Thread Rating:
  • 21 Vote(s) - 3.29 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Abdullah-ı Deahlevi Hazretleri Kimdir?
#1
Oku-1 


Abdullah-ı Deahlevi Hazretleri Kimdir?

Hindistan’da yaşayan âlim ve evliyanın büyüklerinden. İnsanları Hakk’a davet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” adı verilen âlim ve velîlerin yirmi sekizincisidir. Meşhûr ismi Abdullah, babasının ismi Abdüllatîftir. Gulâm-ı Ali diye de bilinir. Seyyid olup, hazret-i Ali soyundandır. 1745 (H. 1158) senesinde Hindistan’ın Pencap eyâletinin Bitâle kasabasında doğdu.

Evliyanın büyüklerinden Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretlerine talebe olup, onun sohbetleriyle kemâle geldi ve zamanının bir tanesi oldu. Pek çok kerametleri görüldü. Binlerce talebe yetiştirdi. Zamanındaki devlet adamlarına, âlimlere ve cemiyete hükmeden kimselere mektuplar yazarak nasîhat etti. 1824 (H. 1240) senesinde Dehli’de vefat etti.

Babası Abdüllatîf Efendi, riyazet ve mücâhede eder yâni nefsinin istediklerini yapmayıp istemediklerini yapardı. Allahü teâlânın yasaklarından ve şüpheli şeylerden şiddetle sakınır, bu suretle tasavvuf yolunda olgunlaşıp, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalışırdı. Abdüllatîf efendi, oğlunun doğumundan bir gün önce rüyasında hazret-i Ali’yi gördü.

Hazret-i Ali ona, doğacak oğluna kendi ismini (Ali) koymasını tavsiye etti. Annesi de o günlerde rüyasında Abdülkâdir-i Geylânî’yi görmüştü. O da kendi ismini koymasını tavsiye etmişti. Evliyâullahtan olan amcası da sevgili Peygamberimizi rüyasında görmüş, Peygamber efendimiz, doğacak çocuğa Abdullah isminin verilmesini emr buyurmuştu. Çocuk doğduğu zaman; babası Ali, annesi Abdülkâdir, amcası da Abdullah ismini verdiler.

Abdullah-ı Dehlevî beş-altı yaşına geldiği zaman, kendisine Ali demekten haya edip, Ali’nin hizmetçisi mânâsına, Gulâm-ı Ali dedi. Gulâm-ı Ali olarak tanındı. Daha sonra bu ismi ve Abdülkâdir ismi ile çağrılmaz olup, Abdullah ismi meşhûr oldu. Abdullah-ı Dehlevî, küçük yaşından îtibâren babasının yanında ilim öğrenmeye başladı. Onüç yaşına gelince, babası onu, hocası olan Nâsıruddîn Kâdirî hazretlerinin sohbetinde bulunup, ilim öğrenmesi için Dehli’ye götürdü. O sırada Nâsıruddîn Kâdirî vefat ettiği için görüşmek mümkün olmadı. Bunun üzerine babası; “Ey oğlum! Ben seni üstadım Nâsıruddîn hazretlerinden ilim öğrenip, onun terbiyesi altında yetişmen için getirmiştim. Ne yapalım, nasîb değilmiş. Şimdi serbestsin. Mübarek kalbine nereden bir marifet kokusu gelir, seni yetişdirecek bir âlim ve velî buîabilirsen ona gidip büyüklerin yolunu öğrenebilirsin” dedi.

Dehli’de Allah adamlarının sohbetlerinde bulunmaya gayret sarfeden Abdullah-ı Dehlevî, Hâce Zübeyr ve onun talebelerinden; Ziyâullah, Abdül-adl, Hâce Nâsıruddîn’in oğlu Hâce Mîr Dürer, Mevlânâ Fahreddîn, Fahr-i Cihân-ı Çeştî Devlevî, Hâce Nânû, Hâce Gulâm-ı Çeştî gibi zâtların sohbetleriyle şereflendi. Yirmi iki yaşına kadar onlardan; tefsir, hadîs, fıkıh gibi zahirî ilimleri tahsîl etti. Tasavvuf yolunda da yetişmek istedi.

Yirmi iki yaşına geldiğinde, zamanının bir tanesi, zahirî ve bâtını ilimler hazînesi Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleriyle karşılaştı ve kendisini talebeliğe kabul buyurması için yalvardı. O da; “Evlâdım! Bizim yolumuz, tuzsuz taş yalamak gibidir. Bunun için, sen kendine zevk ve şevk ile dolu olan yerler bul” buyurdu. Onun büyüklüğünü anlayan Abdullah-ı Dehlevî ise; “Ben de tuzsuz taş yalamayı murâd ediyordum. Bunu hepsinden çok seviyorum. Ne olur bu fakiri kabul buyurunuz” dedi.

Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleri onu talebeliğe kabul edip, önce zahirî ilimleri öğretti. Sonra da tasavvufta yetiştirmeye başladı. Nakşibendiyye yolunun edeblerini öğretti. On beş sene Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretlerinin sohbetinde kalan Abdullah-ı Dehlevî, tasavvuftaki dereceleri geçti. Zahirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere ulaşması üzerine, Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleri ona icazet (diploma) verdi ve talebe yetiştirmekle vazifelendirdi.

