit namazdan sonra, hemen bir Âyet-el kürsi ve 99 tesbih ve bir tehlil okumak müstehabdır. (  İslam Ahlâkı)
Şükür secdesi yapmak müstehabdır. (  S. Ebediyye)
Ölü yıkayacak kimsenin, önce gusletmesi müstehabdır. (  S. Ebediyye)
Sünnete uygun okunan ezanı işitenin, oturuyorsa kalkması, yürüyorsa durması müstehabdır. (  İslam Ahlâkı)

Çocuk için akika kesmek müstehabdır. (  S. Ebediyye)
Resulullah efendimiz için kurban kesmek müstehabdır. (  S. Ebediyye)
Kadınların, misvak yerine sakız çiğnemeleri müstehabdır. (  İslam Ahlâkı)
Yalan söyleyerek özür dileyeni affetmek müstehabdır. (  İslam Ahlâkı)
İnsanlara müdara etmek müstehabdır. Yani, herkese karşı tatlı dilli, güler yüzlü olmalıdır. (  İslam Ahlâkı)

Düğün davetine gitmek sünnet, başka ziyafetlere gitmek müstehabdır. (  İslam Ahlâkı)
Mektupla [maille, mesajla] gelen selamı okuyunca hemen (  ve aleyküm selam) demek farzdır. Bunu yazıp cevap olarak göndermek müstehabdır. (  S. Ebediyye)
Beyaz ve siyah giyinmek müstehabdır. (  İbni Âbidin)

Vakit girdiği kesin anlaşılınca iftarı namazdan önce yapmak müstehabdır. (  Tahtâvî)
Yatsı namazını kıldıktan sonra, ihtiyaç olmadıkça konuşmamak müstehabdır.
Cumartesi gününe gelse de, Arefe günü oruç tutmak müstehabdır.

Nimeti göstermek için, iyi ve kıymetli giyinmek müstehabdır. (  Redd-ül-muhtar)
Allahü teâlânın ismini söyleyince, işitince, yazınca, celle celalüh, teâlâ gibi saygı sözlerinden birini söylemek, yazmak birincisinde vacib, tekrarında ise müstehabdır. Resulullah efendimizin ismini işitince salevat söylemek de böyledir. (  Redd-ül-muhtar)
Eshab-ı kiramın isimlerini yazarken, okurken ve işitince, “radıyallahü anh” demek müstehabdır. (  S. Ebediyye)
Âlimlerin ismi geçince, “rahmetüllahi aleyh” demek müstehabdır. (  Redd-ül-muhtar)
Hutbede, dört halifenin isimlerini söylemek müstehabdır. (  S. Ebediyye)
Büyükler geldiği zaman, kalkarak karşılamak müstehabdır. (  S. Ebediyye)

Salihlerin ve evliya zatların kabirlerinden bereketlenmek müstehabdır. (  İhya-ül-ulum)
Üzerinde Allahü teâlânın hakkı veya kul hakkı bulunan kimsenin, iki şahit yanında vasiyet etmesi veya yazması vacibdir. Üzerinde hak bulunmayanın vasiyet etmesi müstehabdır. (  S. Ebediyye)
Camiye sağ ayakla girmek, girince sağ tarafa oturmak müstehabdır. Ayakkabı, gömlek giyerken, başı tıraş ederken ve tararken, tırnak keserken, Müslümanın evine ve odasına girerken, sadaka verirken sağdan başlanır. Bunların zıddı olanları yaparken, mesela ayakkabı, çorap, elbise çıkarırken, Müslümanın evinden, odasından çıkarken, tuvalete girerken, sümkürürken, taharetlenirken soldan başlamak müstehabdır. Özürsüz bunların tersini yapmak, tenzihi mekruh olur. Sağ elle yiyip içmek, sağ elle kurban kesmek, sağ elle yazmak, çay, kahve, su gibi şeyler verirken sağdan başlamak müstehabdır. (  S. Ebediyye)

İmam-ı Nevevî hazretleri buyuruyor ki :  Mübarek, şerefli ve temiz işleri yaparken sağdan başlamak müstehabdır. Bunlara Sünen-i zevaid denir. Tekili Sünnet-i zaidedir. Ayakkabı, gömlek giyerken, saç tararken, misvak kullanırken, tırnak keserken, el, ayak yıkarken, mescide girerken, heladan çıkarken, sadaka verirken, yemek yerken, su içerken sağdan başlanır. Bunların zıddı olanları yaparken, mesela ayakkabı çıkarırken, taharetlenirken, sümkürürken soldan başlamak müstehabdır. Bunların tersini yapmak tenzihi mekruhtur. (  Hadîka)

İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki :  Resulullah'ın âdet olarak yaptığı şeyleri yapmamak bid'at değildir. Bunları yapıp yapmamak, ülkelerin ve insanların âdetlerine bağlı olup, dînî hükümler değildir. Her ülkenin âdeti başka başkadır. Hattâ bir ülkenin âdeti zamanla değişir. Bununla beraber, âdete bağlı şeylerde de, Resulullah’a “sallallahü aleyhi ve sellem” uymak, dünya ve âhirette insana çok şey kazandırır ve çeşitli saadetlere yol açar. (  1/231)

Mendub Nedir ?
Mendub Kelime olrak Adabdandir Demekdir yani mesela peygamber misafir gelince önce ev sahibi baslar demesi yani ev sahibi isen önce baslayip misafiride davet etmek israr etmemek belki baska yerde yedi mesala kurban bayrami gibi iki üc yer ziyaret etti heryetde yedi sana geldi tika basa dolu aman illa ye olmaz ne yapcan koycan sofrayi sen önden baslayacan buyrunuz diyecen müsaitse yer zaten degilse ymez, utanip untanmadigida belli olur, ona göre israr gezrekir  mendub yani adabdandir yine gümüs altin tabak catal bicak kullanmamak, bu neden böyledir islamin mütevazi olusundandir adabindandir yoksa gümüsden yenmez dmek ahmklikdir neden cünkü en temiz element gümüs niye yenmesin ondan amma gümüs kab kacak yapmak onlarla sükse yapmak zenginlik ve karunluk olcagi için, yoksa gümüs altin elemnlerin en temizleri paslanmazlari ve onlar zaten kab kacak yapcak kadar cok degil, israf olur onlari böyle bir alanda kullanmak, yani edeb adabdandir demek mendub demek o yörenin ve insanglin halkin adabindandir .

