Thread Rating:
  • 0 Vote(s) - 0 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Mektubati imam Rabbani 7. Bölüm
#1
Oku-1 
Mektubati Rabbani 11-12-13-14-15-16-17-18-19-20. Mektuplar

Onbirinci Mektup
MEVZUU : a) Bazı keşiflerin beyanı, nefsin kusurlarını görme makamının hnsulü ve bütün hallerde onu itham etmek.
b) Ebülhayr Şeyh Ebu Said Harraza ait üç cümlenin manası ve sırrı.
c) Arkadaşlarından bazısına ait hallerin beyanı.
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu mükerrem şeyhi Muhammed Bakibillah´a yazmıştır.
Kulluk babında en küçük Ahmed´den bir arzuhaldir.

Beni daha önce yerinde gördüğün bir makam vardı; mübarek emir icabı, mülâhazadan sonra, üç halifenin oradan geçişine nazar vaki oldu.

O makamda, benim için bir durak ve istikrar yoktu; bunun için, ilk vehlede onları orada görememiştim. Kaldı ki, orada: Ehl-i Beyt´in iki imamı (Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin) bir de İmam Zeynelabidin´den başkası için bir sebat yoktur. Allah onların cümlesinden razı olsun. Fakat, bunlar da buradan geçtiler. Dikkatle nazar edildiği takdirde, bunu idrâk mümkün olur.

Gelelim, nefsimi ilk önce oraya münasip görmemeye.. Bu münasebetin olmayışı, iki şekilde olmaktadır. Şöyleki:

BİRİNCİSİ: Yollardan herhangi bir yolun zuhur etmeyişidir. Şayet bana, orası için bir yol gösterilmiş olsaydı; bu münasebetsizlik ortadan kalkardı.

İKİNCİSİ: Mutlak surette burası ile münasebetin olamayışı.. Böyle bir durum ise., şekillerin hiç biri ile zeval kabul etmez.

Bu makama ulaştıran yol ikidir; bunların üçüncüsü yoktur. Demek istiyorum ki: Nazarda, bu iki yolun dışında bir başka yol zuhur etmez. Şöyleki:

BİRİNCİSİ: Nefsin noksanını ve kusurunu görmek; hayırlara dair niyetinde dahi onu kuvvetli cezbe ile ithamdan azade bırakmamak.

İKİNCİSİ: Sülûkünü tamamlayan mükemmel meczub zatın sohbeti.

Allah-ü Taâlâ, üstün inayetinizin bereketi ile, istidad kadar bana birinci yolu nasib eylesin..

Şöyle olmalıyım: Benden sudur eden her hayır işte, mutlaka nefsimi itham edeyim; hiç durup dinlenmeden, kalbim karar kılmadan o işte onu itham altına alayım.

Hattâ kendimi şöyle göstermeliyim: Sağ tarafımdaki meleğin yazabileceği hiç bir hayırlı amel benden çıkmadı.

Şöyle itikad etmeliyim: Sağımdaki kitabım, hayırlı amellerden yana boştur. Onun kâtipleri de yazmaktan yana atıl dururlar. Bu durumumla, Yüce Hakkın kabulüne nasıl müstahak olurum .

Şöyle bilmeliyim: Bu âlemde bulunan Firenk kâfirleri, zındıklar, mülhidlerin cümlesi benden daha faziletlidir; hem de her yönü ile..

Tüm şerrin kaynağı benim.

***

Cezbe cihetine gelelim. Her ne kadar seyr-i ilellah yolunun tamam olması ile, sülük tamamlanmış olsa dahi; cezbenin gereği ve bölünmez parçalan sayılan cinsten bir şeyler kalmıştı. Şu anda, o bakiyeler dahi tamam oldu; ama fena zımnında.. Bu fena dahi, seyr-i fillah makamının merkezinde vaki olmuştu.

İşbu anlattığın; fena hallerini, daha önceki arzuhallerimde tamamı ile yazmıştım.

Burada vaki olan fenadan murad, Hace Ubeydüllah Ahrar´ın kelâmında belirttikleri olabilir. Ki o, büyük zatların bu manada dediklerini şöyle anlattı:

— Bu fena işinin nihayeti, öyle bir fena halidir ki; zatî tecelli ve seyr-i fillahta tahakkuk sonu gerçekleşir. İrade fenası ise., anlatılan fena hali şubeleri cümlesinden sayılır.

Bu manada bir şiir şöyledir:

O ki bulmaz, fena Mevlâsı sevgisinde;

Nasipsizdir, onun kibriyası izinde..

Bu makamla münasebeti olmayanlar, nazarda kalmışlardır; iki taife olarak anlatılır:

BİRİNCİ TAİFE: O makama teveccüh ederler; o makam yoluna talip olmuşlardır.

İKİNCİ TAİFE: O makama iltifatları olmadığı gibi; kendilerinde o yöne teveccüh de yoktur.

Ancak Yüce Hazret´in teveccühü; (İmam-ı Rabbani Hz. kendi şeyhi Muhamrned Bakibillah´ı kasd ediyor.) ikinci yolda daha şiddetli zuhur buluyor. Yani: O makama ulaştıran iki yolun ikincisinde.. Bu yola olan münasebet, daha açık oluyor.

Yüce Hazretinizden emir almış olduğumdandır ki; anlatılan misillu işleri yazıp beyan etmeye cesaret ettim. Bu da, emre imtisal sayılır. Yoksa, ben şu dünkü Ahmed´im; asla değişmedim.

*** İkinci Maruzat..

Bu makamı, ikinci kere mülahaza esnasında, bir başka makamlar peydah oldu; onlar birbiri üstündeydi.

inkisarla, iftikar izharı ile teveccühten sonra; bir evvelki makamın üstüne ulaştığım zaman bana ayan beyân belli oldu ki orası: Hazret-i Osman Zinnureyn´in makamıdır. Allah ondan razı olsun. Kalan Hülefa-i Raşidin bu makamdan geçip gitmiş.. Allah onlardan razı olsun.

İşbu makam, kemale erdirmek ve irşad makamıdır. Bu mertebede böyle olduğu gibi, bundan sonra anlatılacak iki mertebede dahi durum aynıdır. Yani: Onlar da irşad ve tekmil makamıdır.

Daha sonra, bunun üstündeki makama göz ilişti; oraya ulaştığım zaman bana belli oldu ki; Orası Hazret-i Ömer´ül-Faruk´un makamıdır. Allah ondan razı olsun.

Kalan iki halife dahi buradan öteye aşmıştır.

Sonra, Hazret i Sıddık-ı Ekber´in makamı zuhur etti. Allah ondan razı olsun. Oraya da vâsıl oldum. Hace Bahaeddin Nakşibend Hz. ni, meşayih arasında, bütün makamlarda bana arkadaş buldum. Kalan üç halife dahi buradan geçmiş.. Arada; ancak ağmak, makam, mürur ve sebattan başka fark yoktur.

Bu son ulaştığım makamın üstünde hiç bir makam görülmüyordu; ancak, Hatem´ün-Nebiyyin vel-Mürselin Resulüllah S.A. efendimizin makamı müstesna.. Salatların eksiksizi ona, saygıların en tamamı ona..

Hazret-i Ebu Bekir Sıddık´ın tam makamı hizasında bir başka makam zuhur etti. Allah ondan razı olsun. Hem nuranî, hem de cidden yüksek bir makamdı. Onun benzerini hiç görmedim. Bu makama nazaran, onun biraz yüksekliği vardı. Sofanın, yerden biraz yüksekliği gibi.. Bu arada bana belli oldu ki: Burası mahbubiyet makamıdır.

İşbu makam, pek süslü ve nakışlı bir makamdı. Onun bana yansımasından dolayı, kendimi dahi süslü ve nakışlı buldum.

Sonra, bu keyfiyet içinde kendimi lâtif bir şekilde buldum. Kendimi, hava misali, bir parça bulut misali ufuklara yayılmış buldum. O kadar ki: Yerin bazı yanlarını da kapladım.

Hazret-i Hace Nakşibend, Sıddık makamında idi; ben dahi kendimi, aynı hizada, keyfiyeti arz edilen makamda buldum.

*** Üçüncü Maruzat..

BU AMELLER´le iştigali terk etmek, hoş görülmüyor. Şundan ki, âlem dalâlet dalgalarında boğulmakla yüzyüzedir. Bir kimse, kendinde bu dalgalardan kurtulma gücünü bulduktan sonra; nasıl onun için nefsine hoşgörü yolu tanınır ., isterse, onun özünde bir başka yol bulunsun; herhalde bu işle uğraşmak zarurîdir; hoştur. Şu şartla ki: Bazı vesvese, akla gelen uygunsuz duygulara karşı istiğfar bırakılmaya.. Bilhassa, bu amelin işlenişi esnasında.. Bu şart dahi, rıza tahtına dahildir. Bu şartın mülâhazası olmadan olmaz; pek alt kalır. Ancak anlatılan mülâhaza olmadan dahi Hâce Bahaeddin Nakşibend ve Hace Alâeddin Attar Hz. için BU AMELLER (BU AMELLER: Tabirinden murad, kulların irşadı ile ilgili ameller olsa gerektir.) hoş görülür. Onlarda bu mülâhaza şart değildir.

Bu Fakiri´n ameline gelince, anlatılan mülâhaza şartı olmadan bazı kere rızaya dahildir. Bazen dahi dûn (alt) kalmaktadır.

**

Dördüncü Maruzat..