Abdullah-ı Dehlevî, Mazhar-ı Öân-ı Canan hazretlerinin sohbetinde kaldığı on beş sene içinde çektiği riyazet ve yaptığı mücâhedeyi şöyle anlatır: “İlk zamanlar geçimimde, zorluk ve güçlüklerle karşılaştım. Elimde olan ne kadar dünyâ malı varsa hepsi gitti. Allahü teâlâya tevekkülü ahlâk edindim. Eski bir hasırı yatak, bir tuğlayı yastık edindim. Bir elbiseyi yıllarca giydim. Bu şekilde on beş sene kanâat kösesinde oturdum. Bir defasında o kadar çaresiz kalıp bitkin düştüm ki; artık, bulunduğum bu hücre, benim mezarım olacak diye düşünmeye başladım. İşte bende bu düşünce hâsıl olunca, Allahü teâlânın yardımı ulaştı. Onun ihsan denizine gark oldum. Kalb gözüm açıldı. Melekler âlemini görmeye başladım. Ondan sonraki günlerde hücreme bir kimse gelip; “Kapıyı açınız” dedi. Açmadım. Tekrar; “Açınız” dedi. Yine açmadım. Bunun üzerine pencereden bir mikdar para atıp gitti.”

Abdullah-ı Dehlevî, hocasının vefatından sonra talebe yetiştirmeye başladı. Alim ve sâlih kimselerden yüzlerce kimse gelip, onun ilim meclisiyle ve sohbetiyle şereflendi. Teveccühleri bereketiyle yüksek makamlara kavuştular. Bunların en başta geleni, Bağdad’dan gelen Mevlânâ Hâlid hazretleridir.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine çok kimseler gelir, hastalıklarından kurtulmak için dua etmesini isterlerdi. O da dua eder, hastalıklarından Allahü teâlânın izniyle kurtulurlardı. Ancak, ömrünün sonuna doğru, kendi bedenine üç tane hastalık arız olmuştu.. Bu hastalıkları sebebiyle güçsüz kalmış, ibâdetlerini şevkle, fakat sıkıntıyla yapar hâle gelmişti. Bu sıkıntılı hâlini bilen dostları ona; “Efendim! Herkes hastalıktan kurtulmak için sizden dua istiyor, cenâb-ı Hak da dualarınızı reddetmiyor. Her gelen huzurunuzdan şifâya kavuşmuş olarak ayrılıyor. Hâlbuki kendi üzerinizde birden fazla hastalık var. Dua buyursanız da bu dertlerden kurtulsanız” dediler. O da cevaben; “Onlar, hastalıklarından kurtulmak için dua istiyorlar. Biz ise, Allahü teâlânın gönderdiği bu dert ve belâlardan, O gönderdiği için razıyız. Dert ve belâlar kemend-i mahbûbdur. Allahü teâlâ bu dertleri, sevdiği kullarından dilediklerine verir. Bu sebeple dertlerin bizden gitmesini değil, onlara sabretmeyi isteriz” buyurdu.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin, ömrünün sonuna doğru hastalıkları iyice fazlalaştı. Basur hastalığının kaşıntısı arttı. Bu sırada Luknov’da bulunan Ebû Sa’îd Fârûkî’ye mektup yazarak, vefatından sonra yerine onun geçmesini bildirdi. Bu mektup üzerine kısa zaman içinde yanına gelen Ebû Sa’îd Fârûkî’ye şu vasiyetnameyi yazdırdı: “Devamlı zikr ediniz. Büyüklere bağlılığınızı muhafaza ediniz. Güzel ahlâklı olup, insanlarla iyi geçininiz. Kaza ve kader hususunda. nasıl ve niçini bırakınız. Yol kardeşleri ile birlik olmayı lâzım biliniz. Fakr, kanâat, rızâ, teslim, tevekkül ve feragat üzere, olunuz. Benim cenazemi âsâr-ı nebeviyyenin bulunduğu Dehli’deki Büyük Câmi’ye götürünüz, Allah’ın Resûlünden şefaat isteyiniz!” Sonra buyurdu ki: “Hâce Nakşîbend Buharî (rahmetullahi aleyh); “Bizim cenazemizin önünde;

Huzuruna müflis olarak geldim

Yüzünün güzelliğinden bir şey isterim

Şu boş zenbilime elini uzat

O mübarek eline güvenirim

beytlerini okuyun” buyurmuşlardı. Ben de bu şiirin ve ayrıca aslı Arabî olan şu şiirin okunmasını istiyorum:

Kerîm’in huzuruna azıksız geldim,

Ne iyiliğim var ne doğru kalbim!

Bundan daha çirkin hangi şey olur

Azık götürürsün, O ise Kerîm.”