HELÂL NEDİR?

Helâl, Allah tarafından müsaade edilen, zararsız şeydir. Helâlin özelliği; güzeldir, faydalıdır ve temizdir.


HARAM NEDİR?

Haram, Cenab-ı Allah tarafından kesin olarak yasaklınmış olan şeydir. Haramın özelliği; çirkindir, faydasızdır, zarar verir.

Kur’an’da şöyle buyrulur.

“Kendileri için nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar, de ki :  Bütün iyi ve temiz şeyler size helâl kılınmıştır.” (  Mâida Sûresi  :  4)

Hz. Peygamber de şöyle buyurur :

“Helâl Allah’ın Kur’an’da helâl kıldığı şey, haram ise, Allah’ın Kur’an’da haram kıldığı şeydir. Allah bir çok haramlar koymuştur, sakın onları çiğnemeyin, koyduğu sınırı aşmayın.”

Haramla helâl arasında bir de şüpheli şeyler vardır. Hz. Peygamber şöyle buyurur :

“Helâl de haram da açıktır. Bunların arasında şüpheli şeyler vardır. Bunu çokları bilmez. Şüpheli şeye düşen harama düştü demektir. Yasak olan korunun kenarında sürüsünü otlatan çoban gibidir, yasağa düşmesi yakındır. Uyanık olun, her melikin korusu vardır, o da haramlardır. Bedende bir et parçası vardır, o temiz olursa, bütün beden temiz olur, o bozuk olursa, bütün vücut bozulur. İşte o kalptir.” (  Ramuz el-Ehadis) 204/6)

İslâmda kalp temizliği esastır. Kalbin temiz olabilmesi için bedenin temiz olması lâzımdır. Bedenin temiz olabilmesi için de yenilip içilenin temiz olması gerekir. Hz. Peygamber, “ İnsan yediğinden ibarettir” diyor. Yenilip içilen helâlden olmazsa, insanın organları bile insana isyan eder, itaat etmez. Kalp de kararır.



DİNİN GAYESİ NEDİR?

Dinin gayesi, insanın korunması ve insanın zarar görmemesidir. Dinin her emri ve her yasağı, insan yararınadır. İslâm, emir ve yasaklarla, insanın iki cihan saadetine kavuşmasını ister.

İnsanın yapıp da fayda görebileceği islâm’ın herhangi bir yasağı olmadığı gibi, yapıp da zarar görebileceği bir emride yoktur. İslâm’da faydalı olan şeyler emredilmiş, zararlı olan şeylerde yasaklanmıştır. Faydalı olduğu halde yasaklanan, zararlı olduğu halde emredilen bir şey yoktur.

İnsanın harama düşmemesi için islâm, başta tedbirler koymuştur. Meselâ; fuhuşu önlemek için bakmayı, dokunmayı, konuşma sınırını aşmayı, kötü düşünceyi, kötü ortamı, kötü arkadaşlığı ve karşı cinsle yalnız kalmayı yasaklamıştır. Yani harama götüren yolu tıkamış ve onu da haram kılmıştır.

Bir de islâm’da zararı faydasından çoksa, o şey haram kılınmıştır. En önemlisi de bir şey haram kılınırken onun alternatifi gösterilmiş ve tavsiye edilmiştir. Örnek verecek olursak :  Faiz yerine helâl kazanç, zina yasaklanırken evlilik alterantif gösterilmiştir. İçki yasaklanırken diğer temiz şeyler helâl kılınmıştır.

BİRŞEYİN HARAM KILINMASINDA ÖLÇÜ NEDİR?

İslâm’da bir şey zararlı ise veya zararı faydasından çoksa yasaklanmıştır ve haram kılınmıştır.

Kur’an’da şöyle buyrulur :

-“Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder. Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar.” (  A’raf  :  157)

-“Temiz şeyler size helâl kılınmıştır.” (  Mâida  :  4)

Bu âyetlere göre iyi ve temiz helâl kılınmıştır, pis ve zararlı olan şeyler de haram kılınmıştır. Buna göre yasaktaki ölçü şudur :

-İslâm’da rastgele emir ve yasak yoktur.

-Emir ve yasaklarda fayda ve zarar söz konusudur. Faydalı olduğu halde yasak, zararlı olduğu halde helâl kılınmış, bir şey yoktur.

-İslâm; insanın ruh sağlığının, beden sağlığının, dininin, aklının, canının, malının ve neslinin korunmasını hedef almıştır.

-İslâm görünümü ve kokusu iyi olmayanı yasaklamıştır.

-İslâm, ferdi, aileyi ve toplumu korumayı hedef almıştır.