Nefehat isimli eserde anlatıldığına göre Şeyh Ebu Said Ebül- hayr şöyle demiştir:

— Aynı (özü - esası - aslı) kalmadıktan sonra; eser nasıl kalsın . Ne boş bırakır; ne de yok eder, (Yani: Bir yandan yeniler; bir yandan tüketir.)

Doğrusu şu ki: Bu kelâm, bana ilk nazarda, biraz karışık geldi. Zira Muhyiddin b. Arabî ve onu izleyenler şuna kaildirler:

— Allah-ü Taâlâ´nın malumatından malum bir şey olan ayn´ın zevali muhaldir. Aksi halde, ilim cehle döner. Ayn kalır da eser gider.

Hâsılı: O cümle zihne yerleşip kaldı. Şeyh Ebu Said´in kelâmı hiç bir açıklık kazanmadı. Bilâhare, tam bir teveccühten sonra, bir yönü ile sübhan olan Yüce Hak, bu kelâmın sırrını çözdü, işte o zaman şu bir gerçek oldu: Ne aynı kalmış; ne de eser var. Bu manayı, aynı şekilde özümde dahi buldum; hiç bir müşkil yanı kalmadı.

Anlatılan marifet makamına da göz ilişti; onu, cidden çok yüksek gördüm. Şeyh ve yolunda gidenlerin beyan ettikleri makamdan üsttü.

Üstte anlatılan iki ayrı görüş, birbirine menfi yönlü değildir. Çünkü: Biri, bir makamda; diğeri de başka bir makamdadır. Bu bahsin tafsili, anlatılsa uzun ve yorucu olur.

Şeyh Ebu Said Ebülhayr´ın anlattığı mana zuhur etti. Yani: Tecelli yönünden. Bu tecellinin de neden ibaret olduğu, devamının nasıl olduğu belli oldu. Nadirattan olsa dahi, bu tecelliyi özümde devamlı buldum.

***

Her ne hal ise, kalbim kitap mütalaasına meyilli değil; bir tat da almıyor. Meğer ki içinde büyük meşayihin menkıbeleri, makamlarda olan üstün halleri bulunan kitaplar ola. Bu gibi kitapları mütalaa bana hoş gelmektedir. Geçmişteki meşayihin hallerine daha fazla rağbet var. Hakikatlara ve marifetlere dair kitapları okumaya güçlü değilim. Bilhassa, vahdet-i vücud sözlerine ve tenezzülât mertebelerine dair olanlara.. Bu babda, kendimi Şeyh Alâüddevle ile çok bağlı bulmaktayım. Bu meselede; zevk ve hal olarak onunla birliğim. Ne var ki, ilm-i sabık, onları inkâra beni yanaştırmıyor; o yolun erbabım sert çıkışı bırakmıyor. İşbu hal, Şeyh Alâüddevle´den dahi sudur etmişti.

***

Defalarca, bazı hastalıkların defi için tarafımdan teveccüh oldu tesiri de görüldü.

Aynı şekilde, berzah âleminde (kabirde) bulunan bazı ölülerin halleri de görüldü; açığa çıktı. Aynı zamanda bunlardan, elen: ve sıkıntıların defi yönünde dahi teveccüh vaki oldu; tesiri de görüldü. Ne var ki, şu anda teveccüh gücü kalmadı. Eşyadan herhangi bir şey için özümü toplayamıyorum. Sebebi şu ki: Bu Fakir hakkında bazı müsaderelerin çıkması, bazı insanların zulmü, çevri ve işi zora dökmeleridir. Bu taraftaki yakınlarımın çoğuna zulüm ettiler; haksız yere yerlerinden attılar. Durum anlatıldığı gibi olmasına rağmen, gönüle hiç bir toz konmuyor; kalbe bir ağırlık ve sıkıntı da gelmedi; onlara bir kötülük kasdının çıkması şöyle dursun.

***

Arkadaşlardan bazıları, bu cezbe makamında müşahede ve marifet elde ettiler; ama şu ana kadar, sülük menzillerine, konamadılar Şimdi ben, onların hallerinden bir nebze anlatayım; onları makamınıza arz edeyim. Ümid odur ki: Allah-ü Taâlâ onları, cezbe cihetinin tamam olmasından sonra, sülük devleti ile şerefyab eyler.

Başlıyorum:

Şeyh Nur, bu makamla tutulup mahpus kalmıştır. Henüz cezbe makamının üstünde bir noktaya ulaşmadı. Duruşlarda ve hareketlerde sıkıntı görmekte: iyiyi, kötüden ayırd edememektedir. Arzu dışında, işi duraklamaya kaldı

Aynı şekilde, arkadaşlardan pek çoğunun işi duraklamaya kaldı. Sebeb: Edebe riayetin olmaması.. Bu babda ben, şaştım kaldım. Çünkü, bu taraftan onların duraklamasına bir arzu yoktur; herhalde onların terakkisine arzu vardır. Asıl istenen de budur. Bir istek vaki olmadan, onların işlerinde böyle bir eğlenme vaki oklu; halbuki gidilse yol pek yakın.

Mevlâna Ma´hud, son noktaya ulaştı. Cezbe işini tamamladı; bu makamın berzahiyetine vâsıl oldu. Bir yönü ile farkı, nihayete erdirdi. Önce sıfatları gördü; hattâ kendinden ayrı olarak, sıfatların kaim olduğu nuru gördü. Kendini dahi, boş bir kalıb olarak buldu. Daha sonra, sıfatları zattan dağılmış gördü. İşbu hal üzere, anlatılan görüşle cezbe makamından; ehadiyet makamına ulaştı. Şu anda, âlemden ve kendinden geçmiş durumda.. O kadar ki: Ne ihataya, ne de maiyete kail olmaktadır. İçeriden daha içeri bir yöne dönüktür. Dolayısı ile, kendisinde hayret ve cehaletten gayrı hâsıl olan bir şey yoktur.

Aynı şekilde, Seyyid Şah Hüseyin dahi, son noktanın yakınına ulaştı. Yani: Cezbe makamında.. Öyleki: Başı son noktaya değdi. Sıfatları da, zattan dağılmış buldu. Amma, her mahalde Ehad Zat´ı bulmaktadır; zahiren de hazzını alıyor.

Meyan Cafer dahi, son noktanın yakınına aynı şekilde ulaştı. Çoğunlukla şevk ve neşe içindedir. Hüseyin Şah´a da yakındır.

Kalan arkadaşlar, birbirinden farklı durumdalar.

Meyan Sinan, Şeyh İsa, Şeyh Kemal cezbe makamında üst noktaya ulaştı.

Şeyh Kemal, nüzule dönüktür.

Şeyh Nagürî, üst noktanın altına ulaştı; ama önünde henüz alacağı çok mesafe var.

Burada kalan arkadaşlardan, sekiz, dokuz ve on şahıs üst noktanın altına vardı. Noktaya ulaşanlar da var. Bazıları da, nüsul hazırlığı içinde.. Bazısı da, ona yakın; bazıları da ondan uzakta..

Şeyh Meyan Müzzemmil, nefsini yok saymaktadır. Sıfatlan asla bağlı görmekte; mutlak varlığı her mahalde bulmaktadır. Eşyayı itibardan düşen serap gibi görüyor; belki de hiç bir şeye benzer görmüyor.

Mevlâna Ma´hud, taliplere beğenilen işleri talim için, bu hususta bir yönlü icazet çıkarıyor. Lâkin, cezbe haline uygun bir icazet..

İstifade edilmesi gereken bazı işler vardı; ama gelmekte acele etti; eğlenmedi. Pek mukaddes huzura vardığı zaman, kendi iyiliğine olan işleri, emir buyurursunuz. (Bu mektubu götüren zatı kasd ediyor.)

Bu Fakir´in bilgisinde olanları arz etmiş oldum; hüküm sizdedir.

Hace Ziyaeddin Muhammed, günlerdir burada. Hülâsa olarak, huzur ve cemiyet hali elde etti. Maişet sebeplerinin azlığından olacak, bir başka işe gönül vermeye gücü yetmedi; sonunda askere gitti.

Mevlânâ Şir Muhammed´in oğlu, nezdinizde devamlı kalmak için, o tarafa doğru yola çıktı. Bir mikdar huzuru ve toplu hali var; ama, bazı engeller sebebi ile lâyıkı üzere terakki edemedi.

Bu manada daha fazla açılmak, edep dışıdır. Bir şiir:

İnsana düşen odur ki, zaman haddini unutturmaya..

***

Üstteki maruzatımı yazdıktan sonra, bazı keyfiyete ve halete uğradım; onların, yazı ile beyanı mümkün değildir.

Bu mahalde, iradenin fena bulması tahakkuk etti. Tıpkı daha önce, murad olan işlere irade ile bağlanmanın yok olup gittiği gibi.. Maruzatımda anlattığım gibi, iradenin aslı kalmıştı; şu anda iradenin damarları da tamamen kesildi. Şu anda, ne murad var; ne de irade..

Anlatılan fena halinin, nazarda dahi sureti zahir oldu: bu makama münasip bazı ilimler, feyiz yollu geldi. Bilgilerin sıklığı, vaktin darlığı icabı bu ilimleri yazmak zor. Bunun için, kalem boynunu yazmaktan aldık.