Bir Cumartesi günü idi. Yanında bulunanlara; “Çabuk Meyan Sâhib’i (yâni Ebû Sa’îd Fârûkî’yi) çağırınız!” buyurdu. Ebû Sa’îd hazretlerini çağırdılar. O kapıdan girince, bakışlarını ona çevirdi ve bu hâlde 82 yaşındayken, 1824 (H. 1240) senesinde Safer ayının 22. gününde vefat etti. Onun vefat haberini duyan binlerce kişi toplandı. Cenaze namazını, Dehli’deki Büyük Câmi’de, Ebû Sa’îd Fârûkî hazretleri kıldırdı. Vasiyeti üzerine, Büyük Cami bahçesindeki, üstadı Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretlerinin kabrinin sağ yanına defn edildi.

Abdullah-ı Dehlevî, günlük hayâtını hadîs-i şerîflere uygun olarak geçirfrdi. Çok az uyur, teheccüd namazına kalkar, namazdan sonra yatmaz; Kur’ân-ı kerîm okur, murakabe ve Allahü teâlâyı zikr ile meşgul olurdu. Sabah namazını evvel vaktinde cemâatle kılar, talebeleriyle birlikte işrak vaktine kadar Allahü teâlânın yüce ismini zikrederlerdi. Herbirtalebesine ayrı ayrı teveccüh ederek, onların tasavvuf yolunda ilerlemelerini sağlardı. İşrak vaktinden sonra talebelerine hadîs ve tefsîr dersi verirdi. Ziyarete gelenleri kabul edip onlara ikramlarda bulunur, onlarla kısaca görüşür, sıkıntılarını giderdikten sonra gitmelerine müsâde ederdi.

Öğleye doğru birazcık yemek yerdi, öğleye yakın sünnet-i şerîfe uymak için bir müddet kaylûle yapar, ezan okunduğunda, kalkıp namazı cemâatle kılardı. Talebelerine; “Adâb-ül-Mürîdîn”, “Nefâhat” ve benzeri kitapları, daha sonra ikindiye kadar tefsîr, fıkıh ve hadîs ilimlerini okuturdu. İkindi namazından sonra yine hadîs-i şerîf ve “Mektûbât-ı Rabbânî”, “Avârif-ül-meârif” ve “Risâle-i Kuşeyriyye” gibi eserleri okur ve açıklardı. Akşam namazını kıldıktan sonra Allahü teâlâyı zikr eder, talebelerinin, evliyalık makamlarında pay sahibi olmalarına çılışırdı. Akşam, çok az, bir kaç lokma yemeğini yer, yatsı namazını kılardı. Gecenin çoğunu zikr ile geçirir, uykusu geldiği zaman seccadesi üzerine sağ yanı üzere yatardı.

Ayaklarını uzatarak yattığı hiç görülmedi. Sert ve kalın elbise giyerdi. Cömertliği dillere destan olup, hayası o kadar çoktu ki, insanlarla göz göze gelmemeye çalışır, aynada kendi yüzüne dahi bakmazdı. Müslümanlara karşı o kadar şefkat ve merhamet sahibiydi ki, kendisine kötülük yapanlara bile gece seher vakitlerinde dua ederdi.

Abdullah-ı Dehlevî’nin meclisinde dünyâ kelâmı konuşulmazdı. Birisi gıybet etmeye kalksa, ona; “Kötülenmeye lâyık olan benim” buyururdu. İnsanlara Allahü teâlânın emirlerini anlatır, yasak ettiklerinden kaçınmaları için çok gayret sarf ederdi.

Zamanının pâdişâhına bile çekinmeden, emr-i bilmârûf ve nehy-i anil-münkerde yâni Allahü teâlânın emir ve yasaklarını tebliğde bulunurdu. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli olur korkusuyla mubahların fazlasını terk eder, dünyâya hiç bir zaman meyi etmezdi. Hiç kimseden bir şey istemezdi. Zamanın pâdişâhı ve diğer devlet adamları dergâhta harcanmak üzere para gönderir, kabul buyurması için yalvarırlardı.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, Şehzade Mirza Cihangîr’e yazdıkları bir mektuplarında şöyle buyurdular: “Mektubuma Besmele ile başlıyorum. Allahü teâlânın yardımları, ihsanları zât-ı âlinizi kaplayıp, her yerde muzaffer, mavaffak ve makbul kılsın! İslâm’ın sünneti olan selâm ve isteklerin yerine gelmesi için duadan sonra, fakîr Gulâm-ı Ali’den, gördüğünüz rüyanın tâbirini soruyorsunuz. Uyku, hayret verici bir âlemdir. Çok kere oraya vehim ve hayâl karışır. Geçmiş ve gelecek hâller de orada görülür. Bâzan ilgisiz bir kimse, rüyada bâzı hâller görür ve; “Benim hâllerim bunlardır” diye tahayyül eder. Bunların hepsi vehimdir. Bâzan bunlar, sırf şeytanın tasarruf ve te’siri ile olur. Birisi, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme geldi ve; “Ben rüyamda başımı kesilmiş gördüm” diye arz etti. Buyurdular ki: “Şeytan seninle oynamıştır.”

Bâzan, namaz ve zikir için uyandıran korkunç rüyalar görülür. Eshâb-ı kiramdan Berâ bin Azib, rüyasında; teheccüd namazı kılarken, bir öküzün kendisine boynuz vurduğunu ve okumak âdeti olan sûre-i Bekara’yı geciktirdiğini gördü. Derhal uyandı, teheccüd namazı kılmaya ve Bekara sûresini okumağa başladı.