Cenab-ı Allah şöyle buyurur :

“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin.” (  Bakâra  :  172)

İslâm’ın hayat anlayışı da diğer beşeri sistemlere benzemez. Hayat, doğumla ölüm arasında geçen idealsiz, anlamsız bir zaman değildir. İnsan, hayatını nasıl geçirdiğinden sorumlu olacaktır. Hayatının her anının hesabını Rab’bına iğneden ipliğe verecektir. Bunun için insanın hayatına ölçüler konmuş prensiplere bağlanmıştır. Yani insanın hayatına sınır çizilmiştir, emirler, yasaklar konmuştur. İnsan başıboş bırakılmamıştır.

İslâm’ın koyduğu kurallar, insanın şerefini, haysiyetini, iffet ve namusunu, hakkını korumak aynı zamanda insanı kötülüklerden alıkoymak, insanı iki cihan saadetini tattırmak içindir.

İnsan, islâm’ın koyduğu kurallara uyduğu zaman kendine, ailesine, içinde yaşadığı topluma ve insanlığa faydalı hale gelir. Üzülmez, maddi ve manevi kayba da uğramaz.

Dinin bir amacı da; insanı olgunlaştırmaktır. İnsanı faydalı hale getirmektir. Onun için islâm peygamberi :  “En hayırlınız, insanlara en çok faydalı olandır” buyurmuştur.

İslâm’ın emir ve yasaklarının arasında “Bu neden böyle” diyebileceğimiz bir emir veya yasağı yoktur. İslâm, faydası olan hiçbir şeyi yasaklamamış, zararlı olan hiçbir şeyi de emretmemiştir. Bunun için islâm’ın yasağında menfaat aranmaz, fayda ve şifa aranmaz.

Bundan başka, Allah’ın emir ve yasaklarının herbirinde bildiğimiz hikmetlerin yanında bilmediğimiz nice hikmetler vardır. Allah’ın hiçbir işinde lüzumsuzluk ve manasızlık asla yoktur.

Kısacası islâm’ın her emir ve yasağı insan yararınadır. İslâm’da herşey insan mutluluğu içindir.



HELÂL VE HARAMDA KURALLAR


1-Bir şeyi helâl ve haram kılma yetkisi Cenab-ı Allah’a aittir.

2-Helâl, haram eşyanın aslındadır.

3-Haram, bir şeyin çirkin ve zararlı oluşundandır.

4-Helâl, güzel ve faydalı olan şeydir.

5-Helâli haramlaştırmak haramı helâllaştırmak Allah’a ortak koşmaktır. Bu konuda hilede haramdır.

6-Harama götüren şeyde haramdır.

7-Sadece iyi niyet, haramı helâl kılmaz.

8-Haram herkes için haramdır ve her yerde haramdır.

9-Çoğu haram olanın azıda haramdır.

10-Haramda fayda ve şifa aranmaz. Haram telef olur.

11-Haram, kıyamete kadar haramdır. Haram helâle dönüşmez.

12-Haram, Kur’anda, sünnette, icma ve kıyas yolu ile haram kılınan şeydir.

13-Hakkında âyet ve hadis bulunan konularda kıyas yapılmaz, fetva verilmez.

14-Zaman ve şartlar haramı helâl kılmaz.

15-Harama sebep olmakda, ortam hazırlamak da haramdır.

16-Her günah ve haramda küfre giden bir yol vardır.

17-Helâle haram karışırsa, onu da haramlaştırır.

18-Dinen haram olduğu açıkça bildirilen bir işi yapanın elde ettiği haramdır.

-Cuma saatinde üzerine Cuma farz olanın kazancı helâl olmaz.

-Fıkıh alimlerine göre tesüttürsüzün kazancı helâl olmaz.

19-Şüpheli ve tartışmalı şeylerden kaçınmak esastır.

20-Bir şey yalnız Kur’anda haram kılınmış olabilir. Veya sadece peygamberin sünnetinde haram kınılmıştır. İcma ve kıyas yolu ile haram kılınmıştır. Yani islâm da ölçü sadece Kur’an değildir. İslâm’da dört kaynak vardır.

Helal, dinin kurallarına aykırı olmayan, dince yasaklanmamış olan şeylerdir. Dinen yapılması veya yenip içilmesi yasaklanmayan, serbest bırakılan şeyler helaldir.

Allâh ve Rasûlü'nün bir şeyin helal olduğunu belirtmesi veya işlenmesinde günah olmadığını bildirmesi, o fiilin helâl olduğunu gösterdiği gibi, o fiil veya şeyin yasaklandığına dair bir delil bulunmaması da helâl olduğunu gösterir.

Helal olan eylemlerin ne yapılmasında sevab vardır, ne de yapılmamasında günah vardır. Haramda ise yapılmasında günah vardır, yapılmamasında sevab vardır.

Bir şeyin helal olması, yapılabilir olduğu anlamına geldiği için, eylem mübahtır, caizdir. Bu sebeple helal yerine mübah ve caiz sözcüğünün de kullanıldığı olur.


Mübah Nedir?

Yapılmasında veya terkinde dinî yönden hiçbir mahzûru bulunmayan, yani, mükellefin yapıp yapmamakta tamamen serbest olduğu işlerdir. Oturmak, yemek, içmek, uyumak gibi... Mübah olan bu gibi işlerin ne yapılmasında sevab vardır, ne de terkinde günah... Ancak bu fiilleri işlerken, mü`min sünnet-i seniyyeyi düşünür, o niyetle hareket ederse o vakit sünnet sevabını kazanır. Eşyada aslî vasıf, mübah ve helâl olmaktır. Mübahlığın ortadan kalkması için, o şey`in mübah olmadığına dair bir şer`î delil gerekir. Mübahlığı ortadan kaldırıcı bir delil olmadığı müddetçe, eşya mübahlığını korur. Helâl ise, yapılması câiz görülen, işlenmesinde dinî yönden hiçbir mahzur bulunmayan şeydir. Helâlin her türlü şâibeden uzak, saf ve temiz olan kısmına "(:::)" denir. Her (:::) şey helâl, fakat her helâl olan şey ise (:::) değildir.