Bu fena hali ile tahakkuk, ilimlerin feyiz yollu gelmeleri; vahdet ötesi has bir nazarla oldu. Her ne kadar, bir emr-i mukarrer olarak; vahdet ötesinde nazar yok a da, hatta, öyle bir nisbet dahi yoktur. Lâkin, o makamın suretini vahdetin ötesinde görmekteyim. Onu her ne zaman, arz etmeye kalksam, yazmaya cesaret bulamıyorum. Yakin mertebesine ulaşıncaya kadar bu böyle kalacak. Onun öyle olduğuna şüphe yoktur. Tıpkı Akre´nin, Dehli ötesinde olduğu gibi.. Bunun böyle olduğuna hiç şüphe izi düşmemiştir.

Nazarda vahdet, vahdet ötesi, hakikat namına anlatacağım bir makam, ötesinde Hakkın olduğunu anlatacağım bir yer yok; ama, hayret ve cehalet anlattığım görüş sebebi ile bozulmamıştır.

Durum anlatıldığı gibi olunca, ne arz edeyim bilemiyorum. Her şey, tenakuz içinde tenakuz.. Söz bağına getirmek mümkün değil isterse, hal onda şüphe götürmeyen bir şekilde tahakkuk etmiş olsun.

Allah-ü Taâlâ´dan bağışlamamı dilerim. Söz, fiil, hatır, nazar olarak, Yüce Allah´ın istemediği şeylerden tevbe ederim.

**

Şu anda hakikat olan bir şey daha oldu. Daha önce, sıfatların fenası sandığım fena hali; hakikatta olduğu gibi, sıfatların hususiyetleri fenası imiş,. temyizleri zımnında olanlarmış.. Hali ile, sıfatlar, vahdet zımmına girince; hususiyetler de ortadan kalkıyor. Onların fenası dahi, bundan dolayı tevehhüm ediliyor.

Şu anda, sıfatlar silinip kayboldu; onlardan hiç bir şey kalmadı. İsterse indiraç ve indimaç yollu olsun. Ehadiyet kahrı, hiç bir şey bırakmadı, icmal yollu olsun, tafsil yollu olsun; ilim mertebesinden hasıl olan temyiz de kalmadı. Tamamen nazar, harice döndü. Var olan Allah´tır; onunla ikinci bir şey yoktur; şu anda dahi durum böyledir. Bu andaki hale de anlatılan mana uygundur..

Sabık ilim, anlatılan (üstte siyah yazılı) hadis-i şerifin zımnındadır; ama hal olarak değil..

Ümid edilen odur ki: Bu fikrin doğruluğu ve yanlışlığı üzerine, bir uyarma meydana gele.

Mevlânâ Kasım için; tekmil makamından nasib görülmektedir. Aynı şekilde, arkadaşlardan bazıları için de bu makamdan nasib görülmektedir.

Hakikat hali, en iyi bilen, Yüce Sübhan Allah´tır.



Onikinci Mektup
MEVZUU : a) Fena ve bekanın elde edilmesi..
b) Her şeyde has yüzün ortaya çıkması..
c) Seyr-i fillâhın hakikatı.
d) Zat-ı berkî tecellisi ve diğerleri..
NOT : İMAM-1 RABBANİ Hz. bu mektubu büyük şeyhi Muhammed Bakibillah´a yazmıştır.
Kulların en küçüğü Ahmed´den bir arzuhaldir; hal arzı makamının yücesine sunar.
halini arz eder etmesine ama, kusurlarından hangisini arz edeceğini, o dahi bilemez.
Allah-ü Taâlâ´nın dilediği şey olur; onun istemediği bir şey olmaz. Güç ve kuvvet, ancak Yüce Azim Allah´ındır.
Fenafillah ve bekabillah makamları ile ilgili ilimleri; inayeti ile Sübhan Hak açtı. Bundan sonra:

a) Her şeyde has yüz nedir .

b) Seyr-i fillah işinin manası nedir .

c) Zat-ı berkî tecellisi nedir .

d) Muhammedi meşrebdeki kimdir . Ve.. Anlatılanların benzeri şeyler belli oldu.

***

Her makama ıttıla peydah olmaktadır. Ama, o makamın levazimi ve zaruriyatına göre.. Bundan sonra, oradan geçiş vuku buluyor.

Az bir şey dışında, Allah´ın velî kullarının haber verdiklerinden bir şey kalmadı. Hemen hepsini, illetsiz olarak, gösterdim ve öğrettim. (Yahut: Gördüm, bildim.) Kabul eden etti.

Aynı zamanda, eşyanın kendini yapma olarak görüyorum. Keza kabiliyetlerin ve istidadların da aslını yaratılma çeşidinden yapılmış görüyorum.

Sübhan Allah, kabiliyetlerin mahkûmu değildir; zira ona: Hiç bir şeyle aleyhte hükmedilemez.

Bu manada daha fazla açılmayı edep dışı bilerek bırakıyoruz.

Bir şiir:

İnsana düşen odur ki, zaman haddini unutturmaya..



Onüçüncü Mektup
MEVZUU : a) Bu yolun nihayetsiz olduğu..
b) Hakikat ilimlerinin, şeriat ilimlerine mutabık bulunduğu..
***NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu büyük şeyhi Muhammed Bakibilah´a yazmıştır.
***
Kulların en küçüğü Ahmed´den bir arzuhaldir.
Ah! bin kere ah!.. Bilhassa bu tarikatın (yolun) sonsuzluğundan ötürü.. Hem de bu sür´atli gidişe, iradelerin ve inayetlerin çokluğuna rağmen..
Anlatılan manadan ötürüdür ki, meşayih şöyle demiştir:

— Seyr-i ilellah mesafesi elli bin senedir. Şu âyet-i kerime dahi bu manaya işaret eder:

— «Melekler ve Ruh, öyle bir, günde ona yükselir ki; onun. mikdarı elli bin senedir.» (70/4)

İş ye´se girince, ümit kesilince Allah-ü Taâlâ´nın şu kavline yapışmak gerekli oldu:

_ «O, öyle bir zattır ki; insanlar, ümitlerini kestiklerinde yağmuru indirir. Rahmetini dağıtır.» (42/28)

***

Günlerdir, eşyada seyir vaki olmaktadır. Ama irşad talipleri galeyane geldi; ikinci kere ısrar ettiler. Bunun üzerine, genellikle onların işlerine başladım. Ne var ki kendimi bu makama kabiliyetli bulamıyorum. Ancak, mürüvvet ve haya iktizası onlara bir şey belletmeye çalışıyorum. Haliyle, onların ısrarı ve zorlamasının çokluğu bu işe amil oluyor.

***

Daha önce tekrarla yazdığım gibi; vahdet-i vücud meselesinde duraklamış bulunuyordum. Fiilleri ve sıfatları asla bağlıyordum. Ama işin hakikati malûm olunca, duraklamayı bıraktım.

— Her şey ondandır.

Kelâmını pek güzel buldum. Kemal itibarı ile bu cümleyi:

— Her şey odur.

Cümlesinden daha ziyade (yeterli) buldum. Sıfatları ve fiilleri bir başka renkte, yani: Bir başka yüzden aldım.

Her şey, bana tek tek gösterildi; sonra üst makama çıkarıldım. Asla, bir şek ve şüphe kalmadı.

Keşiflerin tümü, şeriata mutabık olarak geldi; şeriatın zahirine kıl kadar aykırı bir durum yoktur.

Keşifler ciheti ile, sofiyeden bazılarının beyan ettiği şeriatın zahirine göre beliren aykırı durum, şu sebepler dolayısı ile olmaktadır:

a) Sehiv yolu ile.. (Manevî yanılma.)

b) Sekir yolu ile.. (Manevî sarhoşluk.) Yoksa, batınla zahir arasında hiç bir aykırı durum yoktur. Bu yola giriş esnasında beliren aykırılık, ancak nazarî bir arızadır; bunun giderilmesi de, teveccühle birleşmeye muhtaçtır. Amma, hakikî manada yolun sonuna varan müntehi zat; batını, şeriatın zahirine muvafık bulur.

Anlatılan manada, ulemanın marifeti ile meşayih-i kiramın marifeti arasındaki fark şöyle anlatılabilir:

— Ulema, delillere ve dış bilgilere dayanarak marifet sahibi olur. Meşayih ise., keşifle, zevkle marifet sahibi olur. O büyüklerin hallerine, sağlamlık itibarı ile, anlatılan mutaba-attan daha iyi delil ne olabiliri.

***

«İçim daralıyor; dilim dönmüyor.» (26/13) Vakit de daraldı; ne arz edeceğimi bilemiyorum.

***

Bazı hallerin müsveddesini yazmaya muvaffak olmuştum; ama onları bu arzuhallere yazmak mümkün olmadı. Belki, bunda da bir hikmet vardır.

***

Dilek odur ki: Bu mahrum mehcuru; gariplere bol olan teveccühünüzden mahrum bırakmayasınız; onu yolda terk etmeyesiniz.

Söze girişe başlangıç sen oldun; Varsa uzun söz şayet, sebeb oldun..

Bu manada daha fazla açılmak, cür´etkârlık sayılır. Bir mısra:

insana düşen odur ki, zaman haddini unutturmaya..