Bâzan rüyalar, vücuddaki maddelerin çoğalmasına uygun olarak görülür. Meselâ, safranın artmasında sarılıklar, kanın artmasında kırmızı şeyler görülmesi gibi… Bunun gibi rüyalara, sıcak ve soğuk gıdalar da te’sir eder. Karışık rüyalar, îtibâr edilmeyecek boş düşlerdir.

Sizin gördüğünüz rüyanın kısımları da böyledir. Hatırınızı hoş tutunuz, endişe etmeyiniz. Sığır cinsinden bir sadaka veriniz ve Allahü teâlâya sığınınız. Hadîs-i şerîfde: “Sadaka belâyı defeder” buyruldu. Belâların defi ve sadakanın kabulü için yalvararak kalbinizden niyet ediniz. Böylece hadîs-i şerîfin şaşmaz doğruluğuna uyulmuş olur. Mevsim soğuktur. Fakirlere örtünecek bir şeyler veriniz ve belâların defedilmesini dileyiniz. Allahü teâlâ sizi yüceltsin ve selâmette kılsın. Sabah ve akşam yatarken, bir kere Âyet-el-kürsî, üçer ihlâs ve Mu’avvizeteyn sûrelerini okuyunuz. Bunu âdet edininiz. Böylece cenâb-ı Hakk’ın hıfzına, nimetlerine kavuşursunuz. Vesselam.” (12. Mektûb)

Abdullah-ı Dehlevî’nin, Peygamber efendimize çok fazla muhabbeti vardı. Şerefli ismini duyduğu zaman, kendinden geçecek gibi olurdu. Kur’ân-ı kerîmi okumaktan ve dinlemekten çok zevk alırdı. Eğer şevk hâlinin gâlib olduğu zamanlar dinlerse, düşer kalır ve; “Daha okumayınız dayanamıyorum” derdi. Ekseriye Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin “Mesnevî”sini okutup dinler, onunla vecd hâline kavuşurdu.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin dillerde dolaşan kerametleri toplansa, ciltler dolduracak kadar çoktur.

Kerametlerinin en üstünü, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından kaçınması ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine sıkıca bağlı olmasıdır.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, kendine gelen tâliblerin gönüllerine tasarruf eder, Hakk’ın feyz ve bereketlerini onların kalblerine akıtır, kaiblerini devamlı olarak Allahü teâlâyı anar hâle getirirdi.

Bununla beraber dünyâya ait kerametleri, ilâhi ilhamlarla gaybden haber vermeleri de çok idi. İnsanların müşküllerini çözer, dert ve istekleri için dua ederdi. Gelenlerin işleri, onun duası bereketiyle hallolurdu.

Talebelerinden Mevlevî Kerâmetullah, Zât-ül-cenb hastalığına yakalanmıştı. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri elini, hastanın üzerine temas ettirince, Allahü teâlânın izniyle iyileşti.

Dehli Câmii’nin imamının çocuğu uzun zamandır hasta yatıyordu. Bir gece rüyada Abdullah-ı Dehlevî hazretleri evine gelip, hasta oğluna bir şey içirdi. Sabah olunca oğlunun tamamen iyileştiğini gördü. Çok sevindi. Ertesi gün biraz para alıp huzuruna geldi ve; “Bunu kabul ediniz” diye arz etti. Abdullah-ı Dehlevî tebessüm edip; “Bu bizim geceki hizmetimizin karşılığı mıdır?” diyerek, geceki durumu açıkladı.

Abdullah-ı Dehlevî bir gün Hâkim Nâmdâr Hân’ı ziyarete gitti. Onu, Sekerât-ül-mevt (ölüm sarhoşluğu) hâlinde, gözlerini kapamış ve şuuru gitmiş olarak buldu. Yakınları; “Allahü teâlâya, hastalığının gitmesi için dua ediniz” dediler. O da hastaya bir baktı. O anda hastanın şuuru yerine geldi ve gözlerini açtı. Bir müddet rahat olarak onunla konuştu. Sonra Abdullah-ı Dehlevî hazretleri kalkıp dışarıya çıkınca hasta vefat etti.

Bir kimse Abdullah-ı Dehlevî’ye gelerek, çocuğunun iki aydan beri kayıp olduğunu ve çocuğun bulunması için dua etmesini istedi. Abdullah-ı Dehlevî de; “Çocuğunuz evdedir” buyurdu. Gelen kimse şaşırarak; “Ben şimdi evden geldim” dedi. Tekrar; “Evinize gidiniz, çocuğunuz evdedir” buyurdu. O kimse emre uyarak evine gidince, çocuğunu gerçekten evde buldu.