    Mubah kelimesi sözlükte “açığa çıkan, açıklanan, serbest bırakılan şey” demektir.

Dinî bir terim olarak, sözlük anlamıyla bağlantılı olarak, şâriin mükellefi yapıp yapmamakta serbest bıraktığı fiilleri ifade eder. Helâl, câiz, mutlak gibi terimler de, genelde aynı mânada kullanılır ve mükellefin yapması veya terketmesi halinde herhangi bir övgü yahut kınamayı gerektirmeyen davranışlarını belirtir. Bununla birlikte aralarında bazı cüz’î anlam farklılıkları bulunduğu için mubah teriminin yanı sıra câiz ve helâl terimleri üzerinde de ayrıca durmak gerekir. Fıkıh usulünde şer‘î-teklifî hüküm beş kategoride ele alınır. Bunlardan vâcip ve mendup yapılması gerekenleri, haram ve mekruh ise yapılmaması gerekenleri ifade eder. Mubah ise iki gruba da dahil olmayıp yapılması veya terkedilmesi yönünde herhangi bir şer‘î-dinî yükümlülüğün bulunmadığı fiil ve konumu ifade eder. Bazı usulcüler mubahı, şâriin yapılmasına izin verdiği fiiller olarak da tarif ederler.

Bir fiilin mubah olduğu; şâriin o şeyin helâl ve mubah olduğunu bildirmesiyle (  meselâ bk. Bakara 2/187, Mâide 5/5), işlenmesi halinde bir vebal ve günahın, dinî bir sakıncanın bulunmadığını ifade etmesiyle (  meselâ bk. el- Bakara 2/173, 235) veya herhangi bir yasaktan sonra gelen emirle (  meselâ bk. el-Mâide 5/2, el-Cuma 62/10) bilinebileceği gibi, o konuda hiçbir dinî yasaklama ve kısıtlamanın bulunmamasıyla da kendiliğinden sabit olur; usulcüler birincisine şer‘î mubah, ikincisine ise aklî mubah adını verirler. Aklî mubah, berâat-i asliyye veya istishâbü’l-asl terimleriyle de açıklanır. Bu da bir fiilin dinî-şer‘î hükmü konusunda herhangi bir açıklama yoksa, “Eşyada kural olan mubah olmasıdır” ilkesi gereğince o fiilin mubah olduğuna hüküm verilmesini ifade eder. Kur’an’da değişik vesilelerle zikredilen “evleniniz, yiyiniz, içiniz, gezip dolaşınız” gibi emirler, esasen helâl ve mubah olan bu fiillerin mubah oluşunu desteklemek veya açıklamaktan çok bu mubah fiillerin işlenmesinde dikkat edilecek kayıt ve şartları, hikmet ve amaçları açıklamaya yöneliktir. Bu itibarla, bu son grup fiilleri de yine aklî mubah kavramı içinde düşünmek gerekir. İbadetler naslara dayanmak durumunda olduğu için “ibadet alanında aklî mubahlık” geçerli değildir; yani şâriin naslarla belirlediği ibadetler dışında ibadet çeşidi icat edilemez, yapılamaz.

Mubahın hükmü, yapılıp yapılmamasının dinen eşit değer hükmünde olması, yapılmasında da yapılmamasında da sevap ve günahın olmamasıdır. Bununla birlikte mubahın iyi niyetle ve ibadet kastıyla işlenmesi halinde fâilin ecir ve sevap kazanacağı da ifade edilir. Bir kimsenin cihada hazırlık amacıyla spor ve beden eğitimi yapması buna örnek gösterilir. Öte yandan, bir fiilin kural olarak mubah olması, o fiilin sürekli ve ölçüsüz şekilde işlenmesi veya terkedilmesinin de mubah olduğu anlamına gelmez. Kişinin dilediği zamanda istediği yemek çeşitlerinden yemesi mubah olmakla birlikte bu konuda ölçüsüz davranırsa, meselâ aşırı beslenir veya açlık grevi yaparsa artık bu fiil mubah olmaktan çıkıp duruma göre mekruh, haram gibi dinî hükümler alır. Bu yüzden de bazı usulcüler mubah fiillerin, cüz’îye nisbetle bu hükmü taşısa bile, külliye nisbetle ya yapılması ya da terkedilmesi gereken bir fiil olduğunu belirtirler.

Aynı anlayışın devamı olarak, temiz ve mubah olan şeyleri tamamen terketmenin mekruh ve bazan haram, bunlardan kişinin mâkul ve meşrû ölçüler içinde yararlanmasının genel hükmünün mendup, onlardan bazılarını bazan yapıp bazan yapmamasının özel (  cüz’î) hükmünün ise mubah olduğu ifade edilmiştir. Oyun ve eğlence, gezip dolaşma ve dinlenme esasen ve tek tek ele alındığında mubah davranışlar olduğu halde bunları devamlı bir âdet ve alışkanlık haline getirip hayatın diğer ödevlerini aksatacak şekilde ölçüsüz ve aşırı davranma mekruh veya haram görülmüştür. Aynı şekilde karıkoca arası cinsel ilişki kaideten mubah olduğu halde bunun devamlı ve kasten terkedilmesi, taraflara veya taraflardan en az birine açık bir zarar vereceği ve evliliğin önemli bir amacını yok edeceği için haram sayılmıştır. Bu yaklaşım, İslâm’ın ferdî ve sosyal hayatı bir düzen ve bütünlük içinde ele alıp kişinin kendine, toplumuna ve Rabbine karşı ödevlerini birbiriyle irtibatlandırması ve böylece hayatın bütün yön ve ayrıntılarına dinî, ahlâkî hatta estetik bir anlam kazandırmasıyla açıklanabilir.