Ondördüncü Mektup
MEVZUU : a) Bu tarikatta iken, arız olan bazı vakıalar..
b) İrşad olma talebinde olanlardan bazılarının hallerini beyan..
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, büyük şeyhi Muhammed Bakibillah´a yazmıştır.
Kulların en küçüğü Ahmed´den bir arzuhaldir.
Bu kevnî (yaratılmış) mertebelerde zuhur eden tecellilerden bazılarını; bundan önceki mektuplarımda bildirmiştim. Onlardan sonraki tecelliler, külli sıfatları özünde toplayan vücub mertebesinde zuhur etti. Hem de; yüzü kara, kötü bir kadın suretinde göründü. Daha sonra da, ehadiyet mertebesinde tecelli etti. Uzun boylu bir erkek suretinde göründü. Yüksek olmayan, ince bir duvar üzerinde idi.
Anlattığım tecellilerin her ikisi de, şu unvanla zuhur etti: Hakkaniyet.
Ne var ki bu, bundan önceki tecellilerin hilâfına idi; onlar, bu unvanla olmamışlardı.
Bu esnada bana, ölüm temennisi arız oldu. Hayalime şöyle geldi: Kendim Bahr-i Muhit sahilindeyim; ayaktayım. Kendimi oraya atmaya çalışıyorum; ama arkadan bir iple bağlanmışım. Bunun için, denize atlamam mümkün olmuyor.
Bundan bana şu malum oldu: Bu ip, bu bedenle olan bağlantıdan ibaret.. Dolayısı ile, bu bağlantının kesilmesini temenni ettim.

Bundan sonra bana has bir keyfiyet arız oldu. işte o vakit, zevk yollu şu hali buldum: Kalbde, Sübhan Hak´tan gayrı şey kalmamış..

. ***

Bundan sonra; vucuba dayalı külli sıfatlara nazar vaki oldu. Ki bunlar: Mahal ve zuhur yerleri itibarı ile hususiyet kesbetmişlerdir. Sonradan, bu hususiyetler de düştü; hem de tamamı ile.. Sıfatlar, ancak şu unvanla kaldı: Külliye-i vücudiye.. (Her manada varlık..) Başka kalmadı.

Aynı şekilde; onların, anlatılan hususiyetlerden tecerrüdüne de nazar ilişti. O zaman da şu "malum oldu: Şu anda sıfatlar, gerçekten aslına verilmiştir Ama, hususiyetlerden tecerrüd etmeden evvel, aslına verilme manası çıkmaz. Meğer ki, cevaz yollu bir durum ola.. Su-rî tecelli erbabının halinde olduğu gibi..

İşbu vakit içinde, hakikî fena tahakkuk etti. İşbu haletle tahakkuk sonundadır ki: Bende ve benden başkalarında olan sıfatları hep bir yoldan buldum; mahal imtiyazları kalktı.

Bundan sonradır ki: İncelik taşıyan gizli şirk çeşitlerinden kurtulmak müyesser oldu.

Artık ne arş kaldı; ne de ferş.. Ne zaman kaldı; ne de mekân.. Hattâ, ne cihetler kaldı; ne de sınırlar.

Durum anlatıldığı gibi olunca, senelerce tefekküre daldığımı farz edelim; bu âlemden bir zerrenin dahi, mahluk olduğuna dair bir bilgi elde edilemez.

Sonra..

Nefsimin taayyününe ve özümde has yüze nazar vaki oldu. Bu taayyün, eski bir elbise suretindeydi. Yırtık pırtıktı; bir şahsa da giydirilmişti. Bildim ki: Bu şahıs, o has yüzdür; lâkin, hakkaniyet unvanı ile suret bulup öyle şekil almamış..

Bu arada, o şahsın üzerinde bulunan ince bir deriye nazar ilişti. Sonradan, kendimi o deri buldum. Taayyün sayılan o elbiseyi de kendime yabancı gördüm. Yani: Benden ayrılıp gitmiş..

Yine nazar, o deri üzerinde bulunan bir nura ilişti; ama o nur, bir an sonra, gözden kayboldu. Aynı şekilde, o elbise ve deri de gözden kaybolup eritti. Ve., önceki cehalet hali baki kaldı.

Bu anlatılan vakıanın tabirini, bilgimin yetiştiği kadar arz etmeye çalışacağım. Yeter ki: Doğruluğu ve yanlışlığı bilinsin. Şöyleki:

O anlatılan suret, ayn-ı sabitten ibarettir; vücubla imkân arasındaki berzah gibi. Nasıl ki, onların her biri, iki yandan bir yana ayrılır; kemal derecedeki farkla tahakkuk eder.

Elbise ile nur arasındaki deriye gelince., o da: Varlıkla yokluk arasındaki berzahtır. (Aralık, boşluktur.)

Sonradan, kendimi o derinin aynı bulmam ise., berzahiyete ulaşmama işarettir. »

Bundan önce, Vakıalarda; kendimi varlıkla yokluk arası berzahta bulmuştum. Bundan zahir olan odur ki: Afaka nisbetle durum böyledir ve bu nefse olan nazardır.

Anlatılandan başka bir fark daha zahir oldu ama, yazı sırasında onu unuttum. Bu ve daima hâsıl olmakta olanlar; cehalet ve yabancılıktan başka bir şey getirmedi.

Bu gibi oyunlar, ara sıra çıkıyor; sonradan da kayboluyor. Ancak, ona dair bir marifet kalıyor o kadar..

Bazı vakıaların (rüyaların) tabirinden âciz durumdayım. Onların tabiri zımnında hatırıma gelenlere ise., itimad edemiyorum. Bunun için, size arz etme yoluna cür´et ediyorum. Ümid odur ki: Hazretin uyarması ile, yakin hali hâsıl ola..

Beklenen odur ki: Bu düşük ilgilerden, teveccühünüz bereketi ile necat hâsıl ola.. Aksi halde, iş cidden zordur.

Anlatılan manada bir şiir şöyledir:

Yardımı yoksa kula, Hakkın ve has kullarının;

Melek olsa da, gitmez karası safhalarının.

***

Serhend meşayihinden, Şeyh Abdullah Niyazi´nin oğlu Şeyh Taha ki; bu zatla Hacı Abdülaziz arasında tam bir sevgi bağı vardır. Kendisi, mübarek ayaklarınızı öpmeyi dilemektedir. Aynı zamanda inabe ve bu tarikat-i aliyye-i şerifeye girmek isteği de var. Sadakatle, ingin gönülle bana iltica etti; kendisine istihare emrini verdim. Zahirde bir bağlılığı da var.

***

Burada zikir yolu akınlar, çoğunlukla rabıta yolu ile uğraşmaktalar. Rüyada gördüğü mana sebebi ile. bazıları rabıta almak için geliyor. Bazılarının da, Dehli´den gelmeden önce rabıta ile bağı var; baştan, huzur ve istiğrakla da gitmektedirler.

Onların bazısı, sıfatları asla vermektedir; yani: Sıfatları ondan görmektedir. Bazıları da böyle değildir. Lâkin, onlardan hiç biri, vahdet-i vücud yoluna gitmemektedir; hattâ nurlara ve kesiflere de..

Molla Kasım Ali, Molla Mevdud Muhammed ve Abdülmümin; cezbe makamında üst noktaya vâsıl oldular. Fakat, Molla Kasım, nüzule dönüktür. Diğerlerinin nüzulü malum değil..

Şeyh Nur, o noktaya yakındır; ama henüz oraya ulaşmadı.

Molla Abdürrahman dahi, o noktaya yakındır; ama arada az mesafe var.

Molla Abdülhadi´nin kendinde, istiğrakla huzur var. Şöyle diyor:

— Mutlak münezeh şanı büyük Allah´ı eşyada tenzih sıfatı ile müşahede ediyorum. Keza fiilleri de, o Yüce Zat´tan görmekteyim.

***

Taliplere ve istidadlılara gelen feyizler; ancak yüceliğinizden gelen bir devlettir. Onların feyizleri babında, bu Fakir´in bir katkısı yoktur.

Bir mısra:

Ben yine o Ahmed´im, değişmedim.

***

Vakıalardan bir vakıa (rüya) esnasında şöyle demiştiniz:

— Eğer onda mahbubiye; manası olmasaydı; maksada erişmekte çok duraklama olurdu.

Böylece, inayetinizle mahbubiyeti de beyan etmiş oldunuz. Bu kelâmdan, benim tam bir ümidim var. Bu cür´etlerin hemen hepsi de ondan geliyor.


Onbeşinci Mektup
MEVZUU : Bazı saklı sırlarla, hübut ve nüzul (iniş ve düşüş) makamı ile bağlantısı olan hallerin beyanı...
NOT : İMAM-1 RABBANİ Hz. bu mektubu büyük şeyhi Muhammed Bakibillah´a yazmıştır.
Bu, hazır olduğu halde gaib olmuşun; bulduğu halde yitirenin; dönük göründüğü halde iraz etmişin bir arzuhalidir. (Mektubudur.)
Onu, uzun bir süre taleb etti; buldu. Sonra, işi bir başka mertebeye erişti: Eğer ararsa kendini buluyor.
Şu anda, onu. yitirdi; ama nefsini buldu. Yani: Kendini.. Onu yitirmesine, kaybetmesine rağmen; aramıyor ve ondan bir haber de sormuyor.
İlim açısından bakılsa: Hazır, bulucu, dönük durumda..
Zevk cihetinden bakılsa: Kaybolmuş, yitik, yüz çevirmiş halde..
Zahirde baki; ama batında fanidir.. Beka gözü ile fanidir; ama fena gözü ile de bakidir. Ne var ki, fena ilmî yönlüdür; beka ise, zevke dayalı..
Artık işi, hübut ve nüzula (Yani: Düşüp inmeye) kaldı; suuda ve uruca (yükselerek çıkmaya) engel var.

Her ne zaman onu, Mukallib´ül - kulub´a (kalblerir sahibine) kalbden alıp yükseltseler; tekrar onu. Mukallib´ül - kulub´dan alıp kalb makamına indirirler.