Bir defasında Dehli’de kıtlık ve kuraklık zuhur etti. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri mescidin avlusuna çıkıp, kızgın güneşin altında oturdu ve yağmur yağdırması için Allahü teâlâya dua etti. Bir saat geçmeden yağmur yağmaya başladı.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, binlerce âlim ve evliya yetiştirdi. Bunların en meşhûrları; Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, Ebû Sa’îd Fârûkî, Mevlânâ Beşâretullah, Mevlânâ Pirzâde, Rauf Ahmed, Mevlânâ Muhammed Can, Mevlânâ Fadl Gulâm, Mevlânâ Şeyh Sa’dullah Sâhib, Mevlânâ Şeyh Abdülkerîm, Mevlânâ Şeyh Gulâm Muhammed, Mevlânâ Abdurrahmân, Mevlânâ Seyyid Ahmed, Mevlânâ Seyyid Abdullah Mağribî, Mevlânâ Pîr Muhammed, Mevlânâ Muhammed Münevver gibi zâtlardır.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin kıymetli eserleri ise şunlardır:

1-Makâmât-ı Mazhariyye: Bu eserinde Hocası Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretlerini Fârisî olarak pek güzel anlatmaktadır.

2-Mekâtib-i Şerîfe: Bu kıymetli eserinde de çok faydalı bilgi ve sırları açıklayan çeşitli yerlere yazdıkları Fârisî mektupları mevcuddur.

3-Dürr-ül-Meârif: Bu eser, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin sohbetlerini ihtiva etmektedir. Talebelerinden Rauf Ahmed Müceddidî tarafından toplanarak kitap hâline getirilmiştir ve Fârisîdir.

Bu kitapların üçü de İstanbul’da İhlâs Vakfı tarafından neşr edilmiştir.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri de, Dîvân’ında, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin fazîlet ve üstünlüklerini anlatmışlardır.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin kalblere şifâ olan kıymetli sözlerinden bâzıları şunlardır:

“Dünyâ sevgisi, bütün kötülüklerin başıdır. Günahların başı da küfürdür.”

“Nefsinin arzularına tâbi olan, Allahü teâlâya nasıl kul olur. Ey insan! Kime tâbi isen ona kul olursun.”

“İnsanlar dört kısımdır: Nâmerdler, merdler, civânmerdlervefertlerdir. Dünyâyı isteyen nâmerd, âhıreti isteyen merd, âhıretle birlikte Hak teâlâyı isteyen civânmerd, yalnız Hakk’ı isteyen ferddir.”

“Bizden konuşan, bizim elbisemizi giyinir ve bizim tavrımızı seçmiş olur.”

Hindistan da yetişen tefsir, hadis ve fıkıh alimlerinin büyüklerinden. Evliyanın önderi Muhammed Baki-billah hazretlerinin talebesi idi. Muhaddis Dehlevî diye meşhûr oldu. 1551 (H. 958) de Delhi’de doğdu. Babası Seyfeddin bin Sa’dullah’dır. Dedeleri, Sultan Alauddîn Muhammed Halcî zamanında Buhara’dan Hindistan’a hicret etmişlerdi.

Seyfeddin bin Sa’dullah, oğlu Abdulhak-i Dehlevî’yi büyük bir alim olacak şekilde yetiştirdi. Abdulhak-i Dehlevi’nin fevkalade kuvvetli bir hafızası vardı. Öyle ki, annesinden süt emdiğini hatırlıyordu. İki ay gibi kısa bir zamanda babasının önünde Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Buyururdu ki: “Babamın terbiye, talim, irşad eserleri, bu fakîrin üzerinde açıkca görülür. Nazm ve şiir kitaplarından bu diyarda (Hindistan’da) okutulanları, Sa’dî’nin Bostan ve Gulistan’mi ve Hafiz-i Şirazî divanını öğretti. Arabî Sarf çekimlerini okutup ezberletti. Nahivden, Kafiye ve Misbah okuttu.

Mübarek vakitlerinin ekserisini bu zavalli ile geçirdi. Buyurdu ki: “İnsaallah, alim olacaksın.” Yine buyurdu ki: “Bize, Allahü teâlâ senin elinle görülmemiş nîmetler verecektir. Zîra Hak teâlâ, sana yüksek kemaller verdi. Ömrümün sonunda, köşemde senin ders vermeni dinleyeceğim,” Sonra bazı kitaplar sayarak; “Her ilimden muhtasar bir kitabı iyice oku. Bundan sonra inşaallah bereket ve saadet eserleri üzerine saçılacaktır. Böylece bütün ilimleri zorlanmaksızın tahsil edeceksin” dedi ve bana hayır dua buyurdu. Onun emirlerine uymam ve duasının bereketiyle, en zor mes’eleleri ve kitapları kendi başıma hallediyordum. Bundan sonra Maveraünnehr alimlerinin derslerinde bulundum.

İlme o kadar çok çalışıyordum ki, onüç yaşında Mutavvel adlı meşhûr eseri bitirdim. Hocalanın bendeki gayreti görerek; “Biz senden istifade ediyoruz. Sen bizden değil… Bizim senin üzerinde bir hakkımız yok!” diyorlardı. İdare edecek kadar yiyor, sonra ilim ile meşgul oluyordum.”

Abdulhak-i Dehlevî; tefsîr, hadis, fıkıh ve zamanın fen ilimleri yanında tasavvuf ilimlerini tamamlayarak on yedi yaşında iken tahsilini bitirdi. Bunlarla yetinmeyerek, 1587 yılında Hicaz’a gitti. O devirde Mekke, ilim ve kültür merkezi idi. İbn-i Hacer-i Mekkî hazretlerinin talebesi Ali Mutteki ve onun talebesi Abdülvehhab-i Mutteki, Mekke’de bulunuyordu.