Mekruh ne demektir, hükmü nedir, varsa kaça ayrılır?


Mekruh, Haram kadar kesin olmamakla beraber, islamda yapılmaması istenen, hoş görülmeyen, beğenilmeyen şeye mekruh denir. Dinimizce yasaklanmamış olsa da yapılmaması istenen şeylerdir.

Kısaca haram olmayan, ancak harama yakın olandır.

Mekruh ikiye ayrılır.

1- Tahrimen mekruh :
Harama yakın olan mekruhtur. Bunları kasıtla işleyen günahkar olur. Cehennem azabına layık olur. Namazda vacipleri özürsüz terk ederek tahrimen mekruh işleyenin, o namazı iade etmesi vaciptir. Tahrimen mekruh işlemek, küçük günah olur. Küçük günaha devam edenin adaleti gider fasık olur.

Örneğin; Akşam namazından önce nafile kılmak, altın ve gümüş kap ile yiyip içmek ve kullanmak, imamdan önce rükuya veya secdeye gitmek yahut önce kalkmak vb. tahrimen mekruhtur.

2- Tenzihen mekruh :  Mubah, yani helal olan işlerine yakın olan, yapılmaması yapılmasından daha iyi olan işlerdir. Mekruh tek başına kullanınca tahrimen mekruh anlaşılır.

Örneğin; ikinci rekatta birincide okuduğu ayeti tekrar okumak tenzihen mekruhtur.

Mekruh; yapılması dinen doğru bulunmayan, terk edilmesi istenen, yapılmaması yapılmasından daha uygun olan davranışlardır.

Hanefi mezhebine göre mekruh; tahrimen mekruh ve tenzihen mekruh olmak üzere iki kısma ayrılır.
Tahrimen mekruh; harama yakın olan mekruhtur. Vacip olan bir şeyi terketmek gibi. Tahrimen mekruh olan bir şeyi işlememek sevaptır, işleyenin ise azaba uğrama ihtimali vardır.

Tenzihen mekruh; helâle yakın olan mekruhtur. Namazın sünnet ve adabını terk etmek gibi. Tenzihen mekruh olan bir şeyi terkedene sevap, yapana da azab yoktur, kınama vardır.

Şafii mezhebine göre, mekruh tek çeşittir. Şer'in terkedilmesini kesin ve bağlayıcı olmadan istediği şeydir. Bunu terkeden medhedilir, sevap alır, yapan da zemmedilmez, cezalandırılmaz.

Bu kısa açıklamadan sonra mekruh ile ilgili genel bilgiler şunlardır :

Mekruh, Şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiil anlamında usûl-i fıkıh terimidir.

Sözlükte "çirkin bulmak, kötü görmek, istememek; meşakkat, sıkıntı, zorluk" gibi anlamlara gelen kerh (  kûrh, kerahet, kerâhiyyet) kökünden türeyen mekruh kelimesi "içerisinde zorluk ve sıkıntı bulunan, hoşa gitmeyen, çirkin ve kötü görülen şey" demektir. "Kerh" ve "kürhün” aynı mânaya geldiğini söyleyenlerin yanı sıra, bunlar arasında farklılığın bulunduğunu belirten dilciler de vardır.

Kerh, insanın dıştan gelen baskı sonucunda katlanmak zorunda kaldığı meşakkati, kürh ise kendi iradesiyle katlandığı hoş olmayan bir durumu ifade eder. Bu da tabiatı itibariyle hoşlanmadığı ve akıl yahut dinin hükmü açısından tasvip etmediği hususlar olmak üzere iki türlüdür. Dolayısıyla bir kimsenin aynı şey için, "Bunu istiyorum, fakat kerih görüyorum" dediğinde, "Mizaç olarak onu istiyorum, ancak aklî veya şerî bakımdan hoş görmüyorum." anlamını ya da bunun aksini kastetmesi mümkündür.

Aynı kökten türeyen kerih "çirkin görülmüş, hoşa gitmeyen şey", ikrah da "bir kimseyi istemediği ve hoşlanmadığı bir fiili yapmaya zorlamak" anlamına gelir.

Usûl-i fıkıh terimi olarak mekruh genellikle "şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiil" şeklinde tarif edilir. Ayrıca fürû-i fıkıh kitaplarında bazı haram, mekruh ve helâl fiillerin ele alındığı bölümlere "kitâbü'l-kerâhiyye ve'l-istihsân" adı verilir.

Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde kerh kökünden türemiş kelimelerin sözlük anlamlarında sıkça kullanıldığı görülmektedir. Mekruh ise sadece,

    "Bütün bu sayılanların kötü olanları rabbinin nezdinde çirkindir."(  İsrâ 17/ 38 )

mealindeki âyette geçer.  Bundan önceki âyetlerde Allah katında hoşa gitmeyen ve çirkin görülen davranışlar geçim endişesiyle çocukları öldürmek, zinaya yaklaşmak, haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın saygın kıldığı cana kıymak, yetimin malını haksız yere yemek, ölçüye ve tartıya riayet etmemek, hakkında bilgi sahibi olunmayan şeyin ardına düşmek, yeryüzünde böbürlenerek yürümek şeklinde sayılmıştır. (  İsrâ 17/ 31-37).