Ruhun, nefis elinden halâs bulmasına; nefsin dahi itminan sonrası, ruh nurlarının baskılarından kurtulmasına rağmen, yine onu: Ruh ve nefis cihetine birleştirici eylediler. Onu, anlatılan iki cihetin berzahiyeti ( boşluğu) ile yüzyüze getirdiler.

Ona, üstten faydalanmayı; alta da faydalı olmayı birarada verdiler. Buna sebeb: Üstte anlatılan berzahiyet durumudur.

Şimdi istifade kaynağında faydalıdır; faydalı gözündeyse.. istifadelidir.

Bu manada bir şiir şöyledir:

Ey o kıssa ki, girilse şerhine uzar;

Nasıl uyulsun, yazıldıkça kalem kırar.

***

Bir başka maruzat..

Sol el, kaîb makamından ibarettir. Ama bu makam, kalblerin sahibi yüce varlığa yükselmeden öncekidir. Yüksekten düştükten sonra, kendisine inilen kalb makamı ise., bir başka makamdır. Burası, sağla sol arası bir boşluktur. (Yani: Berzah..) Erbabına açık olan mana da budur.

Sülûkü olmayan meczuplara gelince.. Bilhassa kalb erbabı olarak, kalblerin sahibi zata ulaşmaları sülûke bağlı bir durumdur.

Bir makamın, herhangi bir şahsa bağlanması; o makamda, o şahıs için belli bir makamın olmasından kinayedir. O makam erbabı kimselere bakarak; bu şahsın, orada belli bir imtiyazı vardır. Bu imtiyaz cümlesinden olarak; üzerinde durduğumuz mana için, cezbe halinin önceden gelmesidir.

Anlatılan makama uygun olan ilimlerin ve marifetlerin menşei has beka makamı; kalb makamı ilimlerinin tahkiki; cezbenin, sülûkün, bekanın ve benzeri işler yazılması vaad edilen risalede tafsilatı ile yazılmıştır.

***

Seyyid Şah Hüseyin, telaşla ve acele ile yola çıktı. Gönderilen yazının temize çekilmesine fırsat kalmadı. İnşaallah, tezce mütalaanıza sunulur.

Aziz Mütavakkıf, cezbe makamının üstünde iniş kaydetti. Ne var ki, bu âleme dönük yüzü henüz yoktur; yönelişi hep yukarıya.. Üste yükselmesi, zorlama ile olduğundan; cezbeye tab´an daha bağlı.. O makamdan nüzulü esnasında, az bir şeyi beraberinde getirdi. Sahip olduğu şeyin derecesi ise, zorlamalı teveccühten ne olduysa o kadar.. Zaten, yükselmesi de; bu teveccühün eseri olup şu anda dahi vardır. Ama, cezbesi nisbetindedir. Meselâ: Cesetteki ruh, karanlıktaki aydınlık gibi bir şey.. Ancak, bu cezbe; Hacegân zatların cezbesi gibi değil. Allah onların sırlarının kudsiyetini artırsın. Daha çok bu cezbe; büyük babalarından gelip kendisine ulaşan Hace Ubeydüllah Ahrar´ın cezbesine benzemektedir. (REŞEHAT nam eserde anlatıldığına göre; burada Ubeydüllah Ahrar Hz. nin, ana tarafından dedelerine işaret ediliyor. Meselâ: Ömer Bağıstanî ve çocukları, akrabaları..) Onların bu makamda, kendilerine has yerleri vardır.

Taliplerden bazıları, rüyada şöyle görmüş: Bu Aziz Mütavakkıf, üstte anlatılan Hace´yi tamamen yemiş bitirmiş.

Anlatılan rüyanın tesiri, bu makamda görülüyor.

Bu cezbe halinin, faydalı olma makamı ile bir münasebeti yoktur. Zira, bu cezbe makamında teveccüh, daima yukarıya dönüktür. Daimî sekir hali, bu makamın ayrılmaz parçasıdır.

Cezbe makamlarından bazısı vardır ki; içine daldıktan sonra, sülûke aykırı olduğu görülür. Ama, sülûke aykırı olmayanları da vardır; hatta bu ikinci cezbeye geçtikten sonra, sülûke yönelenler vardır. Ancak, sülük haline girince, bu çeşit cezbe ona aykırı düşer.

Bu maruzatımı yazdığım zaman, anlatılan bu makama teveccüh ettim; bu teveccühten bazı incelikler zuhur etti. Ama, sebepsiz yere bir teveccüh de kolay olmuyor.

Hakikî durumu en iyi bilen Sübhan Allah´tır.

Adı geçen bu Aziz Mütavakkıf, aylardan beri inişe devam ettiği halde; bir türlü anlatılan cezbe makamına tam manası ile giremedi. Buna engel, bu makamın bilgisine sahip olamamaktır. Bir de, tefrikaya ve zihin dağınıklığına sebeb olan teveccühlerdir. Beklenen odur ki: Birbirine irtibatı olmayan (ayrı manalar ifade eden) bu cümleleri mütalaa sırasında, oraya duhul kendisine müyesser olur. Belki de bundan sonra, Hazret-i Hace tam bir iniş dahi kaydeder.


Onaltıncı Mektup
MEVZUU : Uruc, (yükselme) nüzul (iniş) ve diğer hallerin beyanı..
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu büyük şeyhi Muhammedi Bakibillah´a yazmıştır.
Taleb babında en az duranlardan birinin arzuhalidir.
İltifat dolu mektubunuzu, Mevlâna Alâaddin ulaştırdı. Zikredilen mukaddimelerden her birinin keşfi zımnında; vaktin müsaadesi nisbetinde karalama yaptım.
Bu yazılan bilgileri tamamlayacak, daha mükemmel bir şekle getirecek manalar da akla. geldi. Fakat, bu mektubu getirenin hemen yola çıkması; onu yazma iırsatı vermedi. İnşaallah, tez zamanda, onu da emrinize sunacağım.
Şu anda, başka bir risale yolluyorum; bunu temize çekmişim.
Bu risalede, arkadaşlardan bazılarının arzusunu yerine getirdim.
Onlar, benden istemişlerdi ki: Bu tarikatta kendilerin: faydalı olacak nasihatları kendileri için yazayım; onun manaları ile amel edeler. Gerçek şu ki: Görülmemiş güzel bîr risale oldu; bereketi de çok..
Onu yazdıktan sonra malum oldu ki: Resulüllah S.A. efendimiz mana âleminde; ümmetinin, toplu halde çokça meşayihi ile hazır olmuştu. Elinde de bu mübarek risale vardı. Kemal derecesinin keremi icabı onu öpüyor ve mesayihe göstererek şöyle buyuruyordu:
— Lâyık olan odur ki, bunda bulunan itikad işleri tahsil yollu biline..
Bu ilimlerle saadet bulan cemaat ise., nurlu, mümtaz, aziz varlıklar olarak, Resulüllah S.A. efendimizin karşısında duruyorlardı.

Hâsılı: Resulüllah S.A. efendimiz, bu rüyanın yayılması ve açıktan anlatılması için, o mecliste bu Fakir´e emir verdi. Bir mısra:
Keremli zatlarla olan işte neden güçlük olsun.,

Huzurunuzdan ayrıldıktan sonra; içimde, irşad makamı için pek bağlılık kalmadı. Sebeb: Daha yükseğe meyil arzusunun varlığı..
İstiyorum ki: Zaviyede bir müddet oturup kalayım. İnsanlar, arslan ve kaplan misali görünmekteler..

Uzlet ve inziva azmi, samimi geliyor; ancak, istihare bu matluba muvafık düşmüyor.

***

Yakınlık derecelerinin sonsuzluğunun da sonsuzluğuna yükselmek; ne kadar bunun sonu yok ise de, müyesser oldu. Fakat, o kadar da kolay olmadı; çünkü haller daima değişmektedir.

— «Zira o, her anda bir başka şandadır.» (55/29) Mealine gelen âyet-i kerime, bu manada açıktır.

Hülâsa: Allah-ü Taâlâ´nın dilediği nisbette beni, cümle meşayihin makamlarından geçirdiler. Bu manada bir şiir şöyledir:

Aldı gülü kerem ehli zatların elleri;

Uzattılar Yüce Zat´a tuttular ileri.

Bu işte, meşayih ruhaniyetinin tavassutunu saymaya kalksam; iş uzar ve bıktırır.

Hâsılı: Cümleten, asıl olan makamlardan geçirildim; tıpkı gölge makamlarını geçişim gibi.. Evvelden de evvel, illetsiz, sonu olmayan bu inayetleri nasıl anlatayım . Yazılması mümkün olmayan, velayet ve kemalât çeşitleri bana sunuldu.

***

Zilhicce ayında, nüzul (iniş) derecelerinden kalb makamına indim. İşbu makam: Tekmil ve irşad makamıdır. Lâkin, bu makamın tamama ermesi, tekmili için bazı şeyler mutlaka lâzım. Bunları bulmak da nasıl müyesser olur ki . Bu iş kolay değildir..

Murad olma durumunun varlığı ile, menziller kat edilir. Müridlere Nuh Nebi ömrü verilmiş olsa dahi, kolayım bilemezler. Gerçek o ki, bu husus: Murad olanlara mahsustur; müridlere burada yer yok..

Efrad zatların son yükseldiği makam ise., asıl olan makamın ilkidir; hepsi bu kadar.. Efrad zatların bundan öteye geçmeleri yoktur.

— «Bu Allah´ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve Allah büyük fazlın sahibidir.» (62/4)

Mealinde gelen âyet-i kerime bu manaya açıktır.