Abdulhak-i Dehlevî, burada Abdülvehhab-i Muttekî’den hadis ilimlerini okudu. Daha sonra Medine-i münevvereye gelerek, Peygamber efendimizin Ravda-i mutahharasına yakın olan yerde ikamet etti. Burada Resûlullah efendimizden pek çok manevî feyz ve berekete kavuştu. Buyurdu ki: “Bu hakîr ve fakir, Resûlullah’ın ikram ve ihsanlarını anlatmaya kalksam gücüm yetmez.”

Abdulhak-i Dehlevî, Mekke-i mukerremeye yerleşmek istedi, fakat hocası Abdülvehhab-i Mutteki, Hindistan’a dönmesini, emr-i maruf ve nehy-i anil-münker yapmasını yani insanlara iyiliği emr edip, kötülükten sakındırmasını istedi. Bunun üzerine Hindistan’a döndü. Hace Muhammed Bakî-billah hazretlerinin sohbetlerine kavuşarak, Ahrariyye yolunda yetişti. 1592 (H. 1001) senesinde, Kadiri yolunun büyüklerinden şehid Mûsâ Multanî’nin derslerinde bulundu. Ondan, Kadirî yolunun inceliklerini öğrendi. Zamanın ileri gelenlerine, mektuplar yazdı. Din ilimlerinin her sahasında eser te’lif etti. Hindistan’ın en büyük alimlerinden oldu.

Abdulhak-i Dehlevî, ilk zamanlar, İmam-ı Rabbânî hazretlerinin yazılarını beğenmez, îtirazlar yazardı. Fakat, son zamanlarda, Allahü teâlânın inayetine kavuşarak, yaptıklarına pisman olup, tövbe etti.

Hace Muhammed Baki’nin me’zun ettiği talebelerinden Mevlana Husameddîn Ahmed’e, bu tövbesini şöyle yazdı: “Allahü teâlâ, Ahmed-i Farukî’ye selametler ihsan etsin! Bu fakîrin kalbi, şimdi ona karşı çok halis oldu. Beş eriyyet perdeleri kalkdı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini bir tarafa bırakalım, böyle bir din büyüğüne karşı gelmemeliydim. Aklın îcabi bu idi. Ne insafsızlık, ne cahillik etmişim. Şimdi kalbimde ve vicdanımda duyduğum mahcubiyeti, ona karşı küçüklüğümü anlatamam! Kalbleri çevirmek, halleri değiştirmek, Allahü teâlâya mahsustur.”

Abdulhak-i Dehlevi, kendi çocuklarına da mektup yazarak; “Ahmed-i Farukî’nin “rahmetullahi teâlâ aleyh” sözlerine karşı îtirazlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimde ona karşı hiç bir bulanıklık kalmamıştır. Kalbim ona karşı halis olmuşdur” dedi.

Abdulhak-i Dehlevî’nin tövbesinin sebebi iyi bilinmiyor. Bazıları diyor ki: “Resûlullah efendimizi rüyada gördü ve inkarından dolayı kendisini azarladı.” Bazıları da diyor ki: “İmam-i Rabbanî hakkında, Kur’ân-ı kerîm’den tefe’ul (hayır dileme) de bulundu: “Yalancı ise, zararı onadır. Doğru söylüyorsa, Allahü teâlâ vâd ettiklerinden bâzısını başınıza getirir!” meâlindeki ayet-i kerîme çıktı. Bir kerre de; “Onlar, Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Alış-verişde bile Allahü teâlâyı kalblerinden çıkarmazlar” meâlindeki ayet-i kerîme çıktı. Bazıları da diyor ki: “Ona karşı îtirazları, düşmanların gönderdiği uydurma bir mektup sebebi ile idi. İŞin doğrusunu anlayınca, pisman blup tövbe etti.”

Abdulhak-i Dehlevî hazretleri, insanların kurtuluşa ve saadete kavuşmaları için birbirinden kıymetli kitaplar yazmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Tarih-i Hakkı, Tarih-i Abdulhak, Matla’ul-envar, Medaric-ün-nübüvve, Cezb-ul-kulub, Ahbar-ul-ahyar, Mektubat, Sifr-us-seadet Şerhi, Merec-ül-Bahreyn, Eşi’at-ül-leme’at.

Abdulhak-i Dehlevi, çeşitli kademedeki devlet büyüklerine mektuplar yazıp onlara nasihatlarda bulunurdu. Bu mektuplardan birisi söyledir:

“Şerh-i Sadr; göğsün yani kalbin açılması en yüce makam, en büyük nimet ve en aziz ilahî hediyelerdendir. Zira Hak teâlâ, büyüklerin efendisi, kainatın hülasası, habib-i kibriyası olan Resûlünü sallallahü aleyhi ve sellem bu hususî ihsan ile nimetlendirmiştir.

Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki: “Kalbe imân nuru girince, genişler ve açılır.” Eshab-ı kiram aleyhimürrıdvan; “Ya Resûlallah! O nurun kalbe girmesinin alameti, işareti nedir?” dediler. Buyurdu ki: “Alameti; kulun, yüzünü ebedi olan dhirete dönmesi, aldatan ve yoldan çıkaran dunyâdan ve ona tutulmaktan uzaklaşıp kurtulmasıdır.” Dünya, görünüste susludur, yaldızlıdır, ama aldatıcıdır, hîlecidir. Kendini sevenlerin gönüllerini galar. İman nuruyla bakılmca, yakmen görülür ve anlaşılır ki, dünya işlerinin temeli sakat ve dayanıksızdır.

Ahıret ise daimî ve sonsuzdur. Bu anlayışa erişen kimse, yüzünü fanî olan dünyadan çevirir, kalb gözünü sonsuzluk alemine döndürür ve yolculuk için lazım olan sevab aziklarını hazırlar. Kişinin sadrının (göğsünün) inşirahından, açılmasından nasibi, bu îman nurundan olan nasibi kadardır.

Bunun da mikdârı, kalbindeki ferahlıkla ölçülür. Çünkü nurun, sinenin açılmasında ve kalbin ferahında te’siri tamdır. Bu sebebdendir ki, dünyadaki ışığın bile, gönül rahatlığma, kalb ferahlığına; karanlığın da, sıkılmaya, daralmaya yol açması, sebeb olması büyüktür. Bunun için demişlerdir ki, nefs-i natıka (insanî ruh), nura, ışığa aşıktır. Nerede bir ışık hüzmesi, parıltısı bulsa, o tarafa döner ve o yöne koşar. Bu yüzden aydınlık yerde uyku az gelir. Zîra ruh, aydınlığa, nura olan teveccühü sebebiyle içerden dışarıya gelir. Karanlık olunca, içe çekilir ve uykuya dalar. Beyt:

Sana visal meclisinde, göz uyku yüzü görmez,

Yüzünün kandili önde, uykuya sıra gelmez.

Anlaşıldı ki, nurun zuhuru, ferah ve sürûr sebeblerindendir. Kalbler onunla açılır. Sadrın serhinin sebeblerinden biri de ilimdir. İlim sebebiyle kalb o kadar genişler, açılır ki, onun her kosesi göklerden ve yerden daha geniş olur. Hepsini içine alır. Bir kimsenin ilmi ne kadar çoğalırsa, sinesindeki genişleme de o kadar artar. Bu ilimden murad, her ilim değil, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemden miras kalan ilimdir.

Peygamberlere ilimden başka şeyle varis olunmaz. Hadîs-i serîfde; “Peygamberler, varislerine, altın ve gümüş bırakmazlar. Onlar ilim bırakırlar” buyurulması o ilme işarettir. O zamandan bu yana çok vakit geçti. Felsefe karanlıkları zuhur etti. İslâm semasm’ kararttılar. Bir kısım insanları yoldan çıkardılar. Bunlara ilim değil, cehalet demek daha uygun olur.

Sadrın serhi sebeplerinden biri de, Allahü teâlânın kullarına; mal, para, makam ve benzeri şeylerde ihsanda bulunmaktır. Mal ve para ile olan ihsan ve iyiliğin ne olduğunu herkes bilir. Kimin eli daha açık ise, kalbi de o kadar geniştir. Kimin eli kısa ve kapalı ise, sinesi de o nisbette dardır. El açıklığı, cömertlik ve ihsan, Allahü teâlâ ve kulları katında büyük mertebedir. Dünya ve ahırette izzettir, iyiliktir ve sevabdir. Makamla olan ihsan; kimsesiz bir kişiyi, yanına veya emrine veya birisinin yanında bir ise koymakla yapılan ihsandır.

Sadrın serhi sebeplerinden biri de; Allah yolunda kahramanlık, insaf sahipleri yanında doğruyu söylemektir. Bu da gönül açıklığına yol açar. Böyle yiğitlik, güzelliklerin başı ve bütün iyiliklerin kaynağıdır. Din yolundaki şiddet ve zorluklar, ancak bununla asılır. “Canını düşünmeden saldırdığı zaman, yiğidin kalbine açılan ve görünen şeyi, başkaları kırk sene halvette kalmakla göremez” derrüslerdir. Ama bu cesaret ve yiğitlik, Allah için ve Allah’ın dininde olursa, herşeyden daha yüksektir. Bunun için onların karşılığı Al-i imran sûresi 169 ve 170.; “Onlar, Rableri katında diridirler. Cennet meyvelerinden riziklanırlar. Onlar, Allah’ın verdiği ihsandan dolayı, ferah ve sevinç içindedirler.” ayetlerinde meâlen bildirilen büyük nimetlerdir. Bundan daha yüksek hangi mertebe olur.