İlk dönem İslâm âlimlerinden bazılarının bir davranışın dinî hükmünü belirtirken kullandıkları, "Bu mekruhtur; bunu çirkin görürüm" şeklindeki ifadelerde, mekruh kelimesinin ve aynı kökten türeyen fiillerin yerleşik fıkıh usulü terminolojisinde kısmen haram, kısmen de mekruh terimleriyle belirtilen durumları karşıladığı görülür.

Fıkıh usulünde "teklifi hüküm" başlığı altında şâriin mükelleften bir işi yapıp yapmamasını istemesi veya onu serbest bırakması beş ana ihtimale göre ele alınır. Kesin ve bağlayıcı tarzda yapılmasını istedikleri vacip (  farz), kesin ve bağlayıcı olmaksızın yapılmasını istedikleri mendup, kesin ve bağlayıcı tarzda yapılmamasını istedikleri haram, kesin ve bağlayıcı olmaksızın yapılmamasını istedikleri mekruh ve serbest bıraktıkları mubah terimiyle ifade edilir.

Şafiî mezhebine mensup usulcülerce (  mütekellimîn) şâriin mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabı, Hanefî usulcülerince (  fukaha) bu hitabın sonucu hüküm olarak nitelendirildiğinden, birinci gruptakilere göre şâriin bir fiilin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istemesi (  mekruh kılması), ikinci gruptakilere göre böyle bir hitabın sonucu (  o fiilin mekruh olması) hükümdür; fakat Arapça'da her iki anlamı belirtmek üzere "kerâhe" kelimesi kullanılır. Buna karşılık meselâ haramda fiilin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda isteyen hitap "tahrîm", bu hitabın sonucu ise "hürmet" olarak adlandırılır.

Mekruh lafzının fakihler arasında farklı mânalarda kullanıldığını belirten Gazzâlî bunları şöyle açıklar

1. "Haram kılınan (  mahzur)" anlamında. İmam Şafiî çok defa, "Bunu kerih görüyorum" derken haramlığı kastetmiştir.

2. "Tenzîhen yasaklanan" anlamında. Bu mânada mekruh, yapılmasına ceza verilmese de bir fiilin terk edilmesinin işlenmesinden daha iyi olduğunu belirten bir kavramdır.

3. "Yasaklanmış olmasa da en uygun olanın terk edilmesi (  terkü'l-evlâ)" anlamında. Meselâ kuşluk namazının kılınmamasının mekruh sayılması, bu hususta bir yasaklama bulunmasından dolayı değil, faziletinin büyüklüğü sebebiyledir.

4. "Haram kılındığında şüphe ve tereddüt bulunan" anlamında. Meselâ yırtıcı hayvanların etini yemek böyledir. Ancak bu anlamdaki mekruhlar içtihada açıktır. Eğer bir müctehidin içtihadı kendisini söz konusu fiilin haram olduğu sonucuna götürürse, bu onun açısından haram iken içtihadı helâl olduğu sonucuna ulaştıran müctehid açısından helâl sayılır ve artık bunu mekruh addetmenin anlamı kalmaz. Fakat karşı görüş sahibinin bu kanaati müctehidin kalbinde haramlık şüphesi meydana getirdiği takdirde kendi, galip zannı helâllik yönünde olsa bile bu fiil için kerahet kelimesinin kullanılmasında sakınca yoktur. Nitekim Hz. Peygamber (  asm),

"Günah kalbin rahatsızlık duymasıdır.” buyurmuştur. (  bk. Mustasfâ, 1/66-67)

Gazzâlî'nin mekruhun anlamıyla ilgili bu açıklamaları Fahreddin er-Râzî, Seyfeddin el-Âmidî, İbnü'l-Hâcib, Zerkeşî ve Şevkânî gibi usulcüler tarafından benzer ifadelerle nakledilmiştir. Fıkıh usulünde genellikle mekruh terimiyle kastedilen, Gazzâlî'nin saydığı anlamlardan ikincisi yani tenzîhen yasaklananlardır. Bu da dinen kesin bir yasağa konu olmayıp, ilgili delillerden terkedilmesinin işlenmesinden daha iyi olduğu anlaşılan durumları belirtmektedir. Zerkeşî "terkü'1-evlâ" (  hilâfü'l-evlâ) adı verilen durumların usulcülerce ihmal edildiğini ve fakihlerce ele alındığını, fakat çoğunluğun kerahet ile ibâha arasında yer alan bu durumların mekruh olarak nitelenmesine karşı çıktığını belirtir.

Usul eserlerinde mekruhun mahiyetini belirlemeye yönelik incelemeler daha çok bunun yasaklanmış bir fiil sayılıp sayılmayacağı, onu işlemenin mâsiyet ve günah olup olmadığı ve bu tür fiillerin kabih/çirkin olarak nitelenip nitelenemeyeceği tartışmaları üzerinden yürütülmekte, bunun simetriği kabul edilen mendup teriminin incelenmesi esnasında belirtilen görüş ve gerekçelere atıf yapılmaktadır. Mu'tezile âlimleri ise mekruhu "terkedilmesinde herhangi bir maslahat bulunan fiil" şeklinde tanımlamışlardır. (  Zerkeşî, 1/296-303)

Şâriin bir fiilin yapılmamasını kesin olarak yasaklamaksızın istemesi değişik şekillerde olabilir; bunların başlıcaları şunlardır :

1. Kesin yasak anlamına gelmeyecek bir bağlamda "kerâhe" lafzını kullanması. Meselâ Hz. Peygamber'in, "Allah analara saygısızlık göstermeyi, kız çocuklarını diri diri gömmeyi -ödenmesi gereken hakkı- önlemeyi ve -hak edilmeyen şeyi- istemeyi haram kılmıştır. Onun bunun dediklerini aktararak vakit geçirmeyi, çok soru sormayı ve malı boşa harcamayı da sizin için mekruh görmüştür (  bk. Dârimî, Rikâk, 38; Buhârî, Zekât, 53; Müslim, "Akzıye", 10, 13, 14) mealindeki hadisinin son cümlesinde "kerâhe" kökünden türemiş bir fiil kullanılmıştır.