İşte., tekmil ve irşad mertebelerinde durmanın iç yüzü budur..

Bu arada nurun görünmez yokluğu, ancak şu sebebe dayanır: Gayb zulmeti nurunun zuhuru.. Bundan başka bir şeye yorulmaz.

İnsanlar, anlatılanın dışında bazı şeyleri hayalhanelerinde yoğururlar ki, onlara itibar etmek doğru değildir.

Bu manada bir şiir:

Ahmaklar ne anlar büyüklerin hallerinden;

Kısa sözle selâmla, sessiz geç önlerinden.

Anlatıldığı gibi olan zanların, zarar ihtimali çok fazladır. Bu GÖNLÜ KIRIK (İMAM-1 RABBANÎ Hz. kendisini kasd ediyor.) olanın, hallerine karşı; onların hayalât nazarlarını kapama emri yerindedir. Zira o gibi nazarların da, kendilerine göre bakacak yerleri vardır.

Şu dahi bu manada bir başka şiir:

Eriteni ayıplamayın varlığını;

Hak´ta, sakının çekmeyin dargınlığını.

Yüce Sultan Hakkın gayreti üzerine düşünmek lâzımdır. Yüce Hakkın dilediği bir işin noksanlığına kail olup kelâm etmek cidden uygun değildir. Aslında böyle bir şey, o Yüce Zat´la çekişmeye girmektir..

***

Az önce anlatılan kalb makamına nüzul; hakikatta fark (aralıklı) makamına nüzuldür ki, irşad makamıdır.

Bu yerde görülen fark, nefsin ruhtan, ruhun dahi nefisten ayırd edilmesinden ibarettir. Ama, nefsin ruh nuruna girişinden sonra.. Fakat, özünde birlik olan bir mana için.

Anlatılan giriş olmadan evvel; cem ve farktan anlaşılan mana bir sekir halinden ileri gelir.

Yüce Hakkı, halktan ayrı ve açılmış görmeyi sanırlar ki fark makamıdır; bu bir hakikat değildir. Hattâ, anlatılan ruhu da Hak sanırlar. Ayrıca, ruhun nefisten ayırd edilişini, farklı durumunu da. Hakkın müfarakatı sanırlar. Halbuki, Yüce Hakkın imtiyazlı durumu, halkın çok çok ötesinde yüce ve mukaddes bir mana taşır.

Üstte anlatılan kıyas, ekseriyetle sekir erbabının bilgileridir; işin gerçek yüzü onlardan kaybolmuştur.

işin aslı, Sübhan Allah´ın katındadır.

**

Cezbe ve sülük erbabının ilimlerini ve bu iki makamın her birini, tafsilatı ile bir başka risalede yazdım. Mübarek nazarınız ona değerse şeref başedecektir inşaallah.


Onyedinci Mektup
MEVZUU : Uruc (çıkış), nüzul (iniş) ile ilgili haller hakkındadır.
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, mükerrem şeyhi Muhammed Bakibülah´a yazmıştır.
Hizmet babında en küçük olandan bir arzuhaldir.
Uzun zamandan beri, duraklamada kalan bir Aziz vardı ya; bu mektubu yazdığım gün, bir zuhurat oldu. O: Bu kaldığı makamdan yükseliş kaydetti; yani: Uruca benzeyen bir halle.. Sonra alta indi; ama tam manası ile inemedi.
Bu makamın altında bulunan kimseler dahi, aynı şekilde yükseldiler. İnişe doğru yönelmeye de başladılar. Yani: Bu üst makamın yolu ile..

Bundan sonra, zuhur edecek olan her keyfiyeti arz edeceğiz.

Anlatılan muameleye uğrayan da, halinin açılmasından sonra kir şey yazsa, doğruya daha yakın olur. Çünkü, bu nüzul hadisesini anlatıp yazmak pek zor.

Gül suyu ile gıda alması sebebi ile, bu Fakir´e dahi zaaf geldi. Bütün bunlardan dolayı, bu nüzul isi ile meşgul olamadım; sonunun neye vardığım da, göremedim.

İnşaallah yakında, bazı zuhurat olur..


Onsekizinci Mektup
MEVZUU : a) Telvinden sonra hâsıl olan temkin..
b) Üç velayet mertebesinin beyanı.
c) Vacib Taâlâ´nın vücudu zatından ayrı olduğu ve daha başka hususlar.
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu mükerrem şeyhi Muhammed Bakibillah´a yazmıştır.
Kulların en küçüğü kusurlu Abdülahed oğlu Ahmed´in arzuhalidir.
Bu haller varidatı, devam edip geldikçe; onları arz etmek cesaretinde bulunuyoruz.
Sübhan olan Yüce Hak yüksek teveccühlerinizin bereketi ile hallerin köleliğinden kurtarıp telvinden halâs ederek temkin makamı ile şerefyab ettikten sonra; işin neticesi olarak hayret ve acizlikten başka bir şey hâsıl olmadı.
Vuslattan yana, ayrılmak ve bölünmek kaldı.
Yakınlıktan yana uzaklıktan gayrı bir şey kalmadı.
Marifetten yana da, nekreden gayrısı artmadı.

İlim olarak, cehaletten gayrısı olmadı.

İşte.. anlatılanlardan Ötürüdür ki: Arzuhallerin takdiminde duraklama vaki oldu. Sırf ayrılık günlerinin hallerini arz etmeye de cesaret edemedim, iş bununla da kalmadı; bende öyle bir soğukluk meydana geldi ki: Hiç bir şeye karşı bende bir meyil kalmadı; keza bir şevk de kalmadı. Tembellik erbabının yolunda olduğu gibi; herhangi bir amelle meşgul olamıyorum.

Bu manada bir şiir şöyledir:

Bir pey değilim, daha noksanı kimdir

Muattal kalır, o ki bir şey değildir.

***

Neyse., asıl maksada dönelim. Arzedeceğimiz şudur: Acaip bir durum; Sübhan Hak beni şu anda hakkal-yakin makamı ile müşerref eyledi. Orası öyle bir makarn ki; ilim ve ayn orada birbirine perde değil.. Fena ile beka, orada birarada.. Hayret gözünde ve emare yokluğunda ilim ve şuur var. Gaybetin özünde ünsiyet ve huzur var. İlmin ve marifetin varlığına rağmen; cehalet ve nekreden başka artan yok.

Bu manada bir mısra:

Dikkatle bakıp şaşınız, vuslattaki şaşkına..

Allah-ü Taâlâ bana, katıksız olan sonsuz inayeti ile; yakınlık ve kemalât basamaklarında nihayeti olmayan terakkiler nasib etti.

Velayet makamının üstü, şehadet makamıdır. Velayet ile şehadet makamının nisbeti; surî tecelli ile zatî tecellinin nisbeti gibidir. Hattâ, velayetle şehadet arasındaki uzaklık; bu iki tecelli arasındaki uzaklıktan bir misli daha fazladır.

Şehadet makamının üstünde, sıddıkıyet makamı vardır. Bu iki makam arasındaki mesafe, ibare ile anlatılmaktan çok uzaktır; ona işaret edilip belirtilmekten yana da çok çok yüksektir.

Sıddıkıyet makamının üstünde, ancak nübüvvet makamı vardır. Nübüvvet ehli zatlara saiât, selâm ve saygılar... Nübüvvet makamı ile, sıddıkıyet makamı arasında başka bir makamın olduğu yoktur; hatta muhaldir. İşbu hüküm, yani: Muhal olma hükmü, açık vs sağlam kesifle bilinmiştir.

Ehlüllahtan bazılarının isbata çalıştığı, bu iki makam arası vasıtalı olarak bir makam bulup adına:

— Makam-ı kurb (yakınlık makamı).

Dedikleri makama da ulaştım; hakikatına muttali oldum. Ama, nice çok teveccühten ve ağır tazarrudan sonra.. Önce bana. büyüklerden bazısının beyan ettiği durum .zuhur etti; sonradan da, işin hakikati malum oldu.

Evet., bu makamın husulü ancak: Uruc (yükseliş) zamanı sıddıkıyet makamının husulünden sonra olur.. Ne var ki, bunun vasıta oluşu da, teemmül mahalli olup düşündürür. Yani: İki makam arasında vasıta oluşu..

Neyse..

İşin hakikatini bu suretle huzurunuza vardıktan sonra; inşaallah tafsilâtı ile arz edeceğiz..

Bu makam, (yani: Sıddıkıyet makamı) cidden yüksek bir makamdır.. Yükseliş menzillerinde; bunun üstünde bir makam bilinmiyor. Allah-ü Taâlâ´nın vücudunun, zatından ayrı bir mana taşıdığı da bu makamda zahir oluyor. Ehl-i Hak bilginleri katında mukarrer olan da budur. Allah-ü Taâlâ, onların çalışmalarım şükrana lâyık eylesin.

Buradaki bu vücud, yolda kalmaktadır; sonra, yükseliş onun ötesinde devam eder.

Nitekim, üstte anlatılan manayı, Şeyh Ebülmekârim Rükneddin Alâüddevle bazı eserlerinde anlattı.

Bu vücud âleminin üstünde; Melik Vedud zatın âlemi vardır.

Sıddıkıyet makamı, beka makamı olup bu âleme bakar. Nüzul itibarı ile, âleme ondan daha alta dönük olan nübüvvet makamıdır ki: Hakikatta, sıddıkıyet makamından daha yüksektir. Zira, nübüvvet makamı, ayıklık ve beka makamıdır.