Sinenin açılması sebeplerinden biri de; kalbi, sıfat-ı zemime, yani kötü sıfatlar denilen, hased, ucb, kibir, riya, buğz, kin ve Allah için olmayan mal ve makam, yani dünya sevgisi gibi kötü huylardan temizlemektir. Çünkü bunlar; şehvet ve nefs topragından yükselen, zulmanî buhar ve dumanlardır. Kalbi bulandırır ve karartırlar ve sadrın serhine sebeb olan iman nurundan, tevhidden, ilimden, muhabbetten ve zikirden insanı alıkoyarlar. Mahrum bırakırlar. Kalb sahasını karartır ve daraltırlar. Beyt:

Dışarı çıkmaz isen tabiat sarayından,

Nasıl haberin olur, hakikat diyarından.

Bu güzel sıfatlar, en kamil, en yüksek, en mükemmel şekilde Resûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve selem de mevcud idiler. O’ndan sonra, uyma mikdarınca, O’na tabi olanlarda bulunur.

Mutabeatta, yani Resûlullah’a uymada, kim daha ileri gitmisse, sadn daha çok genişlemiş ve kalbi o nisbette nurlanmış olur. Al-i imran sûresi 31. ayetinde meâlen; “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsaniz ve Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsaniz, bana tabi olunuz! Allahü teâlâ bana tabi olanları sever” buyruldu. Hiç şüphesiz bir kimse, kimin peşinden gider, adim adim onu takib ederse, onun kavuştuğu yere, bu da kavuşur.

Gerçi Resûlullah’ın makamı daha yücedir, yeri herkesin olduğu yerden yüksektir. O’nun makamında hiç kimse yoktur, herkes O’ndan aşağıdadır, ama daire geniştir ve etrafında makamlar vardır. O parlayan nurdan ve gelen feyzden, etrafında olanlara da bir sua, bir serpinti ulaşır. Ayet-i kerîmede meâlen; “Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik” buyruldu. (Enbiya sûresi: 107)

Bilhassa muhabbet, alaka ve bağlılık bu işte büyük bir esastır. Çünkü muhabbet, ma’iyyeti (beraberliği) icabettirir. Hadîs-i şerîfde; “Kişi, sevdiği ile beraber olur” buyruldu.” (41. mektup)

ÜZÜNTÜ VE SIKINTILARA SABIR

Abdulhak-i Dehlevi İmam-i Rabbanî hazretlerinin sohbetleriyle şereflendi. Onun sadık talebelerinden oldu. Teveccühlerine kavuşarak, feyz ve bereketlerinden istifade etti. İmam-ı Rabbanî, ona zaman zaman mektuplar yazarak nasihatlarda bulunurdu. Gönderdiği mektuplardan birisi şöyledir:

“Allahü teâlâya hamd olsun ve O’nun seçtiği, sevdiği kullarına selam olsun! Kıymetli efendim! Sıkıntıların gelmeleri, görünüşde Çok acı ise de, bunların nimet oldukları umulur. Bu dünyanın en kıymetli sermayesi; üzüntüler ve sıkıntılardır. Bu dünya sofrasının en tatlı yemeği, dert ve musibetlerdir. Bu tatlı nimetleri, acı ilaçlarla kaplamışlar. Bunun için dostlara dert ve sıkıntı yağdırmağa başlamışlardır. Saadetli, akıllı olanlar, bunların içine yerleştirilmiş olan tatlılan görür. Üzerindeki acı örtüleri de tatlı gibi çiğnerler. Acılardan tat alırlar. Nasıl tatlı olmasın ki, sevgiliden gelen her şey tatlı olur. Hasta olanlar, onun tadını duyamaz. Hastalık da, O’ndan başkasına gönül vermekdir. Saadet sahipleri, sevgiliden gelen sıkıntılardan o kadar tat alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duyamazlar. Her ikisi de sevgiliden geldiği halde, sıkıntılardan, sevenin nefsi pay almaz. İyiliklerini ise, nefs de istemektedir. Mısra’;

Nimete kavuşanlara afiyet olsun!

Ya Rabbi! Bizi, Sıkıntıların sevablarından mahrum eyleme! Bunlardan sonra, bizi fitnelere duşürme! İslâm’ın zayıf olduğu bu günlerde sizin kıymetli varlığınız, müslümanlar için büyük bir nimettir. Allahü teâlâ selamet versin ve uzun ömürler ihsan eylesin! Vesselam.” (İkinci cild-29. mektup)

1) Hadâik-ül-verdiyye; sh. 209

2) İrgâm-ül-merîd; sh. 70

3) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-6, sh. 77

4) Âdâb;sh.10

5) Makâmât-ı Mazhariyye; sh 159

6) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 190

7) Hadîkat-ül-evliya; sh. 122

8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 431, 701, 734, 920, 957, 979, 1081

9) Behcet-üs-Seniyye; sh 8

10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 282

11) Reşehât Zeyli;sh. 72

12) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 18

--------------------------

1) Ahbar-ul-Ahyar; sh. 314

2) Medâric-ün-nübüvve mukaddimesi.

3) Tam İlmihal Seddet-i Ebediyye; sh. 240, 313, 380, 403, 425, 660, 972

4) Eşi’at-ul-leme’at.

5) Merac-ül-bahreyn.

6) Herkese Lazım Olan İman; sh. 115

7) İslâm ahlâkı; sh 277, 283, 306, 310

8) İslâm Alimleri Ansiklopedisi cild-15, sh. 126





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)