2. Yasaklayıcı bir sîga kullanmakla beraber bunun haramlığı değil, mekruhluğu ifade ettiğini gösteren başka bir delil (  karine) bulunması. Meselâ,

    "Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıldığı (  ezan okunduğu) zaman hemen Allah'ı anmaya koşun ve alışverişi bırakın." (  Cum'a 62/9)

mealindeki âyette geçen "alışverişi bırakın" emri aslında "alışveriş yapmayın" mânasına gelen, yani cuma namazı sırasında bu işi yasaklayan bir ifadedir. Ancak başka deliller ve bağlam, bu yasağın bizzat alım satımın kötü görülmesi sebebine değil, mükellefi cuma namazının edasından alıkoyması gerekçesine bağlı olduğunu göstermektedir.

3. Bir fiilin yapılmamasını özendirici ifade kullanması. Meselâ,

    "Mehrin (  veya nikâhın) en iyisi kolay olanıdır." (  Ebû Dâvûd, "Nikâh", 31)

mealindeki hadiste mehirde kolaylaştırma yolunun özendirilmesi, zıt anlamıyla mehir miktarında aşırıya gitmenin mekruh olduğunu göstermektedir.

Mekruh bir fiilin işlenmesi fakihlerin çoğunluğuna göre cezayı gerektirmez, fakat kınanan (  Müslümana yakışmayan) bir davranış sayılır; bu tür fiilleri Allah rızâsı için terk eden kimse övgüye lâyık olur ve sevabı hak eder.

Hanefî fakihleri ise mekruhu "tahrimen" ve "tenzîhen" kısımlarına ayırıp hükmünü de buna göre belirlemeye çalışmışlardır. Tahrîmen mekruh şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği, ancak bu talebin haber-i vâhid gibi zannî bir delille sabit olduğu durumları ifade eder. Bu tür mekruh harama yakın ve vacibin simetriği kabul edildiğinden, işlenmesinin vacibin terkinde olduğu gibi cezayı gerektireceği belirtilir. Tahrîmen mekruha, başkalarının devam etmekte olan akid müzakeresine katılıp yeni bir teklif yapmak, başkasının evlenme teklifi üzerine evlenme teklifinde bulunmak fiilleri örnek verilebilir. Çünkü Hz. Peygamber (  asm) böyle davranışlardan sakınmayı kesin ve bağlayıcı tarzda istemiştir. (  bk. Buhârî, Nikâh, 4; Müslim, Nikâh, 38, 49) Ancak bu talep zannî bir delil olan haber-i vâhidle sabit olduğu için fiil haram değil tahrîmen mekruh sayılmıştır.

Tenzîhen mekruh ise, şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiildir; helâle yakın sayıldığından bu fiili işlemek cezayı gerektirmezse de kınanır. Allah rızâsı için onu terk eden kişi sevabı hak eder. Bu tür mekruha camiye gidecek kimsenin çiğ soğan ve sarımsak gibi ağır kokan şeyler yemesi örnek verilebilir. Zira Resûl-i Ekrem'in ilgili ikazından (  Buhârî, Ezan, 160; Ebû Dâvûd, Eteime, 41) böyle bir sonuç çıkarılmıştır. (  Ta’rifât, "Mekruh" md.)

Fakihlerin çoğunluğu, konuya ilişkin şer'î delilin kat'îlik ve zannîlik durumunu değil fiili terk etme talebinin kesinlik ve bağlayıcılık özelliğini dikkate aldığından kesin ve bağlayıcı tarzda yasaklanan fiile haram, böyle olmaksızın yasaklanana ise mekruh adını vermiştir. Dolayısıyla her olaya ilişkin delillerin değerlendirilmesi neticesinde farklı somut sonuçlara ulaşılabilmesi bir yana Hanefîler'in terminolojisindeki tahrîmen mekruh cumhur tarafından haram kapsamında mütalaa edilmekte, tenzîhen mekruh ise cumhurun mekruh dediğine karşılık gelmektedir. Bu anlayışın bir uzantısı olarak Hanefîler'e göre vacip zannî delille sübût bulduğundan bunun terki de tahrîmen mekruh kapsamında değerlendirilmiştir. Öte yandan bu ayırım delilin kafîliği-zannîliği ölçüsüne dayalı olduğu için haramı inkâr küfrü gerektirdiği halde tahrîmen mekruhu inkâr böyle bir itikadı sonuca yol açmaz. Hanefî imamlarından Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî'den, bütün mekruhların (  mutlak zikredildiğinde mekruh kelimesinin) haramı belirttiği ve tahrîmen mekruhun harama yakınlığı değil zannî delille sabit haramlığı ifade ettiği nakledilir. Bu nakillerden onunla Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf arasında bu konuda köklü bir görüş ayrılığının bulunduğu izlenimi edinilirse de İbnü'l-Hümâm, Şeybânînin asıl maksadının tahrîmen mekruhu inkârın küfrü gerektirmeyeceğini vurgulamak olduğunu ve bu imamlar arasında esasa ilişkin görüş ayrılığı bulunmadığını ileri sürmektedir. (  bk. İbn Âbidîn, I, 438-439)