İşbu anlatılanlardan anlaşılıyor ki: Kurb makamı için; anlatılan iki makam arasında bir berzahiyet durumu yoktur; çünkü bunun gözü, sırf tenzihe dönüktür; yükselişin de tamamı sayılır. O iki makamla bunun arasında çok fark vardır.

Bu manada bir şiir şöyle gelmiştir:

Tuttular beni aynaya sanki kuşlarıyım; Kavlini ezelî ustamın konuşmalıyım.

***

Şer´î, nazarî, istidlali ilimler, (şeriatın görerek delillerle elde edilen bilgileri): Zarurî ve keşfi olmuştur. Bunlarla şeriat âlimleri usulleri arasında kıl kadar fark yoktur. Ancak, bu ilimler, icmal yolundan tafsile getirilmiş; nazariyattan zaruriyata çıkarılmıştır.

Bu manada, Hace-i Azam Bahaeddin Nakşibend Hz. ne şöyle soruldu:

— Sülükten maksad nedir .

Allah sırrının kudsiyetini artırsın; söyle anlattı:

— Bundan maksad, icmal yollu olan marifeti tafsile dökmektir; istidlali olanı da keşfe getirmektir.

Bunlardan başka bilgilerin hâsıl olacağını söylemedi.

Evet., bu tarikatta, çok çok ilimler zuhur eder; çok değerli irfan duyguları hâsıl olur. Lâkin, bütün bunları geçmek gerekir.

Bir salik, sıddıkıyet makamı sayılan nihayetler nihayetine ulaşmadıktan sonra; bu hakikat ilimlerinden, yakin haline dayalı marifetlerden yana nasibi olamaz.

Ne olurdu bileydim; bu makamın ilimlerinden, marifetlerinden yana hiç bir nasipleri olmadığı halde, ehlüllahtan kimlerdir ki: Kendileri için bu makamdan nasibe kail olurlar .. Yolu nedir . Şu âyet-i kerime bu manada ne kadar güzeldir.

— «Her ilim sahibinden üstün bir bilen vardır.» (12/76)

***

Kaza ve kader meselesinin sırrına da muttali oldum. Bunlarla, Şeriat-ı garranın esasına aykırı olmayan bir yolla bu meseleyi bildim. Şekillerin hiç biri ile, onların arasında aykırılık yoktur. Hem ele, icab noksanlığından ve cebir şaibesinden münezzeh ve beri olarak. İşbu mana zuhurda; mehtaplı gecedeki ayın ondördü gibidir... Asıl şaşılacak durum şu ki: Şeriatın esasına aykırı bir durumu olmadığı halde, bu meselenin gizli tutulmasına sebeb nedir . Şayet onda, bir aykırılık şaibesi olsaydı; gizli saklı tutma isinde bir bağlantı kurulabilirdi. Belki de bu sır şu âyet-i kerimede saklıdır:

— «Yaptığından sual olunmaz.» (21/23) Bu manada gelen bir şiir şöyledir:

O kimdir söz eder işi hakkında;

Ey sözcü, rıza ve teslim dışında.

***

Maarif ve ilimlerin feyizleri, bahar bulutlarından yağan yağmur gibi feyiz olarak gelmektedir. O şekilde ki: Kuvve-i müdrike, (idrâk akıl gücü,) onu taşımaktan âciz durumdadır. Kuvve-i müdrike, mücerred bir tabirdir. Yoksa, Yüce Sultanın ihsanları, ancak onu taşıyıcılarına yüklenebilir.

***

İlk önceleri, bu duyulmamış ilimleri kitaba yazmak için içimde bir heves vardı; ama buna muvaffak olamadım. Bu hususta, bende bir ağırlık ve zorluk oluyordu. Sonunda, kendi kendimi teselli ettim. Şöyleki:

Bu türlü feyiz yollu gelen ilimlerden gaye meleke husulüdür; onu ezberleyip durmak değildir. Nitekim, ilim talebeleri; ilmi, mevlevi bir melekeye nail olmak için öğrenirler; yoksa sarf, nahiv ve diğer ilimlerin usullerini ezberlemek değildir.

***

Yukarıda işaret edilen ilimlerden bazılarını arz etmek istiyoruz. Önce şu âyet-i kerime ile başlayalım:

— «Onun benzeri gibi yoktur: o, hakkıyla işiten, kemaliyle görendir.» (42/11)

Bu mübarek cümlenin başı; zahir olan mana gibi, sırf tenzihin isbatıdır.

— «Hakkiyle işiten, kemaliyle görendir.» (42/11) Bölümü ise, tercihi tam ve tekmil etmektedir. Bunların daha açık beyanı şöyledir:

Yaratılmışlar için işitme ve görme durumunun sübutu; toplu manada olsa dahi, bir benzeyişin sabitliği dolayısı ile vehim yollu vardır. İste, Allah-ü Taâlâ bu vehmin defi için, görmeyi ve işitmeyi onlardan nefyetmektedir. Kısaca şu mana anlatılmak istenir: Hakkiyle işiten, kemaliyle gören o Yüce Allah´tır.

Bu mana yanlış anlaşılmasın; biraz daha açılalım:

Mahluklarda, göz ve kulak mevcuttur; ama bunların, gerçek manası ile görmekte ve işitmekte bir dahli yoktur. Sübhan olan Yüce Hak, kulağı ve gözü yarattığı gibi; görmeyi ve işitmeyi de yaratmıştır. Hem de, âdet olduğu yoldan, sözü edilen iki sıfatı yarattıktan sonra.. Bunda mahlûk sıfatların hiç bir tesiri yoktur. Bu arada bir tesir sözü edecek olsak dahi; ondaki bu tesir dahi mahluktur. O mahlukların kendileri sırf cemad nev´inden olduğu gibi; aynı şekilde sıfatları cemad nev´inden sayılır.

Üstte anlatılan manaya bir misalle yol verelim:

Allah-ü Taâlâ Kadir sıfatı ile, sırf kudreti icabı taşta bir konuşma yarattığı zaman:

— Hakikaten taş konuştu.. Onda konuşma vasfı vardır.

Denemez.

Hülâsa olarak, mana bu merkezdedir. Taş cemad (cansız) sayılır; anlatılan sıfatın onda varlığı farz edilse dahi, o da kendi gibi cansız cemaddır. Onun, asla harf ve ses çıkarmakta bir dahli yoktur. . İşte, bütün sıfatlar, üstte anlatılan kabilden olup öyle kıyaslanabilir.

Bu babda asıl anlatılmak istenen gaye şudur: Bu iki sıfat; diğerlerine nazaran, daha fazla zuhur etmekte olduğundan, Allah-ü Taâlâ, onların nefyi için bir özellik yarattı. Kalanların nefyi, bunlara kıyasla daha uygundur.

Şu da ilim üzerine bir ilmî görüş..

Sübhan olan Yüce Allah, mahlukta önce ilim sıfatını yarattı; sonra onun maluma teveccühünü yarattı. Daha sonra o sıfatın, bu mahlukla ilgisini yarattı. Daha sonra bu malumun ona inkişafını yarattı. İlim sıfatını yaratmasının akabinde dahi mahlukta inkişafı yarattı.

İşbu yaratma durumu, ilâhî âdetin cereyan tarzına göre olup gitti. İşte, bundan da bilinmiş oldu ki: Anlatılan inkişafta, ilmin bir. dahli yoktur.

Şimdi, üstte anlatılan mana yolundan; daha önce anlatılan işitme ve görme sıfatlarını tekrar ele alalım. Şöyleki:

Allah-ü Taâlâ, mahlukta önce işitme sıfatını yarattı. Sonra duymayı ve işitilen şeye teveccühü yarattı. Sonra, işitmenin kendisini yarattı. Daha sonra, işitilen şeyin idrâkini yarattı.

Görme durumu da aynı. Önce görme sıfatını yarattı. Sonra, göz bebeğinin Dönüşünü ve görülecek şeye teveccühünü yarattı. Daha sonra görülen şeyin idrakini yarattı.

Anlatılan kıyas, sair sıfatlarda dahi caridir.

Tam manası ile işiten, gören o kimsedir ki: İşitmesinin ve görmesinin başında; anlatılan iki sıfat bütünüyle kendisinde buluna.. Bir kimse böyle değilse., o: Hakkıyle işiten, kemaliyle gören olamaz.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki: Mahlukların sıfatları ,da, kedileri gibi, cemadat nev´indendir.

Bu manada son kelâm şudur:

— Allah-ü Taâlâ, yaratılmışlardan, başlıca, bu sıfatları nefyetti; artık onlar için kendilerine has olan bir sıfat yoktur. Bu sıfatlar, Sübhan Allah´ın zatı için sabit olmuştur ki; tenzihle teşbih beyni birleştirile.. Hattâ, mevzuumuz olan âyet-i kerimenin tamamı; tenzihin isbatı, başlıca benzeyişin nefyi içindir.

Birinci manada anlatılan bilgi.. Yani: Bu mahluklardaki sıfatların Sübhan Hakka ait oluşunu, onların kendilerini sırf cemadat çeşidinden sayıp anlatılan sıfatların onlardaki zuhurunu görmek için şu misal yerindedir: Oluk, testi ve bunlardan zuhur eden su.. Sıfatların onlardaki zuhurunu, mahlukta anlatıları misaldeki gibi görmek, velayet makamına yakışan ilimler meyanında sayılır.

İkinci manada anlatılan bilgiye gelince.. Yani: Bu mahlûklardaki sıfatların, Sübhan Hakka ait olduğunu vicdanen görmek, bilmek.. Cemadatta görüldüğü gibi.. O rnahlukları dahi, ölüler misali şuursuz itikad etmek.. Nitekim, bu manada, Allah-ü Taâlâ şöyle buyurdu:

— «Sen meyitsin; onlar dahi meyitlerdir.» (39/30)

İşbu manada anlatılan ilim, şehadet makamına yakışan bir ilimdir.

Bu misalle, aynı zamanda; iki makam arasındaki fark dahi anlaşılmış oldu.

Az şey, çoğa delil olduğu gibi; damla su, bolluğa delildir. Bu manada bir şiir şöyledir:

Senenin bolluğu bahardan bellidir.

Nitekim, bu yüksek makama çıkanlar; mahlukattaki fiilleri, ölü ve cemadattaki gibi görmektedirler. Hal böyle iken, o mahlukların fiillerini Sübhan Hakka bağlamazlar.

— Bu fiillerin faili Allah´tır.

Demezler. Alah-ü Taâlâ, böyle bir bağlantı kurulmaktan yana pek yücedir. Bu manayı, aşağıdaki misallerle biraz daha açalım.. Şöyleki:

Bir şahıs, bir taşı hareket ettirdiği zaman, hiç bir şekilde:

— Bu şahıs hareket etti.

Denmez.. O şahıs, ancak hareketi meydana getirdi. Asıl hareket eden ancak taştır.

Aynı şekilde, o taş cansız cemadat cinsinden olduğu gibi, onda görülen hareket dahi öyledir. Yani: Sırf cansız cemadat çeşidi bir»

hareket.. Bu mana icabı olarak; anlatılan hareket icabı bir şahsın öldüğünü farz edelim; hiç bir şekilde:

— Onu taş öldürdü. Denmez. Şöyle denir:

— Taşı atan şahıs öldürdü..

Şeriat âlimlerinin kavli, bu ikinci manada anlatılan ilme uygundur. Allah-ü Taâlâ, onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Onlar, şöyle derler:

— Kullarda görülen yapılmış işler, aslında Sübhan Hakkın yarattığı san´atıdır. Dilemek ve seçmek sureti ile işlerin onlardan çıkmasına rağmen durum budur. Fiillerin masnuiyetinde (işlerin yapılmasında) onların bir dahli yoktur.

Onların işleri, yapılan amelin meydana gelişine göre olan tesir dışında; belli karışık bazı hareketlerden ibarettir.

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

— Durum anlatıldığı gibi olunca, onların fiillerine sevap ve ikap akla yakın bir say olmaz. Zira onların durumu, taşa verilen bir emir gibidir. Taşın fiiline yapılacak zem ve medih gibi olur.

Bu suale vereceğim cevap şudur:

— Taşla mükellef kişiler arasında fark vardır. Teklifin yeri, güç ve iradenin bulunduğu yerdir. Taşta ise ne irade vardır; ne güç. Halbuki mükelleflerde irade vardır. Lâkin, onların bu iradeleri de, Sübhan Hak tarafından yaratıldığından; muradın husulü babında bir tesiri yoktur. Dolayısı ile, işbu irade meyyit gibidir.

Hülâsa: Murad olan dahi, ilâhî âdetin cereyan tarzına göre; tahakkuk ettikten sonra mahluktur, (Yaratılmıştır.)

Her nekadar, mahlukun kudretinin müessir olduğu söylenirse de, isterse umumî manada olsun; kaldı ki: Maveraünnehir âlimleri de bu yola gitmişlerdir, işbu tesir dahi kudrette mahluktur. Tıpkı kudret kendi zatında mahluk olduğu gibi.. Çünkü onun tesiri zımnında asla mahlukun bir seçme hakkı yoktur. Bunun için, o kudretin tesiri dahi cemadat mesabesindedir.

Bu mevzuu, şöyle bir misalle kapatalım:

Bir şahıs, birinin tahriki sonu; yukarıdan aşağı bir taşın indiğini ve bir hayvanı (canlıyı) öldürdüğünü gördüğü zaman inancı şudur: Bu taş cemad nev´indendir; keza o taşı harekete getiren fiil dahi cemaddır. Şuna da inanır: Bu fiilin neticesi olan ölüm dahi cemaddır.

Hülâsa: (Mahlukata ait) zatlar, sıfatlar, fiiller sırf cemadattır; sırf ölüdürler..

— «Hayy Kayum.» (2/255)

Ayet-i kerimesinde anlatılan sıfatın sahib-i hakikîsi Allah´tır.

— «Hakkıyle işiten; kemaliyle görendir.» (42/11)

Mealine gelen âyet-i kerimesi ile anlatılan, yine odur..

— «Tanı manasi ile bilen, gerçekten haberdar olandır.» (66/3) Mealindeki âyet-i kerime ile anlatılan yine odur.

— «İrade buyurduğunu yapandır.» (85/16)

Mealindeki âyet-i berime ile beyan edilen Yüce Zat yine odur. Ve şii mealdeki mübarek âyet, onun şanında nekadar güzeldir:

— «Anlat, söyle: Rabbımın kelimeleri için denizler mürekkeb olsa, Rabbımın kelimeleri bitmeden denizler tükenir; isterse bir misli daha yardıma gelsin..» (18/109)

*** Edep dışı saydığım işler arttı; sözü uzatmam haddi aştı.

Ne yapabilirim ki Kelâmın güzelliği, mutlak Cemil zattan geliyor. Beni öyle bir yere ulaştırdı ki, orada: Söz uzadıkça güzelleştiği sanılıyor. Her ne mikdar ondan anlatılsa; lezzet ve halâvette en üst dereceye varılıyor. Bununla beraber, kendimi o Yüce Zat´tan konuşmaya münasip görmüyorum: Hattâ, ismini dahi söylemeye cesaret edemiyorum. Bu manada bir şiir var:

Misk, gülsuyuyla yusam ağzımı bin kere;

Yine de ehil olamam hiç onu zikre..

Bir başka manada şiir:

İnsana yakışan odur ki, zaman haddini unutturmaya..

***

Bu arada, asıl dilek şudur: Bol teveccüh ve inayet..

Yaramaz hallerimi nasıl arz edeyim . Kendimde her ne gibi iyi bir hal bulsam; o, anlattığım üstün teveccühün bir başlangıcıdır. Yoksa:

Ben yine o Ahmed´im, hiç değişmedim..

***

Meyan Şah Hüseyin´e tevhid yolu zuhur etti; şu anda onunla hazza dalmış durumda.. Hatıra, onu oradan çıkarmak geliyor ki; hayrete ulaşsın; asıl gaye de. budur.

Muhammed Sadık, kendini zapt edemiyor; bunu küçüklüğüne vermek gerek. Seferde arkadaş olsa; çok terakkiye nail olur. Dağa çıkarken, arkadaştı; çok terakkiye nail oldu. Hayret ummanından kana kana içti. Hayret babında, bu Fakir´le onun tam bir münasebeti var.

Şeyh Nur dahi aynı şekilde bu makamdadır. Çok terakki etti. Bu Fakir´in yakınlarından bir genç var; hoş halli cidden. Berk tecelliye yakındır; galiba ona karşı istidadı da var.



Ondokuzuncu Mektup
MEVZUU : İhtilaç sahiplerinden bazılarının işlerini ısmarlamaya dair.
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu mükerrem şeyhi Muhammed Bakibillah´a yazmıştır.
Hizmette olanların en küçüğünden bir arzuhaldir.
Bir şahıs askerden geldi. Şöyle anlattı:
Dehlî ve Serhend dervişlerine, sonbahar faslı için toplanan meblağ; vazifeliler tarafından alınmış yüce dergâhınızda devamlı kalanlar için gönderilmiştir. Bunun, iyi bir tahkikten sonra, hakkı olanlara ulaştırılması arzu. edilmektedir.
Anlatılan durum dolayısı ile, bu mektubu yazmak cesaretinde bulundum.

Eğer bu haber doğru ise.. Bu arzuhali getiren kimseye; aşağıda yazılı mikdar, ismi belirtilen şahıslara verilmek üzere havale edilmelidir:

Şeyh Hafız Ebülhasan´a bin dirhem.. Bu zat, ilim ehlidlir.

Şeyh Hafız Şalı Muhammed´e bin dirhem. Bu zat, Şeyh Nevvab´ın vekil kıldığı kimselerdendir.

Anlatılan şahıslardan her ikisi de hayatta ve hizmette devamlıdırlar; kendilerinde, hiç bir şüpheli durum yoktur.

Her ikisi de, Serhend´de olup mutemed vekillerini göndermişlerdir.


Yirminci Mektup
MEVZUU : ihtiyaç sahiplerinden bazılarının işlerine dairdir.
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu muazzam şeyhi Muhammed Bakibillah´a yazmıştır.
Hizmet babında olanların en küçüğünden bir arzuhaldir. Yüce dergâhta bulunanların vakitlerini boşa giderme işi bizden defalarca sudur etti. Bu durum, şunların işleri için oluyordu: Habibüllah Serhendî´nin anası, nikâhlı kadını, bu mektubun zımnında yazılan diğer hizmetçiler..
Bunların işlerine dair meblâğ, Dehlî´de ise.. Mevlâna Ali´ye emir buyurunuz, onu kendilerine teslim etsin.
Bunlardan bazısı bu iş için, birini gönderdi; bazıları da kendi geldi. Şayet, onlara ödenecek meblâğ Dehlî´de değilse; kendileri hayattadırlar; hisselerinin sağlanmasını taleb ediyorlar. Bunun dışında bir şey yazmak, fazladan açılmak olur.





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)