Şâtıbî, tek tek ele alındığında mekruh sayılan fiillerin devamlı işlenmesinin âdet haline getirilmesi durumunda konuya küllî bir bakış yapılması ve bunun memnu kapsamında düşünülmesi gerektiğini savunur. Yine mekruhla haram arasında -mendupla vacip arasındaki gibi- bir hazırlama ve hatırlatma ilişkisi bulunduğunu, yani mekruhtan kaçınma gayreti gösteren kişinin öncellikle haramdan uzak durma çabası içinde olacağını vurgular. Diğer taraftan mekruhların mekruh olarak yerleşebilmesi için gerek haramlarla gerekse mubahlarla denk tutulmaması gerektiğine dikkat çeker; birinci tutumun zamanla bunların haramlığı, ikinci tutumun da mubahlığı yönünde bir inancın doğmasına yol açabileceğini belirtir. (  Muuâfakât, 1, 133, 151-152; IV, 331-332)

Müctehid imamların "tahrîm" lafzından çekindikleri için zaman zaman "kerahet" (  mekruh) kavramını "haram" anlamında kullandıklarını hatırlatan İbn Kayyim el-Cevziyye de bu noktayı dikkatten kaçıran bazı mezhep mensuplarının, belirtilen durumları haram değil mekruh olarak nitelemeleri sonucunda o hususlarda tenzihî bir kerahetin, hatta terk-i evlânın söz konusu olduğu kanaatinin yaygınlaştığını, böylece dine ve müctehidlere karşı büyük bir yanlışlığın yapıldığını ifade eder. (  İ'lâmü'l'Muvakkıîn, I, 39-40)
Sırf dinî sebeplerin yanında dünyevî bir maslahat sebebiyle de (  kerâhe irşâdiyye) Şâri’ tarafından bazı fiillerin mekruh sayıldığı (  Zerkeşî, Bahr, 1, 298 ) göz önüne alındığında bütün ibadet ve muamelât bahislerinde mükellef tarafından işlenmesi hoş karşılanmayan birtakım davranışların söz konusu olabileceği tabiidir. Bu tür davranışlar genellikle fürû-i fıkıh kitaplarında her bir ana konu içerisinde incelenir. Namaz kılınması mekruh olan vakitler, namazın mekruhları, orucun mekruhları gibi. Ayrıca yeme içme, giyim kuşam, temizlik, kadın-erkek ve karı-koca ilişkileri, alım satım gibi konularda dünyevî herhangi bir maslahat sebebiyle mekruh sayılan bazı davranışlar fıkıh ve ilmihal kitaplarının "kerâhiye ve istihsan" bölümleriyle ahlâk ve âdâb kitaplarında müstakil olarak ele alınır.


Tenzihen mekruh örnekleri

Hazret-i Ali’nin rivayetine göre, bir defasında Peygamberimiz (  a.s.m.) ipek bir kumaşı sol eline, bir parça altını da sağ eline aldı. Sonra bunları elleriyle yukarı kaldırdı, orada bulunanlara gösterdi ve şöyle buyurdu :
“Şu iki şey ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına helâldir.”
İbni Mâce, Libas :  19.

MEKRÛH


Sözlükte "mihnet, şiddet, şer, sevilmeyen" anlamlarına gelen mekrûh, dinî bir kavram olarak, Şâri' tarafından kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda yapılmaması istenen fiil demektir.

Bu tanım fakihlerin çoğunluğuna göredir. Hanefîler ise mekrûhu, tahrimen mekrûh ve tenzîhen mekrûh olmak üzere ikiye ayırırlar.

Tahrîmen mekrûh, zannî bir delil ile kesin olarak yapılmaması istenen şeydir. Bu yasak aslında, haram gibi yapılmaması kesin ve bağlayıcı olarak istenmiştir. Ancak, bu talep haber-i vahit gibi sübut bakımından kesin olmayan bir delile dayandığından veya delaletindeki bir kapalılıktan dolayı haramlığı kesin olarak sabit olmamıştır. Bu sebeple Hanefîlerin açıklamış oldukları bu mekrûh türüne amelî haram da denilmiştir. Yani bu davranışların yapılması haram hükmündedir. Bunları işlemek, haram bir fiili işlemek gibi cezayı ve kınanmayı gerektirir; bunlardan uzak durmak ise övülmeyi ve sevabı müstelzimdir. Ancak inanç yönünden farklılık vardır; haram olmadığını söyleyen kimse kâfir olmaz. Meselâ, sigara içmek, erkeğin altın takması, ipek giymesi böyledir.

Tenzîhen Mekrûh
ise, Şâri'in bağlayıcı ve kesin olmayan bir tarzda yapılmamasını istediği fiildir. Başka bir ifadeyle, yapılmaması yapılmasından daha iyi olan davranıştır. Bu tür fiilleri işlemek cezâ ve kınamayı gerektirmez. Ancak bunlardan kaçınmak, övülmeyi ve sevabı gerektirir. Dinî salabeti olan, faziletli kişiler bundan kaçınırlar. Cemaate giden kimsenin soğan sarımsak yemesi, ikindi namazından sonra, kerahat vaktine kadar nafile namaz kılmak bu tür mekrûhtur.

Tahrimen mekruh nedir? kısaca
Mekruh; yapılması dinen doğru bulunmayan, terk edilmesi istenen, yapılmaması yapılmasından daha uygun olan davranışlardır.
Harama en yakın olan mükellefin hükmüdür. Vacip olan bir şeyi terk etmek tahrimen mekruhtur. Örnek olarak, imamdan önce ruku ve secdeye gitmek, altın ve gümüş kap kullanmak ve birinin talip olduğu kıza talip olmak gibi.....





